Börteçine soyundan Minekli'nin oğlu Yıldız Han'ın iki çocuğu olmuş, bunlar kendisinden önce olmuş. büyük oğlu(Dubun) adında bir erkek, ikincisi de (Alangova) adında bir kız bırakmış.
Yıldız Han bunları evlendirmiş, (Bilgutay), (Bekçitay) adında iki erkek çocukları olmuş. çok geçmeden Alangova'nın kocası olmuş, dul kalmış, kendisini Han'lar istemiş ise de varmamış.
Alangova'nın gebe kalışı:
Alangova bir gece sarayında yatarken, seher vakti uyanıp bacadan odaya nurlu bir gölgenin indiğini, bu gölgeden beyaz yüzlü, şehla gözlü bir adamın çıktığını gördü. yanında yatan kadınları uyandırmak içi haykırmak istedi, fakat dili tutulduğundan bir turlu sesi çıkmadı. Kalkmaya çalıştı, elinin ayağının kuvveti kesilmiş olduğundan kıpırdanamadı. Akli yerinde olduğu için her şeyi görüyor, biliyordu.
Adam yavaş yavaş yatağa girdi. Sonra yine bacadan çıktı, gitti. Alangova: (Bunu söylesem kimse inanmaz.) diye olanı biteni gizli tuttu. Adam beş altı gecede bir gelmeye başladı. Alangova ilk geceden gebe kalmıştı. dört beş ay geçince is anlaşıldı. Kardeşleri gebeliğinin nedenini sordular. O da ne olmuşsa anlattı ve: (Bana es lazım olsa bir kocaya varırım. Her ne kadar kadın isem de, bir çokları beni padişah edinmek için istemişti. Kendimi bunca ilimi, iki oğlumu halk içinde rüsva edecek bir hali asla caiz görmem. Birkaç gece evimin etrafında saklanırsanız tanrı beni mahcup bırakmaz) dedi.
Herkes Alangova'nın sözüne inandı. üç kişi evin etrafında nöbet beklediler.
Birkaç gün sonra gökten seher vakti nurlu bir şeyin indiğini, Alangova'nın bacasından içeri girdiğini, bir zaman sonra çıktığını gördüler. Böylece Alangova'nın sözünün doğruluğuna inandılar.
Kaynak: "Türk Mitolojisi", Murat Uraz. Düşünen Adam Yayınları, İstanbul, Şubat 1992.
Alp Er Tunga Destanı
İran padişahı "Minûçehr"in ölümünü haber alan Turan padişahı Peşeng, İran aleyhine savaş açmak için Türk ulularını topladı:"İranlılar'ın bize yaptıklarını biliyorsunuz. Türkün öç alma zamanı gelmiştir" dedi.Oğlu "Alp Er Tonga"nın içinde öç duygularıyla kaynadı. Babasına:"Ben arslanlarla çarpışabilecek kişiyim. İran'dan öç almalıyım" dedi.Boyu servi gibi,göğsü ve kolları arslan gibi idi.Fil kadar güçlü idi.Dili yırtıcı kılıç gibi idi.
Savaş hazırlıkları yapılırken Türk padişahının öteki oğlu "Alp Arız" saraya gelip babasına:"Baba! Sen Türkler'in en büyüğüsün.Minûçer öldü ama İran ordusunun büyük kahramanları var.İsyan etmeyelim.Edersek ülkemiz yıkılıp gider" dedi.Peşeng, oğluna şöyle cevap verdi:"Alp Er Tonga avda arslan, savaşta savaş filidir.Bahadır bir timsahtır.Atalarının öcünü almalıdır. Sen onunla birlik ol. Ovalarda otlar yeşerince ordunuzu "Amul"a yürütün.İran'ı atlarınıza çiğnetin.Suları kana boyayın."
Baharda Türk ordusu alp Er Tonga'nın buyruğunda İran üzerine yürüdü.Dehistan'a geldi.İki ordu karşılaştı. Türk kahramanlarından Barman İranlılar'a doğru ilerleyip er diledi.İran kumandanı ordusuna baktı.Gençlerden kimse kıyışamadı.Yalnız kumandanın kardeşi Kubâd atıldı.Fakat yaşlıydı.Kardeşi ona dedi ki:"Barman genç,arslan yürekli bir atlıdır.
Boyu güneşe kadar uzanmıştır.Sen yaşlısın. Kan, ak saçlarını kızartırsa yiğitlerimiz ürker".Fakat Kubâd dinlemedi: "İnsan av, ölüm onun avcısıdır" diyerek savaşa çıktı.Barman ona:"Başını bana veriyorsun. Biraz daha bekleseydin daha iyiydi.Çünkü zaten senin hayatına kasdetmiştir" dedi.Kubâd: "Ben zâten dünyadan payımı almış bulunuyorum" diye karşılık vererek atını saldırdı.Sabahtan akşama kadar uğraştılar.Sonunda Barman kargı ile Kubâd'ı devirerek zaferle Alp Er Tonga'nın yanına döndü. Bunu görünce İran ordusu ilerledi.İki ordu birbirine girdi.Cihanın görmediği bir savaş oldu.Alp Er Tonga üstün geldi.İranlılar dikiş tutturamayıp dağıldılar.İran padişahı iki oğlunu memlekete göndererek kadınları Zâve dağına yollattı.
Türk ve İran orduları iki gün dinlendikten sonra üçüncü gün Alp Er Tonga yeniden saldırdı.İran büyükleri ölü ve yaralı olarak savaş alanını doldurdular. Geceleyin İranlılar bozuldu.Bunu görünce İran padişahı ve başkumandanı Dehistan kalesine sığındılar.Alp Er Tonga kaleyi kuşattı.İran padişahı kaleyi bırakıp giderken ardına düşen Alp Er Tonga onu tutsak etti.
İran'a tâbi Kâbil ülkesinin pâdişahı olan kahraman Zâl İranlıların yardımına geldi. Büyük savaşlar yaparak Türk ordularını bozdu.Bundan öfkelenen Alp Er Tonga,tutsak bulunan İran pâdişahını kılıçla öldürdü.Öteki tutsakları da öldürecekti.Fakat kardeşi Alp Arız onu vazgeçirdi.Tutsakları 'Sarı'ya göndererek hapsettirdi.Kendisi de Dehistan'da 'Rey'e gelerek İran tacını giydi.İran ülkesinde padişah oldu. Fakat Sarı'daki tutsakların kaçmasına sebep olduğu için kardeşi Alp Arız'ı öldürdü.
İran tahtına Zev geçtiği zaman iki ordu yine karşı karşıya gelip beş ay vuruştular. Ortalıkta kıtlık oldu. Sonunda insanlık bitmesin diye barış yaptılar. İran'ın şimal ülkeleri Turan'ın oldu.
Fakat Zev ölünce Alp Er Tonga yine İran'a saldırdı.Kardeşi Alp Arız'ı öldürdüğü için babası kendisine dargındı.Fakat yeni İran padişahı da ölüp İran tahtı yine boş kalınca Turan padişahı Peşeng,oğlu Alp Er Tonga'ya yine haber yolladı.
Ceyhun'u geçerek İran tahtına oturmasını bildirdi.İranlılar Türk ordusunun geleceğini duyunca korkup Zâl'e başvurdular Zâl artık kocadığını söyleyerek oğlu Rüstem'i yolladı.İki ordunun öncüleri arasındaki çarpışmada Rüstem Türkler'i yenerek Keykubâd'ı İran tahtına çıkardı.
Asıl orduların çarpışmasında ise Rüstem,Alp Er Tonga ile karşı karşıya geldi.Alp Er Tunga'yı yenecekken Türk bahadırları onu kurtardılar.Rüstem bir hamlede 1160 Türk kahramanı öldürdüğü için Türkler yenildiler. Ceyhun'u geçtiler.Alp Er Tonga babasının yanına döndü. Babasını barışa kandırdılar.Barış yaptılar.
İran tahtına Keykâvus geçtikten sonra Araplar isyân ettiler.Fakat galip gelen Keykâvus bir ziyafette sarhoş edilerek bağlandı. Bu haber İran'ı karmakarışık etti.Alp Er Tonga büyük bir orduyla Araplar'ın üzerine atılarak onları yendi.Türk ordusu İran'a yayılarak herkesi tutsak etmeye başladı. İranlılar yine Zâl'den yardım istediler.Zâl,Araplarda tutsak olan Keykâvus'u kurtarıp onların ordularını da kendi ordusuna kattıktan sonra Türkler'e yöneldi. Kanlı bir savaşta Turanlıların yarısı öldü. Alp Er Tonga yenilerek kaçtı.
Bir gün İran'ın yedi ünlü pehlivanı Rüstem'e Turan'a giderek Alp Er Tonga'nın avlağında avlanmayı teklif ettiler.Sirahs civarındaki bu avlağa gidip yedi gün kaldılar.Alp Er Tonga bunu duyunca ordusuyla geldi.Teke tek dövüşlerde Türk pehlivanları İranlılar'dan üstün geldilerse de işe Rüstem karışınca yedi pehlivan ile birlikte Türk ordusunu dağıttı.Hatta az kalsın Alp Er Tonga da tutsak oluyordu.
Keykâvus İran'da eğlenceler,aşk oyunları ile uğraşırken Alp Er Tonga Türk atlılarıyla ilerledi.Bu haber Keykâvus'a geldi. Oğlu Siyâvuş ile Rüstem'i Türkler'e karşı yolladı.Türk öncülerini yenerek Belh kalesini aldılar.Bu sırada kötü bir rüya görüp bunu tabir ettiren Alp Er Tonga,beğlerin fikrini de alarak İranlılar'la barış yaptı. Onlara rehineler verdi.
Buhara,Semerkand ve Çaç şehirlerini bırakıp "Gang" şehrine çekildi.Fakat bu barışı istemeyen Keykavus, Rüstem'e ve Siyâvuş'a kızıp kötü muamele ettiğinden Rüstem kendi ülkesine çekildi. Siyâvuş da Alp Er Tonga'ya sığındı.Türkler'in payıtahtı olan Gang şehrine kadar büyük saygı görerek geldi. Kendini çok sevdirdi. Hatta Türk kahramanlarından 'Piran'ın kızı ile ve biraz sonra da Alp Er Tonga'nın büyük kızı olan güzel 'Ferengis' ile evlendi.Pîran'ın kızından bir oğlu oldu.Adını Keyhusrev koydular.
Bir müddet sonra,Siyâvuş'u çekemeyenler Alp Er Tonga'ya aleyhinde sözler söylenerek aralarını açtılar.Siyâvuş öldürüldü.Bunun üzerine Rüstem yine ortaya çıktı. İlk çarpışmada Alp Er Tonga'nın oğlu 'Sarka'yı öldürdüler.Alp Er Tonga bunun öcünü almak için bizzat yürüdü.Fakat savaşı İranlılar kazanarak onu Çin denizine kadar kaçırdılar.Rüstem Turanlıları nerde bulduysa öldürüp altı yıl Turan'da kaldıktan sonra çekilip yurduna geldi.
Alp Er Tonga Turan'ın yakıldığını,Türkler'in öldürüldüğünü görünce kan ağladı.Öç almaya and içti.Ordu toplayarak İran'a girdi. Ekinleri yaktı.İran'a hakim oldu.Kıtlık çıkararak İranlılar yedi yıl açlıktan kırıldılar.Bunun önüne geçip İran'ı kurtarmak için Keyhusrev'e tahtı bıraktı. Keyhusrev, Alp Er Tonga'dan öç almak için ordusunu hazırladı.
Fakat bu ordu daha Alp Er Tonga ile karşılaşmadan bozuldu.Keyhusrev yine ordu yolladı.Türkler'den Bazur adında birisi büyü yaparak dağlara kar yağdırdı.İranlılar'ın elleri tutmaz oldu. Böylelikle İran ordusunu doğradılar.İranlılar yine Rüstem'i yolladılar. Harikulade savaşlardan sonra Rüstem Türk ordusunu bozup Türk ordusunda bulunan Çin hakanını da tutsak etti.
Alp Er Tonga bu haberi alınca pek üzüldü. Uluları toplayıp danıştı.Bunlar: "Ne yapalım! Çin, Saklap orduları bozulduysa, Turan ordusuna bir şey olmadı. Anamız bizi ölmek için doğurdu" dediler.Alp Er Tonga hazırlığa başladı.Oğlu 'Şide' onun maneviyatını yükseltti. Bu savaşa Turan ordusu tarafından, Çin dağlarında oturan "Püladvend" adında bir Çinli de ordusuyla iştirak etti.İran pehlivanlarını yendiyse de sonunda Rüstem'e yenildi. Bunun üzerine Turan ve İran orduları çarpıştı.
İranlılar kazandı.Alp Er Tonga kaçtı.Bundan sonra Keyhusrev dünyanın üçte ikisine hakim oldu. Bir gün sarayında şarap içerken Turan, sınırından İranlılar gelip Turanlılar'ın kendilerine zarar verdiğini söylediler.Keyhusrev bu işi halletmek için İran kahramanlarından 'Bijen' i gönderdi.Bijen sınırda ve Turan tarafındaki bir ormanda, yanındaki güzel kızlarla eğlenen 'Menîje'yi gördü.Menîje,Alp Er Tonga'nın kızıydı. Birbirlerini sevdiler.Menîje onu Turan'a, sarayına götürdü. Alp Er Tunga bunu duyunca çok öfkelendi. Bijen'i kuyuya hapsetti.Kızını da kovdu. İran padişahı genç kumandanının gelmediğini görünce yine Rüstem'i yolladı.
Rüstem tüccar kılığında Türk pâyitahtına kadar gitti.Bijen'i kurtardığı gibi Alp Er Tonga'nın da sarayını basarak onu kaçırdı,Menîje'yi İran'a gönderdi.Alp Er Tonga ise yeniden ordu yığarak yürüdü.İran ordusunun arkasında 'Bîsütun' dağı vardı.Yine Rüstem'in sayesinde İranlılar bu savaşı kazandılar.Alp Er Tonga, Karluk'a kadar kaçtı. Beğlerine dedi ki:"Ben dünyaya buyruğumu geçiriyordum.Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı.Minûçehr zamanında bile İran Turan'a denk olamamıştı.
Fakat bugün İranlılar hayatımı sarayımda bile tehdit ediyorlar.İyi bir öç almayı düşünüyorum.Bin kere bin bir Türk ve Çin ordusuyla yürüyelim" Toplanmaya başladılar.Fakat bizzat Alp Er Tonga'nın iştirak etmediği ilk savaşı İranlılar kazandılar.İran padişahı Asıl Alp Er Tonga'yı yok etmek istiyordu. Yeniden her yandan ordular toplayarak ilerledi.
Alp Er Tonga bin kere bin ordusunun üçte ikisini toplamıştı. 'Beykend' şehrinde oturuyordu.Karargâhında pars derisinden çadırlar vardı. Kendisi altınlı ve mücevherli bir taht üzerinde idi.Karargâhın önünde birçok kahramanların bayrakları dikili idi.
İleriye gönderdiği ordunun bozulduğunu duyunca başı döndü. Öç almadan dönmemeye and içti.Oğlu 'Kara Han' a ordusunun yarısını vererek Buhâra'ya gönderdi.Oğullarından Şide (ki asıl adı Peşeng idi), Cehen, Afrâsiyab, Girdegîr ve oğlu İlâ'nın oğlu Güheylâ bu orduda idiler.Çigil, Taraz,Oğuz,Karluk ve Türkmenler çerisini teşkil ediyordu.İki ordu karşılaşınca ilk önce İran padişahı Keyhusrev'le Alp Er Tonga'nın oğlu Şide teke tek dövüştüler.Şide öldü. Alp Er Tonga duyunca saçlarını yoldu.Ertesi gün iki ordu akşama kadar savaşıp ayrıldılar.
Daha ertesi gün yine çarpışıldı.Alp Er Tonga kükremiş gibi saldırıyordu.İran'ın büyük pehlivanlarından birkaçını öldürdü. Keyhusrev'le Alp Er Tonga karşı karşıya geldiler.Fakat Turan pehlivanları onun İran padişahıyla dövüşmesini istemeyerek atının dizgininden tutup geri götürdüler. O gece Alp Er Tonga ordusunu alıp Ceyhun'un ötesine geçti.
Kara Han'ın ordusuyla birleşip Buhara'ya geldi.Biraz dinlendiler.Sonra pâyıtahtı olan Gang'a geldi.Bu şehir cennet gibiydi.Toprağı mis,tuğlaları altındı.Her yerden ordular çağırdı.Bu sırada casusları Keyhusrev Ceyhun'u geçti diye bildirdiler.Keyhusrev ilk önce Suğd'a geldi.Bir ay kalıp itaate aldı.Yine ilerledi. Türkler İranlılar'a su vermiyorlar,ordunun arkasında yalnız kalmış İranlı bulurlarsa öldürüyorlardı.Keyhusrev de önüne çıkan saray,kale,erkek,kadın en bulursa yok ediyordu.
İki ordu 'Gülzâriyun' ırmağı kıyısında karşılaştılar. Birbirine girdiler.Alp Er Tonga'nın ordusundan Keyhüsrev'e korku gelmişti.Ordunun arkasına çekilip Tanrıya yalvardı.Derhal fırtına kopup tozları Turan ordusuna doğru atmaya başladı. Türkler bozuldular.Fakat Alp Er Tonga kaçmak isteyenleri öldürerek ordusunu durdurdu.Dönüp iyen savaştılar.Gece çökünce iki ordu ayrıldı.
Alp Er Tonga ertesi günü yine çarpışacaktı. Fakat kendisine gelen haberci oğlu Kara Han'ın ordusundan yalnız Kara Han'ın sağ kaldığını bildirdi.Bunun üzerine ağırlıklarını bile toplamadan hızla ordusu ile çöle atıldı.
Rüstem'i vurmak istiyordu.Keyhusrev bunu Rüstem'e bildirdiği gibi kendisi de onun ardına düştü.Alp Er Tonga, Gang'a gelip Rüstem'e baskın yapmak istediyse de onun tetikte olduğunu görerek vazgeçti.Şehre girdi.
Bu kalabalık şehrin kalesi o kadar yüksekti ki üstünden kartal bile uçamazdı. İçinde yiyecek boldu.Her köşesinde kaynaklar, havuzlar vardı.Havuzlar bir ok atımı boyunda ve eninde idi.Güzel bahçeleri, saraylarıyla bir cennetti.Alp Er Tonga ordusuyla Gang'a kapandı.Çin padişahına da mektup yazıp yardım diledi.Keyhusrev de ordusuyla gelerek Rüstem'le birleşti.
Kalenin çevresine hendekler kazdırdı.Odunlar yığıp katranla ateş verdiler.Duvarlar yıkıldı.Şehire hücumla girdiler.Herkesi öldürdüler.Alp Er Tonga sarayının altındaki gizli yoldan 200 beği ile kaçarak kurtuldu.Çin padişahının yanına gitti.Çin hakanı büyük bir ordu hazırlamıştı. Bunu duyan Türkler her taraftan Alp Er Tonga'nın yanına gidiyorlardı.
Keyhusrev Gang'a,bir kumandan bırakıp Alp Er Tonga'nın üzerine yürüdü.Karşılaştılar.Alp Er Tonga ona bir mektup yazarak insanlardan uzak ve kendisinin beğeneceği bir yerde teketek dövüşmeği teklif etti.
Keyhusrev kabul etmedi.O gün iki ordu akşama kadar çarpıştı.Gece olunca Keyhusrev ordusunun önüne hendekler kazdırdı.Bir kısım kuvvetlerini Türk ordusunun gerisine gönderdi.
Türkler gece baskını yapıp hendeğe düştüler.Arkalarındaki kuvvetler de pusudan çıktı.Türk ordusunu yendiler.Alp Er Tonga kalan çerisiyle çöle çekildi.Keyhusrev Gang'a döndü.Çin padişahı da Keyhusrev'den korkarak ona elçi gönderdi.
Keyhusrev,Alp Er Tonga'yı bir daha yanına almamak şartı ile onunla barıştı.Alp Er Tonga bunu işitince perişan bir halde çöle çekildi.Zere denizine geldi.Bu, ucu bucağı olmayan bir denizdi. Orada bir gemici vardı:"Ey padişah! Bu derin denizi geçemezsin. 78 yaşındayım.Bunu, bir geminin geçtiğini görmedim" dedi.
Alp Er Tonga,"Tutsak olmaktansa ölmek yeğdir" diye cevap verdi.Bir gemi yüzdürttü.Binip yelken açtılar."Gangıdız" şehrine vardılar.Alp Er Tonga orada "geçmişi düşünmeyelim.Talih yine buna döner" diyerek yatıp uyudu.
Keyhusrev,Alp Er Tonga'nın suyu geçtiğini haber aldı.Hazırlıklar yaparak birtakım ülkeleri aldıktan sonra Zere denizinin kıyısına geldi.Yedi ayda denizi geçtiler.Gangidiz'i aldı.Bulduklarını kestilerse de Alp Er Tonga gizlice kaçtı.
Keyhusrev buradan Turan'ın payıtahtı oldu.Gang'a geldi.Alp Er Tonga'yı soruşturdu.Kimse bilmiyordu.Halbuki bu sıralarda o yiyeceksiz, içeceksiz dolaşıyordu.Kayalık bir dağın tepesindeki bir mağarayı kendine ev yapmıştı.
Bu mağarada insanlardan uzak yaşayan 'Hûm' adında biri vardı. Bir gün mağarada bir ses işitti.Alp Er Tonga kendi kendine tâliine yanıyordu.Bu sözlerin Türkçe olmasından yabancının kim olduğunu anlayan Hûm ona hücum ederek tutsak etti. Fakat o yine kaçarak suya atıldı. Keyhusrev bu işi duydu. Hile ile Alp Er Tonga'yı sudan çıkararak öldürdüler.
Alpamış (Bamsı Beyrek)
Alpamış; Alpamsı, Alpmasa, Bamsı Beyrek ve Boyrek gibi Türk boyları arasında çeşitli söylenişlerle geçmekte, üzerine kurulan hikaye de biraz değişik rivayetlerle anlatılmaktadır.
Bir anlatışa göre; Alpamış(Bay Boyrek) Oğuz'un oğullarından Ay Han'ın oğludur.
Ay Han'ın oğlu olmazdı. Bunun için de çok üzüntülü idi. Birgün yanına veziri (Balçık Han) geliyor. Ay Han'a seyahat tavsiye ediyor. İkisi yola çıkıyor. Bir yerde Hızır ile karsılaşıyorlar. Hızır onlara iki elma vererek kayboluyor. Elmanın birisini Ay Han, diğerini de karisi yiyor. Nihayet bir erkek çocukları oluyor. Adına da Bay Boyrek diyorlar.
Bir anlatışa göre de; Bay Börü ile Bay Sari adındaki iki Türk Beyinin çocukları olmuştu. Bunlar kırk gün Allah'a yalvarıyorlar. Sonunda Bay Börü'nün, Hakem(Alpamış) adında bir oğlu, Bay Sari'nin da (Ay Barcın) adında kızı oluyor. Ayni yasta olan bu çocukları küçük iken nişanladılar, henüz üçer yaşında iken okula verdiler. Alpamış yedi yaşına gelince okuldan alindi. Ona beylik usulleri ile, beyler nasıl hareket etmelidir, gibi isler öğretildi. Ok talimleri yaptırıldı. Nihayet maceralar başladı:
Alpamış Karmuk'larla savaşa girdi. Bu sırada (Askara) adındaki dağın tepesini bir ok atarak uçurdu. Ama yolda bir ak otağda güzel bir kızla uyumakta iken Karmuk'lar bastılar, Alpamış'ı esir ettiler. Götürüp bir zindana attılar. Obur taraftan Karmuk Han'ın kızı Alpamış'a aşık olmuştu. Onu kurtarmak yollarını aradı, bulunduğu zindana uzun bir ip sarkıtarak onu zindandan çıkarttı. Alpamış'ın Çobar yahut Benliboz adında bir ati vardı. O atı da hazır buldular. Alpamış Atina bindi. Tekrar Karmuk'lara hücum ederek onları perişan etti. Bundan sonra memleketine dönünce sevgilisi Aybarçın'ı kölelerinden birinin almak üzere olduğunu öğrendi. Düğün hazırlıklarının yapıldığı sırada ve eğlenceler devam ederken, Alpamış bir ozan kıyafetine girerek Aybarçın'ın bulunduğu çadıra yaklaştı. Elindeki sazı çalarak çadıra doğru şiirler söylemeye başladı. Bu sırada çadırda Bademca adında bir kadın vardı. Biraz kekeme idi. O da Alpamış'a şiirle cevap verdi. Alpamış tekrar söyledi. Sonunda gelinin bulunduğu çadıra alindi. Orada eğlenceler, oyunlar devam ederken, bir köşede yaslar içinde bulunan gelin Alpamış'ı tanıdı. Bundan sonra ikisi de birbirine atıldı. Herkes şaşırdı. Alpamış da sevgilisini alarak babasının yanına gitti, onu yerine geçti.
Altay Tufan Efsanesi
Türk mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri'nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri'nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir.
Altay Tufan Efsanesi, özetle şöyledir:
Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz'in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama'nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.
Ülgen (Tanrı), Nama'ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu.
Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.
Yeryüzünü sisler kapladı. Dünya korkunç bir karanlığa gömüldü. Yerin altından, ırmaklardan, denizlerden sular fışkırdı. Gökten sağanaklar boşandı. Yedi gün sonra yere bağlanan halatlar koptu, kerep yüzmeğe başladı; suyun seksen kulaç yükseldiği anlaşıldı. Yedi gün daha geçti. Nama en büyük oğluna kerepin penceresini açmasını, çevreye bakmasını söyledi. Sozun Uul bütün yönlere baktı. Sonra şöyle dedi:
"Her şey suların altına batmış. Yalnızca dağların dorukları görünüyor."
Daha sonra Nama da baktı. O da "Gökyüzü ile sular dışında bir nesne görünmüyor" dedi.
Kerep sonunda sekiz dağın birbirine yaklaştığı yerde durdu. Çomoday ve Tuluttu dağlarında karaya oturdu. Nama pencereyi açtı, kuzgunu serbest bıraktı. Kuzgun geri dönmedi. İkinci gün kargayı gönderdi, üçüncü gün saksağanı gönderdi. Hiçbiri geri gelmedi. Dördüncü gün bir güvercin gönderdi. Güvercin, gagasında bir ince dalla geri döndü. Nama bu kuştan, öteki kuşların niçin geri gelmediğini öğrendi. Onlar sırasıyla geyik, köpek ve at leşi yemek üzere gittikleri yerde kalmışlardı. Nama bunu duyunca öfkelendi.
"Onlar şimdi ne yapıyorsa, dünyanın sonuna değin onu yapmağa devam etsinler" dedi.
Efsanenin devamında Nama yaşlandığı zaman, kurtardığı canlıları öldürmesi için kendisini kışkırtan karısını öldürür. Oğlu Sozun Uul'u yanına alarak cennete (göğe) çıkar. Daha sonra orada beş yıldızlı bir yıldız kümesine dönüşür. Holmberg'in düşüncesine göre, tufan kahramanları, Yayık Han'a dönüşmüştür. Yayık Han, Altay Türkleri'ne göre, insanları koruyan ve yaşam veren bir ruhtur. Ayrıca insanlarla Ülgen (Tanrı) arasında elçilik yapar.Kaç mevsim geçti böyle yağmursuz. Kaç Kerbelâ türedi coğrafyamızda kurak ve çorak… Kaç Hüseyin’i suya hasret bıraktık sahralarda? Yezidlerin insafına kalan yüreklerimiz şimdi kepir topraklar gibi şerha şerha susuzluktan.
“Rahmet bekliyoruz.” dedik, yağmursuzluktan şikâyet ettik. Sonra da, sahte umutların terkisinde yollara düştük, ömür tükettik. Bilemedik yağmurun nasip işi olduğunu; olup bitenin de nasibimiz kılındığını… Başımıza gelen birçok şeyin sebebinin yine kendimiz olduğunu bilemedik. Sitem ettik, şikâyet ettik haddimizmiş gibi. Haddi aştık, hata ettik; ama hata ettiğimizi de bilemedik.
Darda olanın ‘Dâr’a gitmesi gerektiğini bilemedik. Çatladı dudaklarımız, yüreklerimiz kurak topraklar gibiydi. Ne yaptığımızı bilemeden, avuçlarımızı denize daldırıp içmeye koyulduk tuzlu suları. İçtikçe yandık, yandıkça içtik mevsimlerce, senelerce. Avuçlarımız yandı, dudaklarımız yandı, yüreklerimiz yandı; hava yandı, toprak yandı, su yandı; zaman yandı, mekân yandı ve nihayetinde ‘insan’ yandı.
Bu yangının alevlerinden şükür ki, bir şuur uyandı, uyandırıldı. Uyuyanların yanında uyumayanlar da vardı. Uyumayan, uyardı da bildik. Bilmedik, bildirildik… Meğer ki vakit dua vakti, niyaz vaktiymiş. Mevsim, yağmur mevsimi değil, yağmur duası mevsimiymiş.
Kulağımıza haykırdı ummanlar ötesinden, yüreği okyanuslar kadar engin ve bakışı bir o kadar derin birisi: “Kalkın, duaya durun, secdelere diz vurun; kaldırın ellerinizi kaldırabildiğiniz kadar. Öyle kaldırın ki ellerinizi, âsuman yükselsin ellerinizde. Gözyaşlarınızla aşılayın sonra dua yüklü bulutları; bulutlar semadan seraya ağsın ve rahmet sağanak sağanak yağsın.
Uyanın, uyanık olun; uyandırın uyuyanları da. Uyanmayan bir bakış, açılmayan-açılarak yükselmeyen bir el, duadan ve rahmetten nasiplenmeyen bir yürek kalmasın böylece.
Gecelerin hakkını verin.
Hakkı, kıyama durmaktır gecelerin.
Dimdik olsun kıyamda duruşunuz yüce dağlar gibi, başınıza haşyetin dumanlarını sarın bulutlar misâli. Kıyamınızla kaim kılın kulluğunuzu, kulluğunuzu dâim kılın.
Sonra rükûa eğilin, eğilmeniz emrolunduğu üzere, mü’mince. Eğilmenin hak ve hakikat olduğu o demde. İki büklüm, baş eğik; haddini, kulluğunu bilmişçesine.
Ve bir secde kılın; bir secde ki geceler kadar derin. Bir secde mü’mince gecelerin sertacı, derde düşmüş başın ilâcı. Böyle bir secdeyle taçlanmış namaz kulun mi’racı.”
Evet, işte vakit, o vakit. Duaya durmalı, el açıp yalvarmalı. İstemeyi bilmeli, istemeyi bilmeyi O’ndan dilemeli.
Seccadelere gözyaşlarıyla dilekçeler nakşetmeli; alınlar mühür olup basılmalı üzerine ki, kabule şâyân ola.
Bahar yağmurlarına özlem var memleketimde. Bahar yağmurları ki, kovsun kışı, görmeyelim bir daha onun soğuk yüzünü.
Yaz yağmurları yağsın bahardan sonra, serin serin esintiler getirsin bulutlardan. Kırk ikindilerde yıkansın vatanım, toprağım.
Yağmur yağmur rahmet, sağanak sağanak bereket yağsın talihsiz coğrafyama. Yağmur şarkılarıyla yürüsün bahar; dağlarıma, ovalarıma. Çocuklarımız yağmur gibi olsun, yağmurun kendisi olsun.
Yağmura kanalım, yağmurda yıkanalım; asırlık paslardan, kirlerden arınalım. Dudaklarımızla değil yüreklerimizle içelim onu Âb-ı Kevser niyetine. Kurt-kuş, börtü-böcek suya kansın. Zerre suya doysun, kürre suya doysun. Memleketim su gibi aziz olsun.
Anka Kuşu (Simurg) Efsanesi
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş...Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. Yorulanlar ve düşenler olmuş. Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış) ; Kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kuşu bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi "şaşkınlık" ve sonuncusu Yedinci Vadi "yokoluş"ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış. Simurg'un yuvasını bulunca ögrenmişler ki;"SİMURG ANKA - Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş.
Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yokoluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır…
Asena (Tukyu)
Tukyu' larin ataları Çinli' lerin (si-hayi) dedikleri Batı Denizi sahillerinde otururdu. Komşu hükümdarlardan bir bunların yurdunu basarak, kadın, erkek, çocuk ve önlerine gelenleri kılıçtan geçirdi. Bunlardan ancak on yaşında bir erkek çocuk kalabildi. Bu da elleri, ayakları kesilmiş olarak bir bataklığa atıldı. çocuk orada açlıktan, yaralarından akan fazla kandan ölmek üzere iken, bir dişi kurt gelerek, ona bir parça et getirdi. Kurt her gün böyle yaparak çocuğu besledi. Çocuğun yaraları iyileşti. Yaşı ilerleyince kurt bundan gebe kaldı.
Atalarını öldüren hükümdar bir sure sonra bu çocuğun sağ kaldığını haber aldı. çocuğu öldürmek üzere arattı, buldular. hükümdar çocuğun bulunduğu yere birisini gönderdi. Bu adam bataklığa geldiği zaman çocuğun yanında bir kurt gördü, şaşırdı. Adam ikisini de öldürmek istedi. Fakat bir tanrı onları korudu. Kurt çocuğu sırtlayarak Batı Denizi'nin doğu tarafına geçirdi. (Kao-cang) yakınlarındaki dağlardan birinde bulunan mağaraya götürdü. Mağaranın arkasında bereketli bir ova vardı. Ovanın her tarafı yalçın kayalarla çevrilmişti. Kurt burada sakat delikanlıdan on çocuk doğurdu. Bunlardan biri aile adi olan (Asena)' yi aldı. Bu çocuklar büyüdükleri zaman mağaradan çıkarak civardaki oymaklardan birer kız kaçırdılar. Bunları mağaralarına götürdüler. Bu kızlarla evlendiler.
Birkaç nesil geçince bunlar çoğaldı. İçlerinden (A-Hien-Se) adli birisi başlarına geçerek mağarada çıkardı. (Kin-San) dağlarına giderek yerleştiler, (Cu-Cen) tatarlarına bağlandılar. Bu dağların tepelerinden biri takya seklinde olduğundan kendilerine bu anlamda (Tu-Kyu) adini verdiler. Asıllarına delalet etmek üzere de bayraklarına bir kurt başı yaptılar.
Atilla Destanı
Kimse titretemedi Hunlar kadar Roma’yı. Roma ki, Akdeniz’i bir iç göl yapmış, üç kıtaya hâkim İleri karakolları, Tuna’dan Ren ve Fırat’a Oradan Sahra ve Lut Havzasına ulaşan Bir dünya emperyalı Hiçbir kuvvet korkutamadı Hunlar kadar Roma’yı. Hunlarla ittifakı reddeden Gotlar, Trakya- İtalya’ya; Vizigotlar, Güney Fransa’ya; Vandallar, Kuzeybatı Afrika’ya sürüldü. Zenci köle ticâretini Roma’nın ekonomik öğesi yaparak Roma’ya boyun büktüler. Uranus oğullarını Olympos’a gömmeyi başaran İsa, bu yabanıl kavimleri de kanatlarının altına almayı başaralı 200 yıl olmuştu
Pagan Greko-Latin uygarlığı Hıristiyanlaşalı ve İsa asılıp "Konsül Hıristiyanlığı" resmi din ilân edileli beri Roma, İsa’yı asıp sosyal ve kültürel ihtişâmını koruyacağını düşünmüştü. Oysa İsa’nın gölgesiyle acze düşmüştü. Hunlarla Cermenler, aynı amaçla birleşince, Atilla’nın amcası Ruga, Kuzey Avrupa’da bir tehdit odağı olmuştu Başbuğ Ruga, Orta Asya’dan getirdiği töre ve törenlere sâdık kalıp kendi kültüründen geri bir kültüre sahip Cermenleri etkisi altına aldı.
Hunların giyim-kuşamları, pusat ve donanımları, at ve araba koşumları, Romalılardan ileri düzeydeydi Örgüt yapıları da öyle. Hunların dinsel inançlarından da etkilenip Şaman tapınma törenleri, yekten Cermen kültürünün temelini oluşturdu. Hunların etkisiyle ilkel Cermen toplulukları Greko- Latinlere kafa tutar hâle geldi. Ruga Hunları ve Cermenleri aynı bayrak altında toplayıp görevi tamamlanınca, göğe uçtu. Atilla’nın eli, amcasının kanına bulaştı.
II.
Atilla’nın babası Muncuk sağ olmasa da, Cermen anası Yula, abisi Bleda’ya ve Atilla’ya analık görevini yapıp Hun törelerinde iyi bir bahadır olarak yetiştirdi. Bleda, çok genç ve gözü pekti. Batı Roma’ya akınlar düzenledi. Hun ve Cermen silahlı güçlerini yeniledi. Ardından geniş bir coğrafya üzerinde hiçbir muhâlif odak bırakmadı Uyruğundaki halklara dirlik ve düzenlik güvencesi verdi.
Hun ve Cermen ittifakı, öç ve yağma üzerine kur(ul)du. Doğu ve Batı Roma, İmparatorluğun alternatifi oldu. Greko-Latin uygarlığı, step uygarlığının atları altında ezildi.
Atilla’nın karısı Albız, boş durmadı. Atilla’nın içine şer tohumları ekildi; “İki kılıç bir kına sığmaz!” diye fısıldadı; Atilla, aldırmadı. “Dünya, iki başbuğa dardır.” diye mırıldandı; Atilla, umursamadı. “Senin akıbetini Bleda tayin edecek!” diye bağırdı. “Bleda mı?" Olmazdı, Olamazdı. Niçin olamasındı? Olur, olurdu elbet.
Atilla’nın kardeş sevgisiyle yanan kalbi, birden öfkeyle kabardı, hınçla bilendi. Sağ kolu Arpad’ı yanına çağırdı. Bleda’nın kesilmiş saçı, iki hafta sonra Atilla’nın tolgasına sorguç oldu. Diriyken esirgediği kutluk değeri başının üstünde tuttu. Kendisine kâtil gözüyle bakanlara “Yeter!” diyordu çığlık gibi yırtıcı sesiyle. “Saygısızlık etmeyin Bela da benim öz karındaşım Ağabeyimdi. Alplik nedir, o öğretti bana. Kendisini öldürtmem gerektiğini de.” Sonra sırtını bir ağaca dayayıp uzak bir sungura bakıyormuşçasına gözlerini kısıp ihânetini ve sebeplerini anlatıyordu ve sonucu şöyle bağlıyordu: “Ağabeyim Bleda’nın mâlum akıbeti, mevcut koşulların ve doğa yasalarının bir gereğiydi. Gerçekte, o ölmedi. Ruhen benim içimde. Gücünü bana bahşetti. Ondan önce saftım, gözüm açıldı. Bleda’nın uçmağa varışından itibâren uslamlama gücüm arttı”
III.
Tolgasıyla, kılıcıyla; çıkık elmacık kemikleri, sakal bırakmış yüzü, kısa boyuyla bir at çobanına benziyordu. Ne Bayındır Han kadar ihtişâmlı; ne Oğuz Kağan gibi bilge; yarı Cermen yarı Hun, sürekli tetikte, sürekli dikkatli. Bir at çobanı, kısık çekik gözleri bir step ejderi gibi kızıl diliyle tıslayarak gülüyordu:
“Ben, Roma İmparatorluğu'nun baş belâsıyım Mağdur ve mazlum halkların öç mızrağı.”
Tepeden tırnağa insanı titreten bir sesi vardı. Burhan-haldun Dağı'nın alnacında ulayarak yedi düvele seyr-ü sefer eden Cengiz Han’dan el aldı. Seyr-ü sefer eyleyip köle ticaretinden büyük gelir sağlayan Burgondları kılıçtan geçirdi. Viking ve Saksonları hükümranlık alanlarından kovdu. Kuzey Avrupa’yı tümden ele geçirdi. Kendini kağan ilan edip Şaman kâhinlerinin elinden taç giydi.
Atilla, kağan olur olmaz step törelerini kesintisiz yürürlüğe koydu Uyruğundaki halkların dinler mozaiğine saygılı davrandı Balkanlara Hunlardan önce gelen Hıristiyanlaşan Türk kabilelerine Romalılarla Hunlar arasında ezilmesinler diye özel önlemler aldı. Tebaasındaki karındaşlarına Talan ve yağma ganimetlerini eşit paylaştırdı.
Ne var ki kağanlığına bağlı Kâhinler Kurulu, yeterli bilgi ve bilgeliğe sahip değildi. Step törelerinin temelindeki adalet anlayışı, Onlar(ın) elinde dehşet, kan ve gözyaşına döndü. En büyük müttefiki Cermenler; akıl almaz, tüyler ürpertici cezâlar aldı. Tarihe acımasız bir hükümdar olarak geçti. Oysa aşk ve adalet anlayışını bu ilkel insanlara aşıladığını sanıyor, kendi suretine bürünmüş korkunun kol gezdiğini fark etmiyordu.
O, büyük ideallerin ve Tanrısal aşkların adamıydı Tek amacı, yeryüzünü bir Hun cenneti yapmaktı Bu kutluk ideali uğruna kelleyi koltuğa almış, Ggrçek bir step bilgesiydi
IV.
Atilla, bu idealle durmuyor, yeni seyr-ü seferler düzenliyordu. Doğu Romalılar, “Atilla Konstantinopolis’e geliyor!” diye Trakya Bölgesi'ni olduğu gibi step atlılarına terk ettiler ve Marmara Bölgesi'ne çekildiler.
Atilla, Konstantinopolis’e girmedi. Meriç Havzasında durdu. Marianopolis’le Serdice dâhil, yetmişten fazla kent zapt edildi. "Şimdilik bu, yeter." dedi.
Zamanın sarkacı gidip gelirken, öç duygusu Doğu Romalıların İmparator naibi Krysaphios’un Atilla’ya kininiyle birleşince; Krysaphios, kağanın başını Onun sağ kolu Edekon’dan istedi O'na bir servet teklif etti. Edekon, Krysaphios’un teklifini kabul etti ve hemen yola koyuldu. Atilla’yı katletmek şöyle dursun, Krysaphios’un girişimini Atilla’ya bizzat kendi anlattı. Atilla, Krysaphios’un başını istedi. Krysaphios, Hunları hiç tanımamasının bedelini canıyla ödedi. Çünkü elçi Edekon’un indinde Atilla, Gök Tanrı’nın bir suretiydi İstese de ona ihânet edemezdi
Kaldı ki Atilla’nın erkânı, Atilla’dan daha iyi koşullarda yaşamaktaydı. Atilla, ihtişâmını tab'asından esirgemezdi de. Rahip Jordanes ve tarihçi Priskos, bu tuhaf gerçekliğin tanıklarıydı.
Trakya’nın ilhâkından ve suikast olayından sonra, Atilla, kuzeye çekildi. Doğu Roma ile Batı Roma birleşip Atilla’ya saldırdı. Atilla, antlaşmalar yapıp bekle-gör politikası uyguladı Ta ki, Hororian’ın sesi, tâ Tuna kıyılarında yankılanınca kendisine 25 yıl önce gönderilmiş yüzüğe dudak büken Atilla, Hororian’ı kurtarmak için ant içti.
İmparator Constantius’un kızı ve vârisi Hororian’u İmparator ölünce İmparatoriçe Plancdia, hapse attırıp oğlu Valentinianus’u imparator yapmıştı. Atilla, Hororian’ın zindana kapatılmaması ve karısı olması için Batı Roma ‘ya dünürcüler gönderip İmparatorluğun yarısını drohoma olarak istedi İmparatorluk reddedince, bu isteğini Orleans’da Roma ve ittifakı Got ordularıyla Batı Hun silahşorları göğüs göğse çarpıştı Kan, su gibi aktı Gök Tanrı’nın kutluk alpleri, Şaman bahadırlarının ümit ve cesaretle yoğrulmuş step atlıları, Batı Roma ordusunu dağıttı Kuzey Galya, küçük krallıklar halinde parçalandı.
Britanya, Saksonlara; Güney Galya ve İspanya, Vizgotlara, Jura ve Alp bölgesine Burgonlar yerleşti. Step atlıları, vadilerden ağır ağır Po ovasına aktılar. Po ovasında salgın kasırga gibi Atilla’nın ordusuna çullanınca, O görkemli Hun ordusu, hızla eridi. Apeninler, toynak sesleri yerine hasta askerlerin öksürüğüyle yankılandı Atilla, Hıristiyanların Tanrısı’nın hışmına uğradığını düşünüp geri döndü. İçindeki ateş, bir türlü sönmüyordu.
Hororian’ın da, Roma’nın da, Gök Tanrı belasını versindi Tekrar evlenmeye karar verdi. Kendisine İlek, Dengizik ve İrmek adlı üç oğul veren Albız yoktu artık. İldiko adlı bir peri kızını sevdi. İldiko kimdi, nereliydi, kimse bilmiyordu. Yedi gün şenlik ateşleri yakıldı. Davullar vuruldu. Yedinci gün, Atilla gerdeğe gencelip girdi.
Ecel, onu nice savaştan yara almadan kurtulmuş, stepleri bozkır kurdu İldiko’nun gök gözlerinde boğuldu, yok oldu. Atilla ölmüş, Atilla öldürülmüştü. Şaman kâhinleri, bu kutluk ve bilge hânı gömecek yer bulamadılar. Tuna nehrinin kollarından birinin yatağını değiştirip üç günlük yuğ töreninden sonra kızıl otağın önünden Bbgümler saçlarını yoldu. Alpler, sakalların yolup; beyler, hançerleriyle yüzlerini çizip; Kızıl ateşlerin önünde, sinsin oynadılar. Bu nehir yatağına gömdüler ulu hakanlarını. Definle görevli Yund kabilesi, töreleri gereği Batı Hun topraklarını terk edip atlarını bir daha dönmemek üzere Anadolu’ya doğru sürdüler. Atilla, göğe uçup gitti, ulu bir sungurun kanadına takılıp...
Aztlân ve Aztek Göçü Efsanesi
İÖ 13-15. yüzyıllar
Meksika Vadisi
Ülkenin sakinleri olan diğerleri gibi bu insanlar da, Aztlân adlı ve yaşadıkları yerdeki Yedi Mağaralar'dan ayrıldılar. Aztlân, "Beyazlık" ya da "Balıkçılların Ülkesi" demektir. FRAY DIEGO DURAN, 16. YÜZYIL.
Aztekler ve müttefikleri 15. yüzyılda ve 16. yüzyıl başlarında orta ve güney Meksika'da bir imparatorluk kurdular, imparatorluk, Hernân Cortes'in İspanyol Seferi sonunda, ancak yüz yıl yaşadıktan sonra yıkıldı. Günümüz Meksika ulusal efsanelerinde, Aztekler, kahraman yerli geçmişi ve yabancı istilasının trajedisini temsil edecek biçimde popüler hayal gücünde idealleştirilmiştir.
Aztek başkenti Tenochtitlan'ın İspanyol sömürgesi Mexico City'ye dönüştürülmesi ve çağdaş milletin başkenti olmaya devam etmesi Aztekler'i İspanyol öncesi kolektif 3000 yıllık kültürel mirasın en önemli temsilcileri olarak diğer kızılderililerin üzerine çıkarmaktadır.
Codex Boturini'den bu sayfalarda, Aztekler'in bir gölün ortasında bir ada olan Aztlân'dan göçmeleri resmedilmiştir.
EFSANENİN KÖKENİ
Aztekler nereden gelmişlerdir? Aztek kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ilk sömürge tarihçeleri, resimli belgeler ve arkeolojik kazılar Aztekler'i tarihsel bir kesinlikle ancak 13. yüzyılda Meksika Vadisi'ne kadar izleyebilmiştir. Kökenlerinin coğrafi bölgesi hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır.
Aztekler'in, 13. yüzyılda kuzey çöllerinden Meksika Merkez Yaylaları'na göçen göçebe avcı ve kısmen çiftçi kabilelerden biri oldukları anlaşılmaktadır. Efsanelerde çıkış yerleri olarak kuzeyde Aztlân'dan, "Balıkçıl kuşlarının yeri"nden söz edilmektedir. Aztlân bir göldeki bir ada tepe olarak tanımlanmaktadır.
Aztekler yaratılış zamanında orada topraktan ve mağaralardan çıkmışlardır. Bir gün gelmiş oradan ayrılmaya karar vermişler, kanolarına binip karaya çıkmışlar ve uzun göçlerine başlamışlardır. Çok geçmeden Meksika "ay insanları" diye bir grup kendilerine katılmıştı (ondan sonra Meksika-Aztekleri adını almışlardır). Başlarında reisleri Huitzilopochtli ("Soldaki Sinekkuşu") vardı. Bu daha sonra, rahipler tarafından taşınan kutsal bir simge olarak görülmektedir. Göç devam ederken rahipler Huitzilopochtli'nin kabilenin ne yöne gideceği hakkındaki kehanetlerini sözlü olarak ifade etmekteydiler.
Huitzilopochtli'nin mucizevi doğumu, göçten önce gerçekleşmişti. Efsaneye göre yaşlı rahibe Coatlicue, Coatepetl ("Yılan Dağ") tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve kendisini Huitzilopochtli'ye hamile bırakmıştı.
Coatlicue'nin oğulları Centzonhuitznaua ("dört yüz" yani çok) ve büyük kızı Coyolxauhqui annelerinin hamileliğini öğrenince kızmışlar ve onu öldürmeye karar vermişlerdi.
Silahlı düşman dağa tırmanmaya başlamıştı. Huitzilopochtli birden yüreklere korku salan, doğaüstü güçlü bir savaşçı olarak doğmuştu. Bir "Ateş yılanı" atarak Coyolxauhqui'yi delmiş ve başını kesmiş, gövdesini dağdan aşağı atıp parçalamıştı. Sonra Centzonhuitznaua'yı kovalamış, hiç acımadan hepsini öldürmüştü.
Kabile göçe devam ederken bazı yerlerde yıllarca kaldığı oluyordu. Yine konakladıkları bir yerde muhalif bir grup kabileden koptu. Kabile, 10. yüzyıl Tolteca-Chichimecaları'nm daha önceki göç hikâyesinde de yer alan Culhuacan-Chicomoztoc Dağı'nda da durakladı. Aztekler Meksika Vadisi'ne gelince, Chapultepec pınarları yakınlarına yerleşmek istediler.
Burada bir savaş daha yapıldı ve Huitzilopochtli düşman reisini öldürüp kalbini göl kıyısındaki bataklığa attırdı. Ama bataklığa atılan kalp, göçebe kabilenin daha sonra büyük piramitlerini yapıp başkentleri Tenochtitlan'ı kuracakları yere düştü. Burası efsanelerde, beyaz ardıçlarla ve söğütlerle kaplı bir alan olarak tarif edilir.
Anlatılanlara göre, bir derede beyaz yılanlar, kurbağalar ve balıklar yüzüyordu. Bir başka hikâyede suları kara ve sarı renklerde olan iki dereden söz edilir. Aslında bu görüntüler Historia Tolteca-Chichimeca'da yer aldığından, daha eski kaynaklardan alınmadır.
Aztekler sonunda bir kaya üzerindeki kaktüsün üstüne konmuş bir kartal gördüler. Bu, Huitzilopochtli'nin, kabilenin yerleşeceği kehanetinde bulunduğu ve uzun zamandır aradıkları noktaydı. Bu olay, Aztek takvimine göre "2 ev" yılında gerçekleşmişti ki, bu da Hıristiyan takviminde 1325'e tekabül ediyordu.
GERÇEĞİ GERÇEK OLMAYANDAN AYIRMAK
Bu efsanevi olaylardan ne anlam çıkarabiliriz? Aslında Aztekler'in Meksika Vadisindeki ilk yılları çok farklı bir tablo çizmektedir. Aristokrat bir hükümdar ailesi olmayan barbarlar olarak aşağılanan ve diğer eski kentli topluluklar tarafından yenilgiye uğratılan kabile, sazlıklar arasına kaçmak zorunda kalmıştı. Ancak dirençli ve girişimci insanlardı.
1428 yılı geldiğinde kentli hayat biçimini benimsemişler ve Tetzcoco ile Tlacopanlar'la ittifak kurmuşlardı. Güçler dengesini ustaca dengeleyerek yaptıkları fetihlerle Tenochtitlan'ı Meksika'nın en korkulan ve en zengin kentine dönüştürmeyi başardılar. Hükümdar Itzcoatl çok geçmeden yeni bir tarihi kimlik belirleme ihtiyacını gördü. Toplanan meclis karanlıkta kalmış geçmişlerini, varolan kabile göç hikâyelerini, katlanılan aşağılanmaları ve saygın ataların eksikliğini gözden geçirdi: Bütün bunlar yeni imparatorluk statüsü için kabul edilemez şeylerdi. Eski belgeler yakıldı. Çok tanınmış efsanevi olayları içeren yeni ve "resmi" bir tarih hazırlandı, Huitzilopochtli tanrılaştırılmış Aztek koruyuculuğuna yükseltildi.
Huitzilopochtli'nin "babasız" doğumu ve düşmanlarını öldürmesi, Aztekler'in "yasal" bir aristokrat soyun eksikliğini kapamak için konulan bir efsane olarak görülmektedir. Huitzilopochtli'nin zaferini kutlamak için Büyük Tenochtitlan Piramiti, efsanevi Coatepetl Dağı'nın simgesi olarak inşa edilmiştir. En tepede Mezoamerikan tarımsal Yağmur Tanrısı Tlaloc'un tapınağının yanında Huitzilopochtli'nin tapınağı vardı, aşağıda da Coyolxauhqui'nin parçalanmış cesedinin heykeli duruyordu. Aztekler böylece cesaret, gurur ve yıkıma odaklanan savaşçı kültürleri için bir esin kaynağı yaratmışlardı.
Ancak eski Meksika'da en azından İÖ l. binyılda orta yayla havzalarının kentli insanlarıyla kuzeyin kurak bölgelerinin kavimleri arasında ilişkiler olduğu gerçeği vardır. Aztekler'in bu geniş bölgeden oldukları düşünülebilir ve Aztekler kent hayat biçimine ne kadar alışmış olsalar da, geçmişlerini tümüyle unutacak insanlar değillerdi.
Bu nedenle Aztlân'ın araştırılması, bir zamanlar Birleşik Devletler'in güneybatı çölleri ile Meksika yaylaları arasında yaşayan pek çok toplum arasındaki kültür tipinin araştırması ve bu insanların eski ve çağdaş Meksika tarihine nasıl biçim verdikleri sorununun araştırılması olarak görülebilir.
Beytlehem Yıldızı
İÖ. 8-4
İsrail
İsa, Kral Hirodes'in günlerinde Yahudiye Beytlehem'inde doğduğu zaman, işte, Şark'tan Yeruşalim'e müneccimler gelip dediler: "Yahudiler'in kralı doğan zat nerededir, çünkü onun yıldızını Şark'ta gördük ve ona secde kılmaya geldik. Ve işte Şark'ta gördükleri yıldız, önlerince gidiyordu, ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu. Onlar da yıldızı gördükleri zaman taşkın sevinçle sevindiler. MATTA 2: 1-2,9-10
Eski çağların gizleri içinde Hıristiyan inancına göre İsa'nın Nasıra'da Mesih olarak doğduğunu bildiren Beytlehem Yıldızı kadar tartışmalını çok azdır. Matta İncili'nde yıldızın tarifi pek kısadır. "Doğu"daki bir yıldızın müneccimlere Yahudiye'deki Mesih'i bulmaları için yol gösterdiği söylenir. Onları Mesih'in kehanetlerdeki doğum yeri olan Beytlehem'e Yahuda kralı Hirodes gönderdiği için müneccimlerin yıldızı Beytlehem Yıldızı olarak bilinmiştir.
Bazı araştırmacılar "yıldız" falan olmadığına ve hikâyenin İsa'nın ilahi doğumunun mesajını iletmek amacını taşıyan bir efsane olduğuna inanırlar. Ancak hikâyenin tarihi bir temeli olduğuna inananların sayısı da fazladır. O yıldızı bulma araştırmaları ortaya pek çok kuramın çıkmasına neden olmuştur.
İsa'nın doğum tarihi bilinmediği için Müneccimleri Yahudiye'ye çekenin ne olduğunu saptamak güçtür. Kitabı Mukaddes araştırmacıları, 25 Aralık'ın İsa'nın doğduğu gün olmayıp, Hıristiyanların 354 yılı civarında benimsedikleri Romalılar'ın Fethedilemez Güneş Bayramı günü olduğuna inanırlar.
Dahası, Dionysius Exiguus (yaklaşık 533 yılı), takvim yıllarını numaraladığında İsa'nın doğum yılını yanlış hesaplamıştır. Araştırmacıların çoğu Hirodes'in İÖ 4 yılında öldüğü ve İsa'nın da "Hirodes zamanında" doğduğu için İsa'nın doğumunu İÖ 8 ila 4 yılları arasında bir zaman çerçevesine oturturlar.
Bu zaman çerçevesi içinde esrarengiz yıldızı arayan araştırmacılar pek çok göksel nesne önermişlerdir. Eski çağlarda "uzun saçlı yıldızlar" denilen kuyruklu yıldızlar, yıldızın "önden gittiği" ve bebek İsa'nın "üzerinde durduğu" söylendiği için mümkün olabilecek nesnelerdir.
Bir kuyruklu yıldız yıldızlar arasında yavaş hareket ettiği için bu durum yıldızın hareketini açıklayabilir. Ancak bir kuyruklu yıldızın görünmesi, bir kralın doğumunun değil, ölümünün işareti sayılırdı. Ayrıca Matta'da Hirodes ile Kudüs halkının yıldızı görmedikleri söylenir ki, bu da yıldızın fazla görünmediğini gösterir.
"Yeni bir yıldız" herkes tarafından görüleceği için aynı şey bir nova için de geçerlidir. İÖ 5. yüzyılda Çin'de bir nova kaydı vardır ama Batılı astrolojik kayıtlarda bir kralın doğumunu bildiren yeni bir yıldız göründüğü belirtilmemiştir.
Müneccimlerin bebek İsa'ya armağanlar vermesi. Bu Roma katakomb tabletinde "Severa tanrı ile git" yazmaktadır.
Beytlehem Yıldızı Doğulu üç bilge adama ya da müneccime yol gösteriyor: İtalya'da Ravenna'da S. Apollinare Nuovo kilisesinde 6. yüzyıldan kalma mozaik.
Şu andaki kuramların çoğu gezegenlerin hareketlerine ilişkindir, ancak İsa'nın doğduğu zaman gezegenler sayısız kere dünyanın yakınından geçmişlerdi. Gezegenlerin gözle görünür gruplaşması ille de bir kralın doğduğunun alametleri değildi.
Roma imparatorları gibi kişilerin doğumlarındaki astrolojik durumlar, çağdaş standartlara göre pek etkileyici sayılmazdı. Yıldızın belirsiz bir astrolojik kavram olması Hirodes ile Kudüs halkının ona dikkat etmemiş olmasıyla da vurgulanmaktadır. Yahudiler müneccim astrolojisini uygulamazlardı.
BİR ROMA SİKKESİNDEKİ İPUCU
Yıldızın astrolojik anlamı konusundaki yeni bir görüş de İsa'nın doğum yıllarında Antakya'da çıkarılan bir Roma sikkesinden kaynaklanmıştır. Tunç sikkede astrolojik burç olan Koç (Aries), bir yıldızın altında görülmektedir. Claudius Ptolemaios'un Tetrabiblos'u, "astrolojinin kutsal kitabı", bize Aries'in Yahudiye, Samariya, İdumea, Coele Suriyesi ve Filistin'de insani faaliyetleri kontrol ettiğini anlatır. Bu sayılan yerlerin hepsi Kral Hirodes'in ülkesindedir.
Sikke, Yahudiye'nin, başkenti Antakya olan Roma Suriyesi'ne 6. yılda katılmasının anısına çıkarılmış olabilir. Koç'un üzerindeki yıldız Yahudiye'nin Roma Antakya'sı hâkimiyeti altındaki yeni kaderini simgeler. Ancak sikkenin önemi astrologların Yahudiye'de bir kral doğumu için Koç burcunu gözlemlediklerini göstermektedir.
Floransalı ressam Giotto di Bondone "Müneccimlerin Tapınması"nı (Capulla degli Scrovegni, Padua) yaparken eski çağlardaki kuyruklu yıldızın mesajının farkında değildi. Bu fresk üzerinde çalışırken 1304'ün parlak kuyruklu yıldızından esinlenmiş olmalı.
Beytlehem'de Milad Kilisesi, İsa'nın doğum yeri olarak kabul edilir.
Astrolojik kaynaklar bize astrologların yalnızca Yahudiler'in yeni kralını gözlemekle kalmayıp hangi yıldızın kralın doğumunu ilan ettiğini de açıklamaktadırlar. Bu yıldız "Zeus yıldızı", yani Jüpiter gezegeniydi. Jüpiter'in krallık vermesi için en uygun zaman gezegenin sabah yıldızı olarak doğma zamanıydı ki, "doğu"da, astrolojik bakımdan bu anlama geliyordu. Ayın Jüpiter'e yakın geçmesi gibi başka krallık belirtileri de varsa da, bunların hiçbiri "doğu"da olmak kadar önemli değildi.
İsa'nın muhtemel doğum zaman çerçevesini incelemek, ortaya olağanüstü bir gün çıkarmaktadır. Jüpiter İÖ 6. yılın 17 Nisan'ında Koç burcunun doğusundan çıkmıştır. Ay da Koç burcundaydı ve Jüpiter'e doğru ilerliyordu. (Çağdaş hesaplamalarda Ay'ın Jüpiter'in önünden geçtiği ortaya çıkmıştır.) Ayrıca Güneş de Koç burcundaydı ki, bu da bir kralın doğumu için çok güçlü bir astrolojik durumdu. Satürn'ün de orada olması Yahudiye'de büyük bir kralın doğacak olması için inanılmaz bir alamet oluşturmaktaydı.
Romalı Hıristiyan astrolog Firmicus Maternus (Yaklaşık 334 yılı) Koç burcundaki bu koşulların "kutsal ve ölümsüz" bir kişinin doğumunu belirlediğini söylemiştir ki, bu da müneccimlerin Yahudiye'ye gitmelerine yol açmıştır.
Jüpiter, müneccimlerin dikkatini çeken bir şey daha yaptı. Gezegen Koç burcundan çıktı ama yıldızlar arasındaki hareketini tersine çevirdi (Matta'ya göre, "...ve işte, Şark'ta gördükleri yıldız önlerinden gidiyordu.") Jüpiter, Koç burcuna döndü ve İÖ 6. yıl sonlarında birkaç gün sabit kaldı ("Ta çocuğun bulunduğu yere kadar gelerek üzerinde durdu"). Jüpiter'in Koç burcunda sabit kalması da Yahudiye'de büyük olayların olacağının alametiydi ve müneccimler Beytlehem'de yeni kralı bulacaklarına inanarak sevinmişlerdi.
Kitabı Mukaddes dışında müneccimlerin ya da bir başkasının İsa'nın doğum gününü doğrulaması konusunda bir kanıt yoktur. Ancak ilk Hıristiyanlar İsa'nın Mesih kehanetini doğrulayarak bir kral yıldızı altında doğduğuna inanıyorlardı. Her ne olursa olsun, insanlar onun doğudaki bu yıldız altında doğup doğmadığı hakkında kendi sonuçlarını çıkaracaklardır.
Bozkurt Destanı
Bozkurt Destanı, bilinen en önemli iki Kök-Türk destanından biridir (ötekisi Ergenekon Destanı'dır; ayrıca Ergenekon Destanı'nın, Bozkurt Destanı'nın devamı olması güçlü bir olasılıktır). Bu destan bir bakıma Türkler'in soy kütüğü ve var olma öyküsüdür. Ayrıca, Türk ırkının yeni bir var oluş biçiminde dirilişi de diyebileceğimiz Bozkurt Destanı, Bilge Kagan'ın Orkun Anıtları'ndaki ünlü vasiyetinin ilk sözleri olan "Ben, Tanrı'nın yarattığı Türk Bilge Kagan, Tanrı irâde ettiği için, kaganlık tahtına oturdum." tümcesi ile birlikte düşünülecek olursa, soy ve ırkın nasıl yüceltilmek istenildiğini de anlatmaktadır. Destan, Çin kaynaklarında kayıtlıdır. Bozkurt Destanı'nın iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu iki varyant arasındaki fark azdır ve Çinliler'ce yazıya geçirilirken ad ve sözcüklerin Çince'ye uydurulma gayreti yüzünden ortaya çıkmıştır. Kimi araştırmacılar, Türkler'le ilgili başka bir kurt efsanesini de katarak bu varyant sayısını üçe çıkarsalar da, aslında onların Bozkurt efsanesinin üçüncü söylenişi dedikleri bu destan, Hunlar çağındaki Usun Türkleri'nin bir efsanesidir. Bu efsane, Hunlar ve Kurt adlı bölümde anlatılmıştır. Bozkurt Destanı, Çin'de hüküm sürmüş Chou hanedanının resmi tarihinin 50. bölümünde ve yine Çin hanedanlarından olan Sui sülalesinin resmi tarihinde kayıtlıdır.
Bozkurt'tan türeyiş efsaneleri, Türk mitolojisinin en ileri ve romantik bölümüdür. Türk mitolojisinde genel olarak tüm millet düşmanlarca yok edilir, geriye yalnızca bir çocuk kalırdı. Türk özelliğini taşıyan birçok efsanede bu motifi bulmak mümkündür. Aşağıda yer verilen Bozkurt Destanı'na göre Türkler, eskiden Batı Denizi adlı bir yerin batısında oturmakta idiler. Efsanedeki Batı Denizi, Aral Gölü olabilir. Batı Denizi'nin Altay Dağları ya da Tanrı Dağları üzerinde bir göl olması da muhtemeldir. Destandaki, geriye kalan tek çocuğun kolları ile bacaklarının kesilerek bir bataklığa atılması da, Türk mitolojisinde önemli bir yer tutar. Bu tür bataklık motifleri, Hun ve Macar efsanelerinde de vardır.
Türkler'in yeniden türeyişlerini anlatan bir destan olan Bozkurt Destanı'nın özeti aşağıda verilmiştir:
"...Türkler'in ilk ataları Batı Denizi'nin batı kıyısında otururlardı. Türkler, Lin ülkesinin ordularınca yenilgiye uğratıldılar. Düşman çerileri bütün Türkleri erkek-kadın, küçük-büyük demeden öldürdüler. Bu büyük ve acımasız kıyımdan yalnızca 10 yaşlarında bulunan bir oğlan sağ kaldı geriye. Düşman askerleri bu çocuğu da buldular ama onu öldürmediler; bu yaşayan son Türk'ü acılar içinde can versin diye, kollarını ve bacaklarını keserek bir bataklığa attılar. Düşman hükümdarı, çeri (asker) lerinin son bir Türk'ü sağ olarak bıraktığını öğrendi; hemen buyruk verdi ki bu son Türk de öldürüle, Türkler'in kökü tümüyle kazına... Düşman çerileri çocuğu bulmak için yola koyuldular. Fakat dişi bir Bozkurt çıktı ve çocuğu dişleriyle ensesinden kavrayarak kaçırdı; Altay dağlarında izi bulunmaz, ıssız ve her yanı yüksek dağlarla çevrili bir mağaraya götürdü. Mağaranın içinde büyük bir ova vardı. Ova, baştan ayağa ot ve çayırlarla kaplıydı; dörtbir yanı sarp dağlarla çevrili idi. Bozkurt burada çocuğun yaralarını yalayıp tımar etti, iyileştirdi; onu sütüyle, avladığı hayvanların etiyle besledi, büyüttü. Sonunda çocuk büyüdü, ergenlik çağına girdi ve Bozkurt ile yaşayan son Türk eri evlendiler. Bu evlilikten 10 çocuk doğdu. Çocuklar büyüdüler; dışarıdan kızlarla evlenerek ürediler. Türkler çoğaldılar ve çevreye yayıldılar. Ordular kurup Lin ülkesine saldırdılar, atalarının öcünü aldılar. Yeni bir devlet kurdular, dört bir yana yeniden egemen oldular. Ve Türk kaganları atalarının anısına hürmeten, otağlarının önünde hep kurt başlı bir sancak dalgalandırdılar..."
Bu efsaneden anlaşıldığına göre, Türkler'in ilk yurtları, Orta Asya'nın batısına yakın bir yerde idi. Türkler, Turfan'ın kuzey dağlarına daha sonra göçmüşlerdi.
Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt destanı, burada bitmektedir. Çinliler daha sonra nelerin olduğunu açık olarak yazmıyorlar. Bu efsanenin son bölümü, Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir. Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir. Oysa Moğollar, demirciliği bilmezlerdi. Cengiz Han zamanında Moğollar'ın yanına gelen bir Çin elçisi, o çağda bile Moğollar'ın ok uçlarını taştan yaptıklarını, demir işlemeyi bilmediklerini belirtir. Moğollar demir işlemeyi, Cengiz Han zamanında Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.
Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Yukarıda değinilen konular, Ergenekon Destanı bölümünde daha geniş olarak anlatılmıştır.
Az önce bir özetini vermiş olduğumuz Bozkurt Destanı, Türk kültürü'ne derinlemesine etki yapmıştır. Bugünkü Moğolistan'ın Bugut mevkiinde bulunmuş olan, 578-580 yıllarından Kök Türkler'den kalma Bugut Anıtı'nın üzerinde elleri kesik bir çocuğa süt emziren bir Bozkurt kabartması vardır. Ayrıca Özbekistan'da çeşitli yerlerde kurda binmiş, kol ve bacakları kesik insan figürleri bulunmaktadır.
Bugu Tekin ve Gök Kızı
Bugu Tekin bir gece otağında uyumakta iken, birden bire pencerenin açıldığını, içeriye gökten gelen güzel bir kızın girdiğini gördü. Bugu Tekin neye uğradığını anlayamadığından gözlerini kapayarak uyur gibi yaptı. kız, Bugu Tekin'i uyandırmak için çok çalıştı, bir turlu uyandıramadı. Ümidini keserek pencereden çıktı, gitti.
Ertesi gece kız yine geldi. Bugu Tekin kendisini yine uykuda imiş gibi gösterdi. kız bu defa da uyandıramadan gitti.
Sabah olunca, Bugu Tekin kızın tekrar geleceğini düşünerek, buna bir çare bulmak üzere vezirine açtı. Vezir dedi ki: (Bunda korkacak bir şey yok. Belki hepimizin sevineceği Hayırlı bir iş vardır. Herhalde bunun gelişi size kutlu bilgileri öğretmek içindir.Yarin gece gelirse artık kendinizi uykuda göstermeyin. O zaman niçin geldiğini anlarsınız.
Üçüncü gece kız yine geldi. Ama bu defa Bugu Tekin onu karşıladı, saygı gösterdi. Bu kız vezirin tahmin ettiği gibiydi. Gerçekten bir tanrıça ve gökten gelen bir kızdı. Bugu Tekin' e yeni bir din göstermek için gelmişti.
Bugu Tekin'e: (Arkamdan gel) dedi. Bugu Tekin kızı takip etti. Gittiler. Nihayet (Ak dağ)'a ulaştılar. Bugu Tekin'e yeni bir dinin gizli taraflarını anlatmaya başladı.
Bundan sonra kız otağa gelir, Bugu Tekin'i (Ak dağ)'a otururdu. Bu durum çok gece devam etti. Bugu Tekin yeni dinin esaslarını ve sırlarını öğrendi.
Bir gece artık bu görüşmelerin sonu idi. kız veda ederken (Gökte, yerde ne varsa hepsini öğrendiniz. Ben artık gelmeyeceğim. Yarından itibaren dünyanın dört bucağını fethe başlayın. Gösterdiğim yolda adalet yapın. Size öğrettiğim gerçekleri her tarafa yayın) dedi.
Sabah olunca Bugu Tekin kardeşlerini çağırdı. Her birini bir orduya tayin ederek bunları dört bucağın fethine gönderdi. Kendisi de büyük bir ordu ile Çin üzerine yürüdü. Hepsi de seferlerini başardılar.
Dokuz Oğuz - On Uygur (Ağaçtan Doğan Çocuklar)
Dokuz Oğuzlar' ın ataları olan bir hakanın iki güzel kızı vardı. Bunlar ancak tanrılara layıktı. Babaları insanlardan ayrı bulundurmak için bu kızları, yaptırdığı bir kulenin içine koydurdu ve yalvararak tanrıyı çağırdı.
Bunu üzerine tanrı bir boz kurt olarak geldi, kızlarla evlendi. Tanrının bu kızlardan Dokuz Oğuz ile On Uygur evladı oldu. Bunlar zamanla çoğaldılar.
Bu Dokuz Oğuzlar'dan türeyenler Kumlanco adi verilen ülkede oturdular. Burada Hurin adında bir dağ vardı. Bu dağdan Tuğla ve Selenka adında iki ırmak akardı. Bu ırmakların arasında da iki ağaç vardı. Bu ağaçların biri Kayın, oburu de Çam idi. Bir gece bu ağaçların üzerine gökten nur indi. gün geçtikçe ağaçlardan birinin karni sisti. Dokuz ay on gün sonra ağacın karnında bir kapı acildi. İçeride ağızlarında gümüş emzikler bulunan beş çocuk göründü.
Daha çocuklar dogmadan bu ağaçların etrafında gümüşten bir daire türemişti. ağaçlardan müzik sesleri geliyordu. Oradaki Dokuz Oğuzdan türeyen Türk'ler bu çocukları büyüttüler; adlarını Sungur Tekin, Kutur Tekin, Tukak Tekin, Or Tekin, Bugu Tekin koydular. Bunlar on beş yaşına gelince, baba ve analarını sordular. Halk onları iki ağacın yanına götürdü: İşte bunlardan bir babanız, biri de ananızdır) dediler. Çocuklar bu ağaçlara saygı gösterdiler. (Sevgili anamız ve babamız) diye onlara sarıldılar. O zaman ağaçlar da dile gelerek evlatları hakkında hayırlı duada bulundular.
Nihayet bir gün halk toplanarak, Bugu Tekin' i hakan seçtiler. Çünkü Bugu Tekin hem zeki hem de her boyun dilini, obalarının şayisini biliyordu. Bunun üç kargası vardı ki her yerden olup biteni haber verirdi.
Bugu Tekin bir gece rüyasında; beyazlar giyinmiş, elinde beyaz bir asa tutan ak sakallı bir adam gördü. Bu adam fıstık seklindeki (Yeşim Taşı) denilen taşı gösterdi: (Türkler bunu ellerinde tuttukça dört bucağa hakim olacaklardır) dedi.
Ergenekon Destanı
Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır. Kök-Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı'nın, Türk destanlarının içinde ayrı ve seçkin bir yeri olup, en büyük Türk destanlarından biridir. Ergenekon Destanı'nın, Türk toplum yaşamında yüzyıllarca etkisi olduğu gibi, bugün bile Anadolu'nun dağlık köylerinde, birtakım gelenek ve göreneklerde etkisi görülmektedir.
Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır.
Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Efsanesi'nin devamı, Ergenekon Destanı'dır. Ergenekon Destanı, Cengiz Han çağında moğollaştırılmıştır. Ancak bu efsanenin kökleri ve ana motifleri, açıkça Kök Türkler ile ilgilidir.
Kök Türk Devleti, MS 6.yy.dan itibaren bir cihan imparatorluğu olmuş ve 200 yıl yaşamıştır. Böyle büyük ve güçlü bir devletin, ilkel Moğollar'dan bir efsane alıp kökenlerini ona dayandırması mümkün değildir. Ayrıca, Ergenekon Destanı'nın ana motiflerinden biri, Demirci'dir. Destanda demirci, dağda demir madeni bulur ve Türkler bu demir madenini eriterek Bozkurt'un önderliğinde Ergenekon'dan çıkarlar. Unutmamak gerekir ki, Göktürkler'in ataları da demirci idiler. Onlar en iyi çelikleri işler, başka devletlere silah olarak satarlardı. Göktürkler'in ataları, demir cevherleriyle dolu dağların eteklerinde türemişler, demirleri eriterek yeryüzüne çıkmışlardı. Sonradan kendilerinin de demirci olmaları bundan ileri gelmektedir.
Göktürkler'in temel toprakları olan Altay ve Sayan dağları, zengin demir madenlerinin bulunduğu bir yerdi. Burada çıkan demirin yüksek cevherli olması ve Türkler tarafından mükemmel bir biçimde işlenmesi, çağın Türk savaş endüstrisinin en önemli özelliği idi. Göktürkler çağında Türkler'in işlettikleri demir ocakları ve dökümevleri bulunmuştur. Göktürkler demirden ürettikleri kılıç, kargı, bıçak gibi savaş araçlarının yanında yine demirden saban, kürek, orak gibi tarım araçlarını yapmakta da usta idiler. Oysa, Göktürklerden tam beş yüzyıl sonra, yine Türklerle birlikte olmak üzere bir devlet kuran Moğollar, demirciliği bilmezlerdi.
Cengiz Han zamanında Moğollar'a elçi olarak gönderilen Çin'deki Sung sülalesinin generali Men Hung, yazmış olduğu ''Meng-Ta Pei-lu'' adlı ünlü seyahatnamesinde, Moğollar'ın Cengiz Han'dan önce maden işlemeyi bilmediklerini, ok uçlarını bile kemikten yaptıklarını, Moğollar'a demir silahların Uygur Türkleri'nden geldiğini anlatmaktadır. Zaten Moğollar, demirciliği Uygur Türkleri'nden öğrenmişlerdir. Aslında demircilik, o çağın Moğol düşüncesine göre büyücülere özgü korkunç bir sanattı. Ayrıca Bozkurt, Türkler'in kutsal hayvanıdır. Moğollar'ın kutsal hayvanı köpektir.
Ergenekon Destanı'nda Türkler, Ergenekon ovasından çıkmak istediklerinde yol bulamazlar. Çare olarak da dağların demir madeni içeren bölümlerini eritip bir geçenek açmayı düşünürler. Demir madenini eritmek için dağların çevresine odun-kömür dizilir ve yetmiş deriden yetmiş körük yapılıp yetmiş yere konulur. Yedi ve yetmiş sayıları, dokuz ve katları ile birlikte, Türkler'in mitolojik sayılarındandır. Moğollar'ın mitolojik sayıları ise altı ve altmıştır. Destanda altmış yerine yetmiş sayısına yer verilmesi, bu efsanenin Moğolca bir metinden öğrenilmemiş olduğunu, Türkler'e ait olduğunu gösterir.
Mağaralar, Türk mitolojisinde ve Türk halk düşüncesinde önemli bir yer tutarlar. Bu, yalnızca Göktürk efsanelerinde, Bozkurt ve Ergenekon destanlarında değil, Anadolu'daki masallarda da böyledir. Göktürk efsanelerinin, Bozkurt ve Ergenekon destanlarındaki motiflerin ufak değişikliklere uğramış örneklerini, Anadolu efsanelerinde de bulabiliriz. Hatta islami hikayelerde bile:
Bir Anadolu efsanesinde Muhammed Hanefi (Hz. Ali'nin Hz. Fatma'dan sonra evlendiği ve bu evlilikten olan dört çocuğundan biridir. Diğer Çocukları; ise Ümmü Gülsüm, Zeynep ve Kasım'dır), önüne çıkan bir geyiği kovalar. Geyik bir mağaradan içeri girer. Muhammed Hanefi de geyiğin arkasından mağaraya girer. Mağaradan geçerek büyük bir ovaya varır ve burada Mine Hatun'la karşılaşır. Dikkat edilirse, bu Anadolu efsanesindeki mağara, Bozkurt'un hayatta kalan tek Türk gencini götürdüğü mağaranın ve mağaradan çıkılan ova da yine Bozkurt Destanı'ndaki kurdun, yaşayan tek Türk gencini mağaradan geçerek götürdüğü ovanın aynısıdır. Ayrıca yine bu ova, Ergenekon Destanı'ndaki Kayı ile Tokuz Oguz'un yurt tuttukları ovanın aynısıdır.
Altay Türkleri'nin efsanelerinde de Bozkurt ve Ergenekon destanlarının izlerini görmek mümkündür. Bir Altay efsanesinde, bir bahadır avlanırken karşısına çıkan geyiği kovalamağa başlar. En sonunda bir Bakır-Dağ'ın önüne gelirler. Baştan başa bakırdan yapılmış olan dağ birden açılır ve geyik açılan delikten içeri girer. Genç bahadır da geyiği izler. Az sonra geyik kaybolur. Efsanenin devamında bahadır türlü canavarla, iyi yürekli yaşlı kişilerle, çok güzel kızlarla karşılaşır. Bu Altay efsanesinde de aynı mağara ve mağaradan geçilerek ulaşılan ova motifleri vardır ve bu Altay efsanesi, Muhammed Hanefi'nin efsanesine belirgin bir biçimde benzemektedir. Altay masal ve efsanelerinde bu tür öykülerin daha mitolojik biçimde olanları da vardır.
Asya Büyük Hun Devleti'nde, bizzat Hun hakanının başkanlık ettiği törenler vardır. Bu törenlerden en önemlisinde, devletin ileri gelenleri toplanarak Ata Mağarası'na giderler ve orada, hakanın başkanlığında dini törenler yapılır, atalara saygı gösterilir. Aynı törenler, Göktürk Devleti'nde de yapılagelmiştir. Bu adı geçen Ata Mağarası, Bozkurt'un Türk gencini düşmandan kaçırıp sakladığı ve Ergenekon'a ulaştırdığı mağaradır. Ancak bugün, bu mağaranın yeri bilinmiyor. Tabgaçlar da kayaları mağara biçiminde oyarlar ve burada yere, göğe, ata ruhlarına kurban sunarlardı. Bu kurban töreninden sonra da, çevreye kayın ağaçları dikilir, o bölgede kutsal bir orman oluşturulurdu. Asıl önemli olan nokta ise, bütün milletçe bunlara inanılması ve devletin de bu efsaneye saygı göstermesidir. Ayrıca, Aybek üd-Devâdârî'nin anlattığı, Türkler'in kökenine ilişkin ''Ay Ata Efsanesi''nde de mağara ve mağarada türeme motifi vardır. Bu efsanede de, Türkler'in ilk atası olan Ay Ata, bir mağarada meydana gelir. Ay Ata Efsanesi'ndeki mağara, ilk ataya bir ana rahmi görevi görmüştür.
Ergenekon Destan'ı, Türkler'in yüzyıllarca çift sürerek, av avlayarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili kutsal toprakların öyküsüdür. Ergenekon Destanı'nın önemli bir çizgisi, Türkler'in demircilik geleneğidir. Maden işlemek, demirden ve en iyi çelikten silahlar yapmak, Eski Türkler'in doğal sanatı ve övüncü idi. Ergenekon Destanı'nda Türkler, demirden bir dağı eritmiş ve bunu yapan kahramanlarını da ölümsüzleştirmişlerdir.
Ergenekon Destanı ilk kez, Cengiz Han'ın kurmuş olduğu Türk-Moğol Devleti'nin tarihçisi Reşideddin tarafından saptanmıştır. Reşideddin, ''Câmi üt-Tevârih'' adlı eserinde Ergenekon Destanı ile ilgili geniş bilgiler vermektedir. Fakat Reşideddin, -yukarıda da değinildiği gibi- bir Türk destanı olan Ergenekon Destanı'nı moğollaştırmıştır (Ergenekon Destanı'nın nasıl moğollaştırıldığı hakkında Prof.Dr.Bahaeddin Ögel'in, Türk Mitolojisi [1.cilt, 59-71. sayfalar] adlı yapıtında geniş bilgiler vardır).
Ergenekon Destanı, Hıve hanı Ebulgazi Bahadır Han'ın 17.yy.da yazmış bulunduğu ''Şecere-Türk'' (Türkler'in Soy Kütüğü) adlı esere de kaydedilmiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kurtuluş Savaşında'ki Anadolu'yu, Ergenekon'a benzeterek aynı adı taşıyan bir kitap yazmıştır.
Ergenekon Destanı'nda Bozkurt, öteki Türk destanlarında da olduğu gibi, ön planda ve baş roldedir. Bu kez Türkler'e yol göstericilik, kılavuzluk yapmaktadır.
Bir rivayete göre Türkler, Ergenekon'dan 9 Martta çıkmışlardır. Başka bir rivayet ise bu tarihi 21 Mart (Nevruz Bayramı) olarak verir. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon'dan çıkış işlemleri 9 Martta başlamış, 21 Martta da tamamlanmıştır.
Destan aşağıda özetlenmiştir:
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türkler'in üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.
Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki:
"Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur !"
Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler,
''Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar'' deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.
O çağda Türkler'in başında İl Kagan vardı. İl Kagan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kagan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dörtbir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım." Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.
Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.
Türkler'in vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye "ERGENEKON" dediler.
Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.
<>Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki:
"Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım."
Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki:
"Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir."
Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.
Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.
Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türkler'in bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kaganı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.
Ergenekon'dan çıktıklarında Türkler'in kaganı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler göderdi; Türkler'in Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türkler'in buyruğu altına gire. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi kagan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar.
Türk Beğleri, Ergenekon'dan Çıkış Gününü Kızgın Demir Döğerek Kutluyorlar.
Ezo Gelin Efsânesi
"Ezo gelin, benim olsan seni vermem feleğe,
Güzel yosmam, başın için salma beni dileğe,
Anası huridir de, kendi benzer meleğe
Nenneyle de ah bahtı karam nenneyle, neneyle
Çık Suriye dağlarına bizim ele el eyle,
Gel bahtı karam gel, sıladan ayrı yazılalım gel…
Ezo Gelin, çık Suriye Dağları'nın başına,
Güneş vursun da kemerin kaşına, kaşına,
Bizi kınayanın bu ayrılık gelsin başına başına
Nenneyle de, ah bahtı karam nenneyle, neneyle
Çık Suriye Dağları'na, bizim ele el eyle,
Gel bahtı karam, gel sıladan ayrı yazılalım, gel…"
Asıl adı "Zöhre" olan Ezo Gelin, 1909'da Oğuzeli ilçesinin Uruş köyünde doğdu. Babası, Bozgeyikli oymağından Emir Dede, anası Elif'tir. Nüfus kaydında halen bekâr görünen Ezo'nun, üçü erkek, üçü kız altı kardeşi daha vardır. Ezo, erken gençliğinden itibaren, güzelliğiyle dikkatleri üzerinde topluyordu. O kadar ki; düğünlerde gözler, gelinden çok onun üzerinde gezinirdi. Ezo'yu, birçok zenginin yanı sıra, o zamanki Halep ilimizin Carablus ilçesinin Kozbaş köyünde oturan teyze oğlu Memey (Mehmet) istiyordu. Taktirde yazılan tedbirde bozulmazmış. Ezo'nun ilk evliliği ne bu ağalardan biriyle oldu, ne de teyze oğluyla…
Ezo'nun Güzelliği
Anlatanlar, Ezo'nun güzelliğini nereye koyacaklarını bilemiyorlar. Öykümüze geçmeden, Ezo'nun güzelliği üstüne dillerde dolaşanları özetlemeye çalışalım:
- Öylesine güzelmiş ki Ezo; görenler, iki yanağına birer elma oturtulmuş sanırlarmış.
- Öyle güzelmiş ki Ezo; bakanlar bakmaya doymazlarmış.
- Öyle güzelmiş ki, bir yaz günü kapısını çalıp bir kap ayran isteyen gurbetçi bir çerçi, Ezo'nun güzelliği karşısında şaşalayıp, Ezo'nun uzattığı ayran tasını yere düşürüp kırmış.
- Öyle güzelmiş ki Ezo; gülümseyerek bakmasıyla, düşmanları barıştırırmış,
- Öylesine güzelmiş ki Ezo; olursa o kadar olurmuş…
Öykümüz, Başlıyor…
Ezo'nun güzelliği söyleyen dillere söylence olurken, Barak ovasında bir genç adamın adı dillerde dolaşır olmuştu. Bu komşu Beledin köyünden, "Şitto" Hanefi Açıkgöz'dü. Şitto'nun bağlaması, akarsulara "Siz şırıldamayın, ben şırıldayayım."; sesi de bülbüllere, "Siz şakımayın, ben şakıyayım." diyen cinstendi. O sıralar Hanefi 30; ay'a "Sen doğma, ben doğayım." diyen güzeller güzeli Ezo da 20 yaşlarındaydı.
Gün o idi ki; Uruş köyünde Hacı Mamuş'un düğünü vardı. Düğüne, Ezo da Şitto da çağrılıydılar elbet. Düğünde tüm gözler, gelini de güveyi de unutup, Ezo ile Şitto'yu izledi. Şitto, Ezo'ya gönlünü kaptırdı. Şitto Hanefi'nin gönlüyle kafası aynı telden çalıyordu. Bu nedenle, Ezo'ya dünür yolladı. Hanefi, ala ala "Düşünelim." cevabı aldı.
Araya acımasız zaman girdi. Bu ara Şitto, kendi köyü Beledinden Mehmet Örtürk'le yörenin töresi olan "değişik"i uygulamaya karar verdi.(Bu töreye göre, bir erkek, hısımlarından bir kızı bir arkadaşına verir, arkadaşının hısımı bir kızı alır. Böylece iki tarafta çevrede "kalın" diye anılan başlıktan kurtulmuş olur.) Şitto, halası Hazik'i Mehmet'e verecek; buna karşılık Mehmet'in kız kardeşi Selvi'yi alacaktı. Araya girenler girdi; bu "değişik" gerçekleşemedi. Öyle ki; Şitto Hanefi, eş-dostla acı-yüz (yani onların yüzüne bakamaz) oldu.
Ezo Şitto İle Evleniyor
Derler ya; "İnsan sarayda olmamalı. Saray insanda olmalı…" Şitto'nun doğru-dürüst evi bile yoktu; ama, yüreğinde Ezo geziniyordu. Eşin-dostun araya girmesiyle, Ezo Şitto'ya çatıldı. "Ele gelin gelir, bize kalın gelir" demişler. Bu evlenmede Şitto'ya kalın (başlık) da gelmeyecekti. Çünkü Şitto, Ezo'yu almasına karşılık; Ezo'nun ağabeyi Zeynel'e halası Hazik'i verecekti. Alan râzı, veren râzı…
Güzün ortanca ayında, iki düğün birden kuruldu. Şitto'yla Ezo'nun düğünü Beledin köyünde; Zeynel'le Hazik'in düğünü Uruş'ta kuruldu. Zurna öttü davul vuruldu… Alındı, verildi; iki köyde, gerdeğe girildi. Sen sağ, ben selamet. Bu demektir ki iki köyde iki mutlu yuva kuruldu.
Şitto ile Ezo, sizlere lâyık mutlu bir yaşamı sürdürüyordu. Ağızlarının tadı yerindeydi yani. Gel gelelim, mutlulukları göze geldi.
Daha doğrusu aralarına arabozucular girdi. Yemediler, içmediler, dedikodu yaptılar. Atalarımız; "Söz taşıma, taş taşı." demiş ama, bazı kendini bilmezler söz taşıdılar. Hatta kendileri söz uydurup getirdiler, götürdüler…
Bir harman sonu evlenmişlerdi; ikinci harman sonuna dek birlikte yaşayamadı Şitto ile Ezo. Şitto, öykülerini bir cümlede özetler.
"Kötü talih; geç buldum, tez yitirdim…"
Şitto Ezo'yu boşayınca "değişik" töresince halası Hazik de geri döndü.
Ezo'nun İkinci Evliliği
Efsanesel güzel Ezo, Şitto Hanefi'den ayrıldıktan sonra altı yıl dul kaldı. Yörenin ağızbirliği etmişçesine anlattıklarına göre Ezo, bu süre boyunca daha bir serpildi, daha bir güzelleşti. Öyle ki, görenin gözü kalırdı. Nasıl anlatmalı: O bir ışıktı da, tüm erkekler, onun çevresinde pervane kesilmişlerdi.
Genç-yaşlı, zengin-fakir, nice tâlibi çıktı Ezo'nun. Her tâlibi, tek-tüy isteyen; Hz. Süleyman'ın önünde tüm tüylerini döküverdiği söylenen yarasa örneği, neyi var, neyi yoksa önüne seriyorlardı Ezo'nun. Ezo, tam altı yıl, evlenme önerilerini geri çevirdi. Sonunda, ailesinin de ısrarı üzerine, kendisine genç kızlığından beri tâlip olan teyze oğlu Memey'le evlenmeye râzı oldu. Türkmen oymağından olan Memey Suriye'nin, Calabrus ilçesinin Türkiye sınırına yakın Kozbaş köyünde oturuyordu. Ezo 1936 yılının güzünde Uruş'tan Kozbaş'a gelin gitti. Bu evliliği de değişik töresine göre olmuş; onu alan Memey, bacısı Selvi'yi, Ezo'nun ağabeyi Zeynel Bozgedik'e vermişti.
Öykünün Sonu
Ezo'yla Memey'in iki kızları oldu. İlki fazla yaşamadan öldü. "Celile" adlı ikinci kızları halen sağdır ve Suriye'de yaşamaktadır.
Ezo'nun ikinci kocasıyla geçimi yerindeydi. Ne var ki "gurbet" denilen bir ateş yüreğini yakıyordu da. Türk köylüsü "Çalının ardı gurbet" der. Ezo da, Kozbaş'tan Türkiye'yi, Uruş'u görüyordu. Hatta ara sıra doğduğu köye gidip geliyordu; ama, bunlar özlemini azaltmıyor; pekiştiriyor, dayanılmaz hale getiriyordu. Yakınları, onun "Vara öleyim, tek yurdumda kalayım." dediğini anlatırlar.
Ezo bir de "Göreceksiniz, bu gurbetlik beni öldürecek." der ve öldüğünde, hiç olmazsa Türkiye'yi görecek bir yere gömülmesini dilerdi.
Dediği de oldu. Suriye'ye gidişinin yirminci yılında, 1956 güzünde, Ezo, yatağa düştü. Hastalığının ince hastalık (verem) olduğunu, herkes gibi kendisi de biliyordu. Ezo, kızı Celile'yi yatağının başından ayırmak istemiyordu. Ecelle kavil gününün gelip çattığını anlıyor, tek avuntuyu güzel kızı Celile'de buluyordu.
Ve Ezo Gelin, güz yağmurlarının düştüğü bir Cuma, yatsı vakti son soluğunu soludu.
Eşi ve yakınları, vasiyetini dikkate alarak, onu; ara sıra tepesine çıkıp yaşlı gözlerle Türkiye'yi seyrettiği Bozhöyük'ün en yüksek noktasına gömdüler. "Mezarı oradadır şimdi o kumlar ülkesinde…"
Gılgamış Destanı
Gılgamış Destanı, Mezopotamya'da ortaya çıkan tarihteki ilk yazılı destandır. Ölümsüzlüğü arayan bir kralın öyküsüdür.
Tarihçesi
Destana konu olan kral Gılgamış gerçekten yaşamış ve M.Ö. 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, Gılgamış'ın ölümünden bin yıl kadar sonra yazılmıştır ve günümüze kadar gelebilmiştir.
Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akat dilinde yazılmış tabletlerden oluşur. Bunlardan günümüzde 11 tablet bulunabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. Aslında 12. bir tablet de bulunmuştur ancak olayların sırasına uymamaktadır ve bu yüzden ayrı bir versiyon olduğu düşünülmektedir. 1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. 7. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.
Hikayesi
Tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. Derinlemesine hikaye türünün en olağan üstü biçimde anlatıldığı Gılgamış akılların tamamen özgür ve doğaçlama melekesini gözler önüne sermektedir.
İlk serüven Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur.
Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış bunu red eder. Onuru kırılan İştar Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür.
Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Ama, destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir.
Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir.
Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan, Gılgamış’ın ölüm karşısında yenilgisiyle biter.
Önemi
Destzn, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşayışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır.
Gılgamış Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı "Tufan" öyküsü , üç büyük dinin Kutsal Kitapları'da yer almasıdır. "Ölümsüzlük Otu" öyküsü, Türk-İslam dünyasının "Lokman Hekim" söylemine benzer.
Gordion Düğümü
Gordion düğümü, bir öküz arabasını bir sütuna bağlayan karmakarışık bir sarmaşıklar yığınıdır. Araba, Midas'ın ya babası ya da atası olan Gordios'a aittir. Yeni bir lider arayışında olan Friglere bir kahin tarafından, şehre öküz arabası ile giren ilk adamı kral ilan etmeleri söylenir. İşte bu kişi Gordios'tur. Gordios, kral olur ve öküz arabası tapınakta gösterime konulur. Asırlar sonra Büyük İskender zamanında, Gordios'un öküz arabası, düğümü çözecek kişinin Asya'nın hakimi olacağı söylentisi ile ünlenir.
Büyük İskender, Gordion'a geldiğinde (M.Ö. 334) düğümü çözmeye çalışır ama başarısız olur. Sabırsız bir öfkeyle, kılıcını çeker ve düğümü ortadan ikiye ayırır. İskender, gerçekten de Pers İmparatorluğu'nun fatihi ve Asya'nın hakimi olma yolundadır. Ancak 33 yaşında ateşli bir hastalıktan zamansızca ölümü, bilgelerce İskender'in Gordion düğümünü çözmek yerine sabırsızca davranmasının akıbeti olarak görülmüştür.
Göç Destanı-Türkler
Bugün Orkun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu kente Ordu-Balıg denildiği sanılmaktadır. Göç Destanı, bu kentteki saray yıkıntısının önünde bulunan anıtlardan birinde yazılıdır. Bu yazıtlar, Hüseyin Namık Orkun'a göre, Mogol hanı Ögedey döneminde Çin'den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.
Göç Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters düşer nitelikte değil birbirini bütünler niteliktedir. İran kaynaklarındaki söyleyiş biçimi, tarihsel bilgilere daha yakındır. Ayrıca İran söyleyişi, Uygurlar'ın maniheizm dinini benimseyişlerini anlatan bir menkıbe niteliğindedir. İran söyleyişi Cüveynî'nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.
Destanda adı geçen Bögü Kagan, MS 8. yüzyılda yaşamış bir Uygur kaganıdır. 763 yılında Bögü Kagan, Mani (Maniheizm) dininin rahiplerini çağırıp onları dinlemiş ve bu dini Uygur Devleti'nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki efsanenin kahramanı olan Bögü Kagan, Mani dinini benimseyip yayan bu kagandır. Bögü Kagan'ın Mani dinini kabul etmesi, Göç Destanı'nın İran kaynaklarına göre olan varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu, gerekse dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması gerekirdi. Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda Bozkır Kültürü ağır basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri ile donanarak Eski Türk inançları Maniheizm ve Budizm inançlarını adeta efsanenin dışına itmiştir.
Türk destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti olma ülküsünün Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı görülür. Oguz Kagan, Alp Er Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında görülen bu ülkünün Göç Destanı'na da işlenmesiyle, Türk destanlarının yapı bakımından belirgin bir bütünlük kazandığı görülür. Türk destanlarının ayrı adlarla farklı zamanlarda kurulmuş gibi görünmelerine karşın, destanların oluşumunda aynı boyların etkili oluşu destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar.
Çin ve İran kaynaklarınca bir çok kez sözü edilen Göç Destanı ile ilgili en önemli kaynaklardan biri İranlı tarihçi Cüveynî tarafından yazılmış olan "Tarih-i Cihangüşa" adlı yapıtdır. İkinci önemli kaynak da son Uygur hanlarından Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan mezar taşı yazıtıdır. Bu yazıtın metni sonradan özet olarak Çin tarihlerine geçmiş ve kimi Avrupalı yazarlar da ikinci elden kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır.
Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı Arasındaki Benzerlikler
Göç Destanı'nın kahramanı olan Bögü Kagan'ın akınları, Oguz Destanı'nın kahramanı Oguz Kagan'ın seferleriyle benzerlik göstermektedir. Oguz Kagan Destanı'nın islamî söyleyişinde Oguz Kagan, kuzeybatıdaki karanlık ülkelere doğru gittikçe, başları köpek başına benzeyen İt-Barak adlı bir kavme rastlar. Oguz Kagan Destanı'nın anlatımına göre artık buradan sonra insanoğlunun yaşadığı topraklar bitmekte, garip yaratıkların ülkeleri başlamakta idi. Bögü Kagan da akınlarında o denli ilerilere gitmişti ki artık elleri ve ayakları hayvanlarınkine benzeyen insan türlerine rastlamıştı. Göç Destanı'na göre Bögü Kagan, tıpkı Oguz Kagan gibi, Hindistan'ı da ele geçirmişti. Ancak Bögü Kagan hakkında destanda geçen bu anlatımlar gerçek tarih olaylarına uygun ifadeler değildir. Büyük olasılıkla, bu efsaneyi yazan/söyleyen Uygurlar'ın elinde Oguz Destanı ya da Oguz Destanı'na benzer bir destan vardı (zaten Oguz Destanı'nın islam öncesine ait versiyonu Uygurlar arasında söylenmekte olup yazılı nüshası Uygurlar'dan günümüze intikal etmiştir). Uygur Türkleri, Mani dinini kabul edip yayan Bögü Kagan'ı, bu eski destana yerleştirmiş ve Göç Destanı'nı yaratmışlardır. Göç Destanı'na göre, Balasagun (=Kuz-Balıg) kentini kuran da Bögü Kagan'dır. Ancak, tarihî kaynaklara göre Uygur Devleti'nin egemenliğinin Isıg-Göl'ün batısına geçmediği de bir gerçektir.
Reşideddin'in Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının nasıl türediği anlatılırken, Kıpçak Türkleri'nin türeyişinin bir ağaç aracılığıyla gerçekleştiği hikaye edilir. Oguzname, Kıpçak Türkleri'nin ortaya çıkışını şöyle anlatır:
Oguz'un çerilerinden birinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu Oguz'un yanına getirdiler, durumu ona anlattılar. Oguz, çocuğun adını Kıpçak koydu. Kıpçak, kabuk sözcüğünden çıkmıştır; Türk dilinde içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler. Türkler'in düşüncesine göre Kıpçak boyları bunun neslinden olmuşlardır.
J.P.Roux'a göre, Reşideddin'in naklettiği Oguz Kagan Destanı'ndaki (Oguzname) ağaç kovuğunda doğum yapan bu kadının çocuğuna Oguz Kagan tarafından Kıpçak adının verilmesi, Bögü Kagan Efsanesi'nin yani Göç Destanı'nın sonraki bir varyantıdır.
Göç Destanı'nda, Oguz Kagan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı Bögü Kagan'ın kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına çıkmamış olan Uygur kaganları, Göç Destanı'nda bir dünya egemeni olarak görülmektedir. Bögü Kagan, Oguz Kagan gibi, bütün seferlerinden zaferle döner. Oguz Kagan'ın ilahi ışıklar içinde bulup evlendiği kıza karşılık Bögü Kagan'a yedi yıl gelen ve birlikte Kutlu Dağ'a gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup Bozkır inançlarına göre kız biçimini almış yardımcı bir ruhtur. Oguz Kagan Destanı'ndaki Oguz Kagan'ın veziri Uluğ Türk'ün düşüne karşılık, benzer biçimde Bögü Kagan ile veziri de bir düş görürler ve bu iki düş de adı geçen kaganların devletlerinin geleceğini etkiler.
Yukarıda sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın kuruluşunda Oguz Kagan Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Destanda Asya'ya hatta dünyaya egemen olan bir devlet portresinin çizilmesi, Oguz Kagan ve Alp Er Tonga (Afrasyab) destanlarındaki geleneğin ve Türkler'in yaşam anlayışının Göç Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç Destanı ile Oguz Kagan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç Destanı, Oguz Kagan Destanı kadar görkemli bir destan değildir.
Aşağıda Göç Destanı'nın iki ayrı söyleyiş biçimine de yer verilmiştir. Önce Çin kaynaklarına göre, daha sonra da İran kaynaklarına göre olan Göç Destanı'nı bulacaksınız.
Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı
Uygur ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler, ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.
Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. İçinden beş küçük odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı; onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin Kotur Tigin, üçüncüsünün Tükel Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en küçüğünün adı da Bögü Tigin idi. İnsanlar, bu beş çocuğu Tanrı'nın gönderdiğine inandılar. İçlerinden birini kagan yapmak istediler. Bögü Tigin ötekilerden daha güzel, daha yiğit, daha akıllı idi. Halk, Bögü Tigin'in hepsinden üstün olduğunu anladı, onu kagan seçti. Bögü Han, büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da Uygurlar'ın başında kaldı.
Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar'a kagan oldu. Yolun Kagan'ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kagan, oğlu Kalı Tigin'e çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.
Evlilikten sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun Dağı'na "Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun Dağı'nın çevresinde daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı Dağı'nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ, koca bir kaya parçası idi.
Günlerden bir gün Çin elçileri, yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında konuşup şöyle dediler.
"Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkler'i yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız."
Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kagan'a gittiler. Ona dediler ki:
"Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."
Yeni kagan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını düşünemedi; Çinliler'in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak, Türkler'in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kagan bu kutsal kayayı Çinliler'e verdi. Ama kaya, kolay kolay sökülüp götürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine götürdüler.
İşte, ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kagan öldü. Ne var ki, kaganın ölümüyle de ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası, Türkeli'nin felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar kurudu, ürün vermez oldu. Yolun Kagan'dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya öldüler.
Günlerden sonra Türk tahtına Bögü Kagan'ın torunlarından biri oturdu. O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan "Göç!... Göç!..." diye çığrışmağa başladılar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek dayanmıyordu.
Uygurlar bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar, yola koyuldular. Yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç ettiler.
Sonunda adına Turfan denilen bir yere geldiler. Burada sesler kesildi. Uygurlar bu yere kondular, beş kent kurup yerleştiler. Adını da Beş-Balıg koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.
İran Kaynaklarına Göre Göç Destanı
Uygur ülkesinde Kara-Kurum çaylarından iki ırmak vardır. Bunlardan birine Togla, birine de Selenge adı verilirdi. Bu sular akarak Kamlançu'da birleşirlerdi. Bu iki ırmağın arasında iki ağaç vardı. Bu ağaçların biri fusuk, biri tur ağacı idi. Bunların yaprakları, yaz ya da kış olsun, dökülmezdi. Bu iki ağaç, iki dağın arasında yetişip büyümüştü.
Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık indi. İki yandaki dağlar yavaş yavaş büyümeğe başladı. Halk şaşırmıştı. İçlerinde büyük bir saygı duyarak oraya yaklaştılar. Ağaçların yanına vardıklarında kulaklarına çok tatlı ve güzel ezgiler gelmeğe başladı. Her gece buraya bir ışık inmeğe ve ışığın çevresinde otuz kez şimşek çakmağa başladı. Bir gün insanlar burada ayrı ayrı kurulmuş beş çadır gördüler. Çadırların her birinde bir çocuk oturuyordu. Her çocuğun karşısında da onları doyurmağa yetecek denli süt dolu emzikler asılı idi. Çadırın tabanı baştan ayağa gümüş ile döşenmişti.
Bütün boyların beğleri ve halkı bu garip işi görmek için kalkıp geldiler. Manzarayı görünce saygı ile diz çöktüler, selam verdiler. Çadırlara girdiler, çocukları alıp dışarı çıktılar. Beslenip büyütülmeleri için çocukları süt analarına, dadılara verdiler. Çocuklar büyüyüp konuşmağa başlayınca Uygurlar'a ana babalarını sordular. Uygurlar, o iki ağacı gösterdiler. Çocuklar ağaçları görünce, bir çocuğun babasına gösterdiği saygıyı gösterdiler; ağaçların karşısında diz çöktüler, yeri öptüler. Bunun üzerine ağaçlar dile geldi ve şöyle dedi:
"Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar böyle olurlar, ana babalarına saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız büyük, ününüz sürekli olsun."
Çevrede yaşayan bütün kavimler bu çocuklara hükümdar oğullarıymış gibi saygı gösterdiler. Kente dönünce, çocukların her birine bir ad koydular. En büyüğünün adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kotur Tigin, üçüncüsünün adı Tükel Tigin, dördüncüsünün adı Or Tigin, beşincisinin adı da Bögü Tigin oldu. Çocukların doğuşundaki kutsal durumu görenler, bunlardan birinin kagan seçilmesi kararına vardılar.
Çocuklar arasında Bögü Tigin güzelliği, boyu posu, sabrı, iradesi, ileri görüşlülüğü bakımından öbürlerinden önde idi. Ayrıca, bütün milletlerin dillerini, yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan seçilmesi kararında birleşti. Bögü Kagan, büyük bir törenle tahta oturdu. Bögü Kagan, ülkeyi adaletle yönetmeğe başladı; adamları, mâiyeti, çerileri (=askerleri), atları gittikçe çoğalmağa başladı. Egemenlik süresi içinde Bögü Kagan'a üç karga yardım etti. Bu kargalar dünyanın bütün dillerini bilmekteydiler. Nerede bir olay olursa Bögü Kagan'a bildirirlerdi.
Bir gece Bögü Kagan uyurken, penceresinin önünde bir kız hayali belirdi, onu uyandırdı. Bögü Kagan ürktü, kızı görmemiş gibi davrandı, kendisini uykuda imiş gibi gösterdi. İkinci gece kız yine geldi. Bögü Kagan, yine görmüyormuş gibi yaptı, kendisini uykuda gösterdi. Sabah oldu. Kagan, vezirine danıştı. Üçüncü gece kız yine geldi. Bögü Kagan, vezirinin öğüdüne uyarak kızı alıp Ak-Dağ'a gitti. Bögü Kagan ile kız bu dağda gün doğana değin konuştular. Yedi yıl, altı ay, yirmi iki gün her gece kız, Bögü Kagan'a geldi; her gece konuştular. Ayrılacakları gece kız, Bögü Kagan'a şöyle dedi:
"Doğudan batıya değin tüm dünya senin buyruğun altına girecektir. İşlerini sıkı tut, iyi çalış."
Ertesi gün Bögü Kagan ordularını topladı. 300.000 çerisini Sungur Tigin'in komutasına verdi; onu Mogol ülkelerine akına gönderdi. 100.000 çerisini Kotur Tigin'in komutasına verdi; onu Tankut ülkesine gönderdi. Tükel Tigin'i Tibet yönüne gönderdi. Kendisi de 300.000 çerisi ile Hıtay'a (=Çin'e) yöneldi. Or Tigin'i ise kendi yerinde kagan vekili olarak bıraktı. Bögü Kagan'ın ordularının hepsi zaferlerle geri döndüler. Getirdikleri mallar, paralar, ganimetler sayılamayacak kadar çoktu. Bögü Kagan, Orkun Irmağı'nın kıyısında Ordu-Balıg adında bir kent kurdurdu; Ordu-Balıg'ı kendine başkent yaptı. Doğudaki bütün ülkeler Bögü Kagan'ın buyruğu altına girdi.
Bögü Kagan bir gece bir düş gördü. Düşünde ak giysilere bürünmüş, başında ak bir şerit, elinde de çam kozalağı büyüklüğünde Yada taşı olan bir yaşlı kişi vardı. Yaşlı kişi Bögü Kagan'a yaklaştı, Yada taşını Bögü Kagan'a verdi ve şöyle dedi:
"Bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağını milletinin buyruğu altına alırsın."
O gece Bögü Kagan'ın başveziri de aynı düşü görmüştü. Bögü Kagan uyanır uyanmaz ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide gide Türkistan'a vardı. Burada çayır çimenle döşenmiş, gürül gürül akan suları olan bir yere rastladı. Burada oturmağa karar verdi. Balasagun kentini kurdu. Bögü Kagan'ın orduları dört bir yana yayıldılar, bütün milletleri egemenlik altına aldılar. Yeryüzünde Türkler'in karşısında duracak kimse kalmadı.Türk orduları o denli ilerlemişlerdi ki acayip biçimli insanlara rastladılar. Bunların elleri, ayakları tıpkı hayvanlarınkine benziyordu. Bu yaratıkları görünce artık bundan sonra insanların bulunmadığını anladılar, geri döndüler.
Daha sonra Uygurlar'ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer geldiler, Bögü Kagan'a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar arasında Hint hükümdarı çok çirkindi. Bunun için Bögü Kagan, bu hükümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kagan yapılan törenden sonra hükümdarlara, kendi ülkelerine dönmelerini ve kendi bölgelerini yönetmelerini buyurdu. Bu hükümdarların Bögü Kagan'a ne kadar vergi verecekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık yeryüzü zapt edilmiş, Bögü Kagan'ın karşısında duracak kimse kalmamıştı. Bögü Kagan geri dönmeğe karar verdi, yurduna geldi.
O çağda Uygurlar'ın din adamlarına "kam" denilirdi. Kamlar cinlere hükmederler, onlara istediklerini yaptırırlardı. Türkler ile Mogollar kamlara çok önem verirlerdi. Bir işe başlamak için kamlara danışırlar, ona göre davranırlardı. Hastalarına da kamlar bakardı. Kamların en güçlü oldukları zaman, iyi ve kötü ruhlarla bağ kurdukları, onlarla konuştukları günlerdi.
Bögü Kagan çağında Uygurlar Çin kaganına elçiler gönderdiler, kendilerine Nom kitaplarından anlayan ve adlarına Tüvinyan denilen din adamlarını göndermesini istediler. Nom, Çinliler'in din kitaplarının adıydı. Çinliler, bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlardı.
Çin ülkesinden Nom yöntemlerini bilen kişiler geldiler. Bunlar kamlarla oturup konuştular, kendi din kitaplarını gösterdiler, onlarla tartıştılar. Kamlar tartışmayı yitirdi. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin'den gelen yeni dini kabul ettiler (bu din Maniheizm'dir).
Harput Kalesi (Süt Kalesi) Efsanesi
Harput kalesinin bir adı da Süt kalesidir. Bu kaleye süt kalesi denmesinin ilginç bir hikâyesi vardır. Kalenin temelleri atılır. Kale duvarları, yükselmeye başlar. Ancak o yıl başlayan su kıtlığına bir çâre bulunmaz. Aynı yıl, bu su kıtlığının aksine hayvanların sütleri oldukça boldur. Zamanın hükümdârı emir verir. Harç için, süt kullanılacaktır. Hayvanlar sağılır. Harç, süt ile karılır ve kale tamamlanır.
Diğer bir efsâneye göreyse, kalenin pek çok dehlizi vardır. Bu dehlizlerden birinde, güzel bir kız yaşarmış. Ancak büyülü olduğundan, sürekli kendisi için yaptırılan bir altın köşkte uyumaktaymış. Yalnız her yıl bir kez uyanır; ''Süt kalesi yıkıldı mı? Katırlar kuzuladı mı ? Dere hamamının yerinde yeller esiyor mu?" diye sorar, sonra yeniden uykuya dalarmış. Eğer bu sayılanlar gerçekleşirse; Harput yıkılacak, kıyamet kopacakmış. Bâzı kişilerin bu kızın sesini duyduğunu da kulaktan kulağa söylenir.
İkaros Efsanesi
Girit Adası' nın Kralı Minos, Minotauros denilen canavara birkaç sebepten ötürü çok içerliyordu, üstelik içerlemekte de son derece haklıydı...
Kraliçe Pasiphae, bir boğaya aşık olmak gibi garip tutkuya kapılmış, sonra da Minotauros denilen bu korkunç canavarı dünyaya getirmişti. Bu iğrenç vücutlu, boğa kafalı Minotauros, kral ailesinin bütün huzurunu kaçırmış, ortalığı birbirine katmıştı. Hiç değilse rahat dursa, çevresine zarar vermese yine bir derece!.. Bizim boğa başlı canavar kalkmış, her dokuz senede bir, yedi delikanlıyla yedi genç kızın kendisine kurban edilmesini şart koşuyordu. Bu nedenle onu hapsetmek, hem de hiç kaçamayacağı bir yere kapatmak gerekiyordu.
Minos, bu canavarın bütün kaçış olanaklarını ortadan kaldırmak için, Daidalos adında Yunanlı usta bir mimarı çağırttı. Daidalos ve oğlu İkaros, içerisi karmakarışık yollarla, çıkmazlarla dolu, zikzaklı koridorlarla birbirine bağlı birçok odadan ibaret bir kale inşa ettiler. Bu kalenin yapısı öylesine karışıktı ki; içerisine giren, çıkış yolunu bir daha bulamıyor, yolunu ararken ya yorgunluktan düşüp ölüyor ya da Minotauros' un kurbanı oluyordu.
Tabii bu esnada boğa başlı canavar da aynı şekilde, çıkış yolunu bulamadığından kaçamıyordu.
Daidalos' un inşa ettiği Labyrenthos adındaki hapishane öyle olağanüstü, öyle eşi benzeri görülmemiş bir eserdi ki; o tarihten beri, yol bulmakta güçlük çekilen karmaşık yerlere hep "labirent" adı verildi.
Bu şeytanca bir buluştu... Lâkin Daidalos' a sinirlenen Minos, belki de bina yapısının sırrını kimse öğrenemesin diye Daidalos ile oğlunu da Labyrenthos' a kapattırdı. Mimar kendi yapısının çıkış yolunu, kendisi dahi bulamadı. Zaten bulsa bile kale o kadar iyi korunuyordu ki, hiçbir yere kaçamazlardı.
Eğer Daidalos, kendisi ve oğlu için kanat yapmayı akıl etmeseydi, herhalde ikisi de hayatlarının sonuna kadar orada kalacaklar ve orada öleceklerdi. Baba oğul, uçan kuşlardan kopan ya da yanlarına konan kuşlardan kalan tüyleri biriktirdiler. Sonra bu tüyleri balmumuyla birbirlerinin kollarına ve omuzlarına yapıştırdılar.
Birkaç denemeden sonra baba oğul kanatlarını çırparak üzeri açık labirentten havaya yükseldiler, kalenin ve Girit Adası' nın üzerinden uçarak geçtiler, denize yönelerek memleketleri olan Yunanistan' a doğru yola koyuldular.
Neticede Daidalos ülkesine sağ salim ulaştı... Lâkin kanatlarından pek gurur duyan genç İkaros, güneşe kadar uçmak istedi. Haklısınız, doğrusu bence de fazla abarttı. Ne yazık ki güneş ışınlarının sıcaklığı, yaklaştıkça balmumunu eritti, kanatlar koptu ve zavallı İkaros denize düşerek boğuldu! Düştüğü denize İkarion Denizi (Sisam Adası'nı çevreler) denmesinin bu efsaneyle yakın ilgisi vardır.
Bu öykü, güneşin dünyaya yakın olduğuna inanılan çağlardan kalma, çok eski bir efsanedir. Bugün hepimizin bildiği gibi insan havada yükseldikçe sıcakla değil, tam aksi, soğukla karşılaşır; dağcılar hemen hemen her gün bunun denemesini yaparlar.
İnsanoğlu her çağda başka dünyaları keşfetmek için kendisini yeryüzüne bağlayan bağları koparmak ya da başka bir deyişle, gökyüzüne yükselmek, uçmak istemiştir. Tarihte birçok insan İkaros'u taklit etmeye çalışmıştır, lâkin asıl başarılı uçuş denemelerinin gerçekleştiğini görmek için 18' inci yüzyılın sonuna kadar beklemek gerekmiştir.
Bu efsane, aşırı tutkulara karşı bizleri uyardığı için, aynı zamanda "bilgelik örneğidir" denebilir. Her kim İkaros gibi güneşi yâni ulaşılamayacak bir şeyi ele geçirmek isterse, bir gün onun da kanatları yanacak ve o da düşecektir!
İlluankas Efsanesi
Illuankas adındaki büyük yılan ile fırtına tanrısı arasında Kiskilussa şehrinde korkunç mücadeleler olmuş, sonunda fırtına tanrısı kaybetmiştir.
Inuras sevilen, sayılan bir tanrıça idi. Gökte altı kir atin çektiği arabasıyla gezerdi.
Birgün Inuras; Hattusaş şehrine geldi. Oradan Zigoratta şehrine geçti. Orada Hupasiyas(Hupanisa) adında bir genç gördü, onunla aralarında dostluk başladı.
Inuras Illuankas'ı öldürerek fırtına tanrısının intikamını almak istedi. Gence bu arzusunu anlattı, ondan yardim istedi. genç de Inuras kendisin sevdiği takdirde ona yardim edeceğini söyledi. Nihayet iki taraf karşılıklı teklifleri kabul ettiler.
Hupasiyas'ın tertibi ile tanrı Inuras(Inar) bir ziyafet hazırladı. Illuankas'ı bu ziyafete çağırdılar. Buna sevinen Illuankas çocuklarını da alarak ziyafete geldi. Illuankas ile çocukları o kadar yediler ki döndükleri zaman çok şiştikleri için yuvalarının bulunduğu delikten sığmadılar. Yari içerde yari dışarıda kaldılar. Bunu gören Hupasiyas, Illuankas ile çocuklarını kuyruklarından birbirine bağladı.
Oraya Inuras ta gelmişti. Illuankas kurtarılması için ona çok yalvardı. Inuras aldırmadı. gök tanrısı Yantanus'u da oraya çağırdı. Yantanus ta geldi, elindeki kargı ile yılanları oldurdu. Inuras ta büyükbabasının intikamını almış oldu.
İlyada Destanı
Homeros’un Ilias, ya da İlyada adli büyük destanı Ilyon yani Troya destanı adini taşıdığı halde, Troya savaşı efsanesinin ancak kısa bir bölümünü yansıtır:
Akhilleus’un orduların yöneticisi Agamemnon’a karşı öfkesi ve savaştan çekilmesiyle baslar, Akhilleus’un savaşa dönmesi, Hektor’u öldürüp Troya şehrinin çevresinde sürüklemesi, sonra da ölüsünü babası Priamos’a geri vermesiyle biter.
BÖLÜM I. (A) Sesleniş - Akhilleus’ un öfkesi.
Ozan Musa’lara seslenip konusunu belirtir: Akhilleus’un öfkesi, bu yüzden Akça’lar arasında beliren veba salgını.
Akha’larin Troya ovasındaki gemi ordugahındayız. Tanrı Apollon’un rahibi Khryses gelir, Agamemnon’un tutsak olarak alıkoyduğu kızı Khryseis’i geri ister. Agamemnon kızı vermediği için tanrı Apollon Akha ordusuna veba salar.
Dokuz gün dokuz gece ordu hastalıktan kırılır. Bilici Kalkhas kızı geri vermeyi buyurur. Agamemnon kızı vermeye razı olur, ama onun yerine Akhilleus’un tutsağı Briseis’i alacaktır. Akhilleus’la Agamemnon bu yüzden kavgaya tutuşurlar. Agamemnon Briseis’i alır, ama Akhilleus da barakasına çekilir: savaşa artık katılmayacaktır. Anası deniz tanrıçası Thetis’ ten öcünü almasını ister. Thetis Olympos’a çıkıp Zeus’tan yalvarır: Akhilleus savaştan uzak durdukça Akça'lar zaferi kazanamasınlar. Zeus söz verir, Akça'lar dan yana olan karisi tanrıça Hera ile kavga ederler. Hephaistos tanrı onları yatıştırır.
BÖLÜM II. (B) Agamemnon’un düşü - Toplantı - Gemilerin sayımı.
Zeus Agamemnon’a yalancı bir düş gönderir: Troya’yı alabileceğini bildirir. Agamemnon Akha’ları toplantıya çağırır, onları denemek ister: Herkesin dokuz yıllık savaştan bıktığını, yurtlarına dönmek istediklerini anlar. Thetis olayı. Ordu savaş düzenine girer. Ozan bir daha Musa’ya seslenir ve Akha ordularının, komutanlarının ve şehirlerinin adlarını, gemilerinin sayısıyla saymaya koyulur. Ayni sayım Troya’lilar için de yapılır. Troya ordusu da safa dizilir.
BÖLÜM III. (1) Antlar - Surların üstündeki sahne - Paris’le Menelaos’un teke tek savaşı.
İki ordu karşı karşıyadır: Paris Menelaos’la teke tek savaşa girişmeyi teklif eder. savaşı kazanan Helena’yı alacaktır. Teklif kabul edilir, Priamos’u çağırmaya giderler.
Sahne değişir: Priamos’la ihtiyarlar heyeti surların üstünde dizilip tek tek savaşı gözetlerler. Helene gelir, onlara Akha yiğitlerini tanıtır. Teke tek savaş baslar, Menelaos Paris’i alt etmek üzereyken tanrıça Aphrodite araya girip Paris’i kaçırır, Helene’yi de kocasının yanına götürür. Helene’nin Aphrodite’ye, sonra da kocasına çıkışması.
BÖLÜM IV. ( Yeminlerin bozulması Agamemnon’un orduları teftişi.
Olympos’ta: Zeus, Hera ve Athena arasında çatışma. Hera, Lykia’lı Pindaros’un savaşmama andını bozmasını sağlar. Menelaos’un yaralanması. Gene silaha sarılan orduyu Agamemnon gözden geçirir. Savas baslar: Akha yiğitlerinden Antilokhos, Aias ve Odysseus birçok Troya’liyi öldürürler.
BÖLÜM V. (E) Diomedes’in kahramanliklari.
Bütün bölüm Akha yigidi Diomedes’in kahramanliklarina ayrilmistir: Korkunç bir bogusma baslar, tanrilardan Ares, Athena ve Aphrodite de savasa karisirlar. Aineias’la Diomedes arasindaki savas. Aphrodite’nin araya girip yaralanmasi. Diomedes savas tanri Ares’i yaralar.
BÖLÜM VI. (Z) Hektor’la Andromakhe’nin bulusmasi.
Hektor sehre gelir, anasi Hekabe’ye Athena tapinagina sunular koymasini söyler. Bu arada Diomedes Lykia’li Glaukos’la çarpisirken, aralarinda konukluk baglari oldugu anlasilir, savastan vazgeçip silahlarini degis tokus ederler. Bellerophontes efsanesinin anlatilmasi. Hektor bati surlarinin önünde karisi Andromakhe ile küçük oglu Astyanaks’a rastlar. Aralarindaki aile sahnesi.
BÖLÜM VII. (H) Hektor’la Aias arasindaki çarpisma . Ölülerin kaldirilmasi.
Hektor, Akha’larin en seçkin yigitlerinden biri Telamon oglu Aias’la teke tek savasir. Basa bas gelip ayrilirlar. Ölüleri toplamak için savasa ara verilir. Akha’larin ordugahi bir sur ve bir hendekle çevirmeleri. Olympos’ta tanrilar arasindaki tartisma.
BÖLÜM VIII. (æ) Zeus’un Ida dagindan savasi yönetmesi.
Zeus Troya savasinin yönetimini ele alir, bunun için de gelir Ida daginin doruguna yerlesir. Üstünlük Troya’lilardadir, Akha’lar hendege kadar çekilirler.
BÖLÜM IX. (1) Akhilleus’a gönderilen elçiler - Yigidin barakasindaki tartisma.
Akha’lar toplantisinda Akhilleus’un savasa dönmesini saglamak için ona elçiler gönderme karari verilir. Aias’la Odysseus elçi seçilirler. Akhilleus onlari iyi karsilar, agirlar, ama savasa dönmeme kararini bildirir. Lalasi Phoiniks’in bütün yakarmalari bosa gider. Haberi alinca Akha’lar arasindaki üzüntü.
BÖLÜM X. (K) Odysseus’la Diomedes’in kesfe çikmalari - Dolon.
Gece toplanan kurultay: Akha’larin en yasli önderi Nestor Troya’lilar kampina gözcü gönderilmesini salik verir. Odysseus’la Diomedes görevlendirilirler. Yolda Troya’lilarin gözcüsü Dolon’a rastlarlar, agzindan birçok bilgi aldiktan sonra onu öldürüp dönerler. Trakya’lilarin cins atlarini kaçirirlar.
BÖLÜM XI. (A) Agamemnon’un kahramanliklari.
Destanin yirmi altinci gününde üçüncü büyük çatisma. Hektor’la Agamemnon’un karsilasmasi, Agamemnon, Diomedes ve daha birçok Akha yigidinin yaralanmasi. Akha’larda telas. Nestor, Akhilleus’ un arkadasi Patroklos’a dert yanar.
BÖLÜM XII. (M) Duvar dibindeki savas.
Troya’lilar duvara saldirir. Kiyasiya çarpisma. Lykia’lilarin duvarda delik açmalari. Korkunç bogusma. Akha’larin gemilere dogru kaçismasi.
BÖLÜM XIII. (N) Gemilerin önündeki savas.
Akhalardan yana olan tanri Poseidon savasi Semendirek adasindan gözler. Iki Aias’i Troya saldirisina karsi koymaya kiskirtir. Her iki tarafta da yararlik gösterenler olur, ama Troya’lilar gemilere kadar sokulurlar.
BÖLÜM XIV. (ß) Zeus’un aldatilmasi.
Akha’larda saskinlik. Hera, Zeus’u bastan çikarmak için bir düzen kurar. Tanriça Aphrodite’den cinsel istek uyandiran memeligini alir, süslenir püslenir ve Ida daginda Zeus’u bulup onunla sevismesini basarir. Tanri sevismeden sonra uykuya dalar, o sirada Poseidon Akha’larin yardimina kosar.
BÖLÜM XV. (0) Duvara ikinci saldiris.
Zeus uyanir, Hera’ya çikisir. Poseidon uzaklasir, Zeus Apollon tanriyi Hektor’a gönderir. Hektor gene duvara saldirir. Akha’lar gene gemilere kadar gerilerler. Durum Akha’lar için çok kötüdür.
BÖLÜM XVI. (II) Patroklos destani.
Patroklos gelir, Akhilleus’a bu korkunç durumu bildirir, Akhilleus gitmeyecekse, kendi savasa gidip dövüsmeye kararlidir. Yigitten silahlarini ister. Akhilleus arkadasina silahlarini verir. Patroklos Akhilleus’un silahlariyla karsilarina dikilince, Troya’lilar önce bozguna ugrar, sonra Lykia’li önder Sarpedon Patroklos’la dövüsür ve ölür. Bas tanri Zeus’un kadere boyun egerek oglu Sarpedon’u feda etmesi. Sarpedon’un ölüsü çevresinde çarpisma. Patroklos Hektor’u bati kapilarina kadar kovalar. Apollon’un kiskirttigi Hektor Patroklos’u vurur. Patroklos’un ölümü.
BÖLÜM XVII. (P) Menelaos’un kahramanligi.
Akha yigitleri Patroklos’un ölüsünü Hektor’un elinden kurtarmak için dövüsürler, ama Hektor ölüyü silahlarindan soymayi basarir. Akhilleus’un ölümsüz atlarinin aglamasi. Zeus Troyali’lara zaferi müjdeler. Akha’larin bozgunu. Patroklos’un ölüsü alinir ve kara haber Akhilleus’a götürülür.
BÖLÜM XVIII. (€) Akhilleus’a yeni silahlar yapilmasi.
Akhilleus’un korkunç yasi. Deniz tanriçasi Thetis’i çagirip yeni silahlar istemesi. Thetis’in demirci tanri Hephaistos’a bas vurmasi. Silahlar destani.
BÖLÜM XIX. (T) Akhilleus’la Agamemnon arasindaki barisma.
Thetis silahlari ogluna götürür. Akha’larin toplantisinda Akhilleus’la Agamemnon barisirlar. Ordular silah kusanir. Savas hazirliklari. Akhilleus için kara belirtiler: Hektor’u öldürdükten sonra kendi ölümü de yakindir.
BÖLÜM XX. (Y) Tanrilarin savasa karismasi.
Olympos’ta tanrilar toplantisi: Zeus izin verir, her tanri istedigi gibi yardim edebilecektir savasa. Tanrilar iki cepheye ayrilir: Hera, Athena, Poseidon, Hermes, Hephaistos Akha’lardan yana, Ares, Apollon, Artemis, Leto ve Aphrodite Troya’lilardan yanadir. Akhilleus’un Aineias’la karsilasmasi, Aineias’in savas meydanindan kaçirilmasi.
BÖLÜM XXI. (€) Irmak kiyilarinda savas.
Akhilleus kudurmus gibidir, önüne gelen Troya’liyi insafsizca tepeleyip Troya ovasinda akan Skamandros ve Simoeis irmaklarina atar. Kanlarla kizila boyanan irmaklar kabardikça kabarir. Irmak tanri Skamandros öfkelenir, yatagindan çikip Akhilleus’u kovalamaya baslar. Derken ates tanri Hephaistos irmaklarin karsisina dikilip alevleriyle onlari durdurur.
Sahne Olympos’a yükselir: Tanrilar arasinda kavga dövüs. Akhilleus Troya’lilari püskürte püskürte Troya’nin surlari önüne gelir. Troya’lilar surlarin içine siginirlar.
BÖLÜM XXII. (X) Hektor’un ölümü.
Bir Hektor surlarin disinda kalir. Priamos’la Hekabe yalvarirlar içeriye girip korusun diye, yigit anasina babasina aldirmaz. Hektor’un iç tartismasi. Korkuya kapilmasi. Tanrilar seyircidir. Sonunda Zeus kader tartisini kaldirir: Hektor’un ölüm kefesi agir basar. Apollon bile onu korumaktan vazgeçer. Tanriça Athena Troya’li yigit Deiphobos’un kiligina girip Hektor’u aldatir. Hektor Akhilleus’ un karsisina dikilir. Çarpisirlar. Hektor ölür. Akhilleus ölüsünü yedi kez Troya surlarinin çevresinde sürükler. Troya surlarindan seyredilen korkunç sahne. Andromakhe’nin bayilmasi.
BÖLÜM XXIII. (’{') Patroklos’un ölüsüne düzenlenen yarismalar.
Akhilleus’un ordugahinda Patroklos’a yapilan ölü törenleri. Akhilleus’un yasi. Patroklos’un yakilmasi. Yarismalar.
BÖLÜM XXIV. (Q) Priamos’un Hektor’un ölüsünü geri almasi - Hektor’a agitlar.
Gece. Kral Priamos tanri Hermes’in kilavuzlugunda Hektor’un ölüsünü geri almak için Akhilleus’un barakasina gelir. Priamos’la Akhilleus arasindaki konusma. Akhilleus yumusar: Hektor’un ölüsünü babasina geri verir. Priamos ölüyle Troya’ya döner. Hektor’a agitlar yakilir. Dokuz gün Hektor’un ates yigini için odun tasinir. Onuncu günü yapilan cenaze töreniyle İlyada kapanir.
Kaynak: www.duman6.net/kuzey-mitolojisi#more-61
İo Efsanesi
İo efsanesiyle Yunanistan yarımadasına Akdeniz uygarlığının birçok dinsel görüşlerini ve onlardan doğma efsaneleri kendine mal etme, asıl kaynakları Anadolu, Fenike ya da Mısır’da bulunan bu olguları kendi topraklarında merkezleme çabasının tipik bir örneğini vermektedir. Bu gerçeği ilk çağın ilk tarihçisi Herodot da sezinlemiş olacak ki, Akdeniz’in doğusu ile batısı arasındaki büyük çatışmayı ele aldığı büyük eserine İo efsanesiyle, bu konu bir masal değil de, tarihsel bir olaymış gibi başlamaktadır. İnek biçimine girip karnında Helenler’in baştanrısı Zeus’un tohumunu taşıyarak kıtadan kıtaya atlayan, geçtiği yerlere adını veren İo (İstanbul Boğazının adı Bosporos, İnek Geçididir) ve onun serüvenleri, onun dölüyle ilgili olarak sürdürülüp anlatılan efsanelerin hepsi böyle bir amaç güdülerek kurulmuşa benzer.
Herodot Perslerle Yunalılar, yani asya ile Avrupa arasındaki savaşa hep kız kaçırma olaylarının sebep olduğunu, bunun İo’nun kaçırılmasıyla başladığını yazar: Argos kralı İnakhos’un kızı İo deniz kıyısında oynarken Fenikeli gemiciler tarafından kaçırılıp Mısır’a götürülmüş. Buna misillime olarak da Yunanlılar Fenike’de Tyr kralı Agenor’un (ki Agenor İo’nun torunudur) kızı Europe’yi kaçırırlar, bununla da kalmazlar, Arganoutlar seferini düzenleyip Kolkhisli Medeia’yı kaçırırlar, bunun karşılığı da Paris’in Helena’yi kaçırması ve onun sonucunda Asya ile Avrupa’yı ilk büyük çatışmada karşı karşıya getiren Troya savaşıdır. Herodot bu yorumu Pers bilgilerinden aldığını söyler, ne tuhaftır ki sözünü ettiği kişi ve olayların efsanelik olduğunu, gerçek olsalar da Mısır, Fenike, Karadeniz ve Ege kıyıları arasında böyle önemsiz olaylarla nasıl bir ilişki kurulabileceğini açıklamaz, bu tutarsızlık üstünde hiç durmaz. Yalnız daha ilerde Mısır’dan söz ederken, bir boğa biçiminde tapınılan Apis tanrının adı Yunanca Epaphos’tur der, böylece İo’nun da, oğlu Epaphos’un da Mısırlı tanrıların Yunan karşılıkları olduğunu kabul eder.
Yunan kaynaklarında İo efsanesi şöyle anlatılır: İo, Argos kralı İnakhos’un kızıdır, babası İnakhos sonradan adını alan ırmağın tanrısı ve Okeanos’un oğlu sayılır; kendisi de Argos şehrinin Hera tapınağında rahibedir. Günün birinde Zeus İo’yu görür, kızın güzelliğine vurulup ona yanaşır, Hera bunu öğrenince büyük bir kıskançlığa kapılır, baştanrı da sevgilisini karısının öfkesinden korumak için onu beyaz bir inek haline dönüştürür ve bu hayvanla hiçbir ilişkide bulunmadığına Hera’ya yemin eder. Tanrıça ineğin kendisine verilmesini şart koşar, İo’yu alıp başına bin gözlü dev Argos’u bekçi olarak diker. Zeus bu kez de Hermes’i gönderir, Argos’u büyüleyerek öldürmesini sağlar. Ama Hera bir at sineği musallat eder ineğe, İo deli gibi kıtadan kıtaya koşar, atsineğinden kurtulamaz bir türlü. Bir denize bir de boğaza adını verdikten sonra, Kafkas dağlarında bir kayaya mıhlanmış olan Prometheus’un önünden geçer. Aiskhylos “Zincire Vurulmuş Prometheus” tragedyasında bu buluşmayı sahneye koyar. Orada İo başına gelenleri şöyle anlatır:
İstiyorsunuz madem, hayır diyemem:
Açıkça anlatayım her şeyi size,
Ama doğrusu utanıyorum da
Tanrısal bir kasırganın nasıl
Allak bullak edip ben zavallıyı,
Varlığıma yeni bir biçim verdiğini!
Geceler gecesi yapayalnızken odamda
Şöyle sözler duyuyordum düşlerimde:
“ey mutlu genç kız, niçin yalnızsın
Erkeklerin en yücesi özlerken seni?
Zeus yanıp tutuşuyor senin için,
Aphrodite’nin gerdeğine girmek istiyor seninle.
Zeus’un isteğine karşı koma sakın,
Kalk, git Lerna’nın yeşil çayırlarına,
Babanın koyun, sığır otlaklarına,
Git ki Zeus görsün orada seni,
doysun seni görmeye Zeus’un gözü”.
Ah! Hep böylesi düşler görürdüm geceleri,
Ve bir gün canımı dişime alıp
Söyledim babama ne düşler gördüğümü.
O zaman babam Pytho’ya, Dodona’ya
Adam üstüne adam yolladı öğrenmek için
Tanrılar ne istiyor, ne istemiyor diye.
Ama gönderdiği adamlar dönünce
Karışık, karmakarışık sözler ediyorlardı.
Sonunda günün birinde
Anlaşılır bir söz geldi İnakhos’a
Bu söz açıkça diyordu ki babama:
At kızını evinden, yurdundan dışarı,
Gitsin, tanrılara bir kurbanlık gibi,
Dolaşıp dursun dünyanın dört bir yanına,
Yoksa Zeus yıldırımlarıyla
Çarpıp yok edecek senin soyunu.
Apollon’dan gelen bu sözleri duyunca babam,
Kovdu beni, attı evinden dışarı.
Kendi için de benim için de kötü bir şeydi bu,
Ama ne yapsın Zeus’tu onu zorlayan,
Bir anda değişiverdi içim, dışım,
Birden şu boynuzlar çıktı başımdan.
Kerkhne’nin, Lerna’nın tatlı sularına doğru.
Argos adında birini taktılar peşime.
Bu, Toprağın oğlu asık suratlı çoban
Adım adım izliyordu beni,
sayısız gözlerini dikerek üstüme.
Beklenmedik bir anda can verdi bu çoban,
Bense hep o belalı iğnenin zoruyla
Bu topraktan o toprağa koştum durdum.
İo’nun kişiliğine ve efsanesine daha bir kutsallık veren bu öyküden sonra Prometheus İo’ya kaderin kendisine neler hazırladığını bildirir: Mısır’a varacak, orada gene insan biçimine girecek ve Zeus’un oğlu Epaphos’u doğuracaktır. Akdeniz’in güney ve doğu kıyılarına yayılan iki dallı bir kral soyunun atası olacaktır, dölleri soylarının kaynağı olan Yunanistan’a döneceklerdir (Aigyptos, Danaos). Bir efsaneye göre, İo’nun başına bir dert daha gelir: Kuretler Epaphos’u kaçırırlar, ama Hera’nın bu düzeni de boşa çıkarıldıktan sonra İo Mısır’a döner ve orada bir tanrıça gibi tapım görür. İo’nun Mısır tanrıçası İsis’e benzetilmiş efsanelik bir kiş olduğu besbellidir.
İstanbul'un Altındaki Gizli Tüneller
Efsaneye göre, İstanbul’un altı birbirine bağlı tünellerle kaplıymış. Hatta bu dehlizlere Yerebatan Sarayı’nın gizli bi yerinden de giriliyomuş ve tünel denizin dibinden devam edip taaa Kınalıada’ya kadar gidiyomuş.
Tüneller Kapalıçarşının altından da geçiyomuş taabi. Hatta şu an, Çarşı’nın gizli tutulan bi yerinden girilebiliyomuş bu tünellere. Buralarda yemek takımı üzerine çalışan gümüş kaplama atölyeleri varmış. Yerin dibindeki yere ruhsat verir mi belediye? Heepsi kaçakmış bunların. Çalışanlara da işe başladıkları gün, dehlizlerden kimseye bahsetmeyeceğine dair Kur’an’a el bastırılıyomuş.
Tüneller çarşının altından başka yerlere doğru da gidiyomuş ama buraları kullanmak kesinkes yasakmış. Bi keresinde biraz Kolomb ruhlarından, çokça da hazine meraklarından, (çünkü hep, “ilerler hazinelerle dolu oğlum” geyiği yapılırmış bu atölyelerde) üç-dört işçi çocuk denemiş ilerilere gitmeyi.
Dehlizler labirent gibiymiş. Çocuklardan sadece biri geri dönmeyi başarmış, diğerleri yollarını bulamayıp tünellerde kaybolmuş. Dönen çocuk da (Allah muhafaza) aklını oynatmış. Çünkü ileriki kısımlar, iskeletlerle, insan boyunda böceklerle, farelerle filan doluymuş. Bu çocuk bi daha hiç “yeryüzüne” çıkmamış. Büttün gün dehlizlerdeki atölyelerde filan dolaşıyomuş, kim ne verirse onu yiyip, gece de artık ner’de sızarsa or’da uyuyomuş. Arada da yine tünellerin ilerilerine gidip bi’kaç gün kayboluyomuş ortalıktan. Döndükten sonra hiç bi’şey yiyip içmeden öyle bi noktaya bakıp duruyomuş günlerce.
İzmir Efsanesi
Pelops ve Niobe
Baştan başa bağlık -bahçelik döşenmiş olan Sipilos Dağı, aynı zamanda zengin madenlerin bulunduğu efsanevi bir yerdi. Tantalos'un daha sonra Yunanistan'a giderek Peleponnes Yarımadası'na ismini verecek ve Olimpiyat Oyunları kuracak olan "Pelops" isimli bir oğlu ile Manisa'da Ağlayan Kaya haline gelecek olan "Niobe" isimli, iki çocuğu vardı. (Ki bloğumuzda da Manisa Ağlayan Kaya Efsanesi adıyla yayınladık) Ve Tanrıların sofrasına oturabilen tek insandı Tantalos...Tantalos ne yazık ki, Olimpos Tanrıları' nın hışmına uğradı. Anadolu Tanrıçası Kibele'ye inandığı için Helen Tanrılarını küçük gören ve onların kudretlerini sınama kalkan Tantalos'a verilen ceza, dünyanın her köşesinde Tantalos İşkencesi diye anıldı.
Zeus'un Hışmı
Zeus, onun Yeraltı Ülkesi'nde edebi açlık ve susuzluğa mahkum etti. Mitalojiye göre Tantalos, Sipilos Dağı'nın bir yarığından atılarak Haades'e gönderildi. Yamanlar Dağı'ndaki bildiğimiz Karagöl, söylencelere karışmış olan romantik iddialara göre bu göldür.
Helen Efsaneleri, ilkçağlardan itibaren Tantalos'un kötülüğünü yaymıştır. Onun tanrılara ait kutsal şarabı çaldığını, Tanrısal sırları insanlara ilettiğini ve en kötüsü oğlu Pelops'u kesip şölen düzenlediğini söylemişlerdir.
Anadolulu Homeros ise, "Odysseia" işimli destanında hemşehrisi Tantalos'un çektiği acıları çarpıcı bir üslupla anlatır. (Odysseia, 11 Böl, satır:582-593)
Yamanlar Dağı'nın Bayraklıya uzanan yamaçlarından birinde Frigya Kralı Tantalos'un mezarı bulunduğu bir çok batılı yazarlarca ele alınmıştır. İki yüz yıl önce bu mezar, Eski İzmir'den kalan en önemli kalıntılardan Akropolis'in güneyinde, Akropolis ile ova arasındaki yamaçtaydı.
Texier'in Çabası
Tantalos Mezarı diye ünlenen kalıntı üzerine ilk çalışmayı, 1835'te Charles Texier yapmıştı. Texier, çalışmalarının sonuçlarını ve mezarın ilk krokilerini "Küçük Asya" isimli kitabında yayımlandı. Bu arada Texier'in, mezarı incelerken, bilerek veya bilmeyerek büyük tahribat yaptığını ilave edelim. Daha sonra Alman Arkeolog Procesh Von Osten, bölgeyi inceledi ve mezar ile Eski İzmir'in ilintisini belirleyen kroki ve haritaları çizdi. 1930'da Prof. Helene Miltner ve Prof. Yohannes Böhlau, Lelej,Amazon, Frig ve Hitit dönemi İzmir'i araştırıken, Tantolos Mezarı'na özel ilgi gösterdiler.
Bu iki bilim adamını tüm çalışmaları, İzmir Valisi ve Asarıatika Muhipleri Cemiyeti Başkanı Kazım Dirik tarafından büyük bir özveri ile destsklendi. Bu çalışmalar 1934'te "Eski İzmir (Navluhon Tantalis)" ismiyle yayımlandı.
Köroğlu Destanı
''Hey hey efeler hey...
Benden selam olsun Bolu Beyine
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
At kişnemesinden gargı sesinden
Dağlar seda verip seslenmelidir.
Hey hey gene de hey...
Düşman geldi tabur tabur dizildi
Alnımıza kara yazı yazıldı
Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır.
Hey hey efeler hey
Köroğlu düşer mi yine şanından
Çıkarır çoğunu er meydanından
Kırat köpüğünden, düşman kanından
Çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır.''
Köroğlu
Bolu beyi, güvendiği seyislerinden biri olan Yusuf'a : " Çok hünerli ve değerli bir at bul ." emrini verir. Seyis Yusuf, uzun süre Bolu beyinin isteğine uygun bir at arar. Büyüdüklerinde istenen niteliklere sahip olacağına inandığı iki tay bulur ve bunları satın alır. Bolu beyi bu zayıf tayları görünce çok kızar ve seyis Yusuf'un gözlerine mil çekilmesini emreder. Gözleri kör edilen ve işinden kovulan Yusuf, sıska taylarla birlikte evine döner. Oğlu Ruşen Ali'ye verdiği talimatlarla tayları büyütür.
Babası kör olduğu için Köroğlu takma adıyla anılan Ruşen Ali, babasının isteğine göre atları yetiştirir. Taylardan biri olağanüstü bir at haline gelir ve Kırat adı verilir. Kırat da destan kahramanı Köroğlu kadar ünlenir. Seyis Yusuf, Bolu beyinden intikam almak için gözlerini açacak ve onu güçlü kılacak üç sihirli köpüğü içmek üzere oğlu ile birlikte pınara gider. Ancak, Köroğlu babasına getirmesi gereken bu köpükleri kendisi içer, yiğitlik, şâirlik ve sonsuz güç kazanır. Babası kaderine rıza gösterir ancak oğluna mutlaka intikamını almasını söyler. Köroğlu Çamlıbel'e yerleşir, çevresine yiğitler toplar ve babasının intikamını alır.
Hayatını yoksul ve çaresizlere yardım ederek geçirir. Halk inancına göre silâh icat edilince mertlik bozuldu demiş kırklara karışmıştır. Çeşitli dönemlere ve farklı siyâsî birlikler sahip Türk gurubları arasında tesbit edilen Türk destanlarının kısaca tanıtımı ve özeti bu kadardır. Bu destan metinleri incelendiğinde hepsinde ilk Türk destanı Oğuz Kağan destanının izleri bulunduğu görülür. Bu destan parçaları Türk dünyasının ortak tarihî dönem hatıralarını aksettiren ilk edebî ürünler olarak da önem ve değer taşırlar. Bir gün bu parçalardan hareketle Fin destanı Kalavala gibi değerli mükemmel bir Türk destanını yazılabilirse çeşitli kaynaklarda dağınık olarak bulunan malzeme daha anlamlı hale gelebilir kanaatindeyim.
Bolu Beyi, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta usta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde yaşayan aygırlardan olan taylar çok makbüldür, iyi cins at olur.
Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şimdilik bir gösterişi yoktur. Hatta çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı görünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.
Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar geçer tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgar gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Ruşen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir baba yiğittir.
Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı görür. Hızır ona yapacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkarlar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.
Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, babasına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğrenince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpüklerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğluna öç almasını vasiyet ederek ölür.
Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni soyar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel'den geçen kervanlardan baç alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönderilen orduları bozguna uğratır.
Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlat edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı kaçırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer. Bolu'yu basar, yakar, yıkar. Bolu beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu beyi de Köroğlu'na karşı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu başka bir seferde Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.
Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vurgunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanlı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkınca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kalmaz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyleyerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır At da sır olmuştur. O Kır At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.
Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tüfeği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz, denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yaralanarak ölür. Son beyleri de dağılırlar.
Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikayesi sona erer.
Lilith Efsanesi
Tanrı insanı başlangıçta çift yaratır. Çiftin erkeği bildiğimiz Adem, kadını ise Lilith'dir. Bu ilk insan çifti cennet bahçesinde birlikte yaşamaya başlarlar, ama bu mutlu bir beraberlik değildir. Anlaşmazlık sebepleri ise çağımızın boşanma davalarında ileri sürülenlerden pek farklı değildir: Adem, Lilith'in olaylara neden kendisinden farklı yaklaştığını anlayamaz; onu kendisine hizmet etme, bahçeyi bakımlı ve düzenli tutma konusunda tembel ve isteksiz olmakla suçlar. En önemli ve üzerinde en çok durulan sorun ise Adem'in, cinsel ilişki sırasında kadının sürekli altta olmasını istemesidir ve bunu da kadına üstünlüğünün gereği olarak görür. Lilith ise bu pozisyonu aşağılayıcı bularak karşı çıkar.
Kısacası anlaşmazlık sebebi Adem'in sürekli olarak kadına üstünlük taslaması, ona hükmetmeye çalışmasıdır. Lilith ise ikisi de aynı topraktan yaratıldığına göre eşit olmaları gerektiğini savunur ve erkeğin kendisinden üstün olmak istemesine bir anlam veremez.
Sonunda birlikte yaşamalarının imkansız hale geldiğine karar verir ve Tanrı'nın söylenmemesi gereken adını anarak (ki bu isim cennetten çıkış için tek paroladır) uçup gider ve yeryüzünde Kızıl Deniz yakınlarındaki bir mağaraya sığınır. Kendisine sunulan sıcak yuvayı kapıyı çarparak terkettiği için artık yeri de cennetten dışlanmışlar arasında olacaktır. Çevresindeki cinlerle ve cinlerin krali (ya da şeytanın ta kendisi) Samael ile iliskiye girer ve onlardan cin çocuklar doğurur, hem de günde yüz çocuk gibi yüksek bir oranda, inanışa göre dünyada kötülüklerin bu kadar yaygınlaşmasının sebebi budur.
Cennette yalnız kalan Adem ise Lilith'i geri getirmesi için Tanrı'ya yalvarır. Tanrı da Senoy, Sansenoy ve Semangelof isimli üç meleği elçi olarak gönderip 'evine dön' çağrısı yaptırır Lilith'e. O da kesinlikle dönmeyeceğini bildirir.
Melekler kendisini, geri dönmemesi halinde her gün yüz çocuğunu öldüreceklerini söyleyerek tehdit ederler. Tehdit yerine getirilir...
Lilith, duyduğu acıyla bundan sonra adem soyundan gelen bütün insan yavrularının, hamile ve doğum yapmakta olan kadınlarla bebeklerin baş düşmanı olmaya yemin eder. Erkek çocuklarının doğduktan sonra ilk sekiz gün içinde, kız çocuklarının ise ilk yirmi gün içinde canını alacaktır. Sadece yakınında üç meleğin ismi veya sureti bulunan çocuklara dokunmayacaktır.
Lilith'in dönmesinden ümidi kesen Tanrı, Adem uyurken bilinen kaburga kemiği yöntemiyle Havva'yı yaratır. Bu yeni kadının, vücudunun bir parçası olduğu erkeğe karşı çıkamayacağını düşünmektedir. Havva Lilith'e o kadar benzemektedir ki Adem uyanınca yanında bulduğu kadının başka biri olduğunu anlamaz. Onun kendisine Lilith gibi karşı çıkmayıp boyun eğmesini ise 'nihayet hidayete erip yola geldi' diye yorumlar.
Hikayenin sonu ise herkesin malumu.
Lilith artık kesinlikle kötülerin safındadır. Bütün insanoğullarının ve kızlarının başına gelen nice felaketin sebebidir.
İnsanlara yaptığı kötülükler saymakla bitmez; beşikteki bebeklerin bugünün tıbbınca bile sebebi açıklanamayan ani ölümlerinin baş sorumlusu olduğuna inanilir..
Lilith çağlar boyu kadınlara atfedilebilecek bütün olumsuz sıfatların taşıyıcısı olmuştur: Baştan çıkarıcı, fahişe, cadı, vampir, cinlerin başı, gece canavarı ünvanlarından bazılarıdır. Saf, edilgen, cinselliği ancak yasak meyvayı tadınca öğrenen (böylece Adem'i kandırabilecek kadar kurnaz ve baştan çıkarıcı da olabilen) Havva'nın tersine başından beri gücünün ve cinselliğinin bilincindedir ve yeri gelince de kullanmaktan çekinmez.
Mahabharata Destanı
Dünyanın en eski destanı; 10.000 Yıllık Nükleer Savaş
"Bu günümüz, dünün düşünceleridir; şimdiki düşüncelerimiz yarınımızı inşa edecektir; yaşamımızı düşüncelerimiz yaratır."
Dhammapada "Mahabharata çok büyük ve karmaşıktır ama 18 Yüzyıl öncesini çok net olarak açıklamaktadır."
Reader's Digest "Mysteries of the Unexplained"
"Bu öyküyü kuru bir çubuğa anlatsaydın, yapraklanır ve köklenirdi."
Henry Michaux
Hindistan'ın ulusal destanı Mahabharata, aslında bir şiirdir ama çok büyük ve karmaşık bir şiir külliyatı olarak düşünülebilir. Sözcük sayısı "Mesnevi"den çok daha ötededir; ama büyük olasılıkla tek bir kişi tarafından yazılmamıştır. Sanskritçe yazılmış olan Mahabharata, şimdiye kadar yazılan en uzun şiirdir. "Stanza" denen yüz bin kıtadan oluşur; yani İncil'in 16 misli, Ansiklopedi Britannica'nın tamamı kadardır. Bazılarına göre MÖ 3.-5. Yüzyıl aralarında yazılmıştır, bazılarına göre MS. 4. Yüzyıl'da derlenmiş, bazılarına göre ise çok daha eskilerde 19-20.000 yıl evvel yazılmıştır. Hintlilere göre, Mahabharata'da olmayan bir şey hiçbir yerde yoktur. Batı dünyası, bu inanılmaz dev destanı ancak, 18. Yüzyıl'dan sonra tanımıştır; o da destanın sadece küçük bir bölümü olan 1785'de Londra'da Charles Wilkins çevirisiyle yayınlanan "Bhagavad-Gita"dır.
19. Yüzyıl'da doğubilimci Hippolyte Fauche, 200 kişilik bir ekiple tüm destanı Fransızca'ya çevirmeye başladı ama ömrü vefa etmedi. Sonuçta eksiksiz İngilizce çeviri ancak 20. Yüzyıl'ın başında yine Hintliler tarafından Bombay'da gerçekleştirildi. Günümüzdeki en ilginç ve inanılmaz Mahabharata olayı; Jean Claude Carriere, Marie H. Estienne, Peter Brook ve arkadaşlarının 16 yıl çabaladıktan sonra 1985'de ilk kez Avignon'da sahneye koydukları "Mahabharata" adlı oyundur, oyun 9 saat sürüyor, bazen üç gecede, bazen bütün bir gün veya bütün bir gecede oynanıp bitiriliyor, 16 ulusa mensup 25 oyuncu sahneye çıkıyordu. Carrier, üç yıl süren sahnelemenin sonucunda, farklı bir etkinin oluştuğunu vurguluyordu; "...bu etki dünyanın üzerine çöken bir tehdit miydi? Yoksa doğru eylemin gerçek anlamının inatçı araştırması mıydı? Alın yazısıyla oynanan ince ve kimi zaman acımasız bir oyun mu?..."
(Can Yayınları/Mahabharata-1991)
Aynı ekip, yorulmaksızın çalışarak, inanılmaz bir performans sonucunda oyunu, bir film ve bir de TV dizisi haline getirmeyi başardı. Ama biz Türkiye'de bunları göremedik; aklı evvel film ithalatçılarımızla, TV yöneticilerimiz hayatlarında duymadıkları evrensel bir kültürü elbette ki algılayamadılar. Onların düzeyini "Yalan Rüzgarı" ile "Şaban" belirlemekte; yani bilinçsiz servetle, bilinçli cehaletin buluştuğu nokta...
Dünyalılarla uzaylılar mı savaştı?
Sanskritçe'de "maha" büyük ve her şeyin toplamı anlamına gelir; "bharata" ise komünyel bir isimdir veya bir bilgeliğin tanımıdır. Daha öte metafizik yorumlarda sözcüğün "insan" anlamında olduğu da söylenir; bu bağlamda "İnsanlığın Öyküsü" yazılmıştır. Destanda anlatılan dev savaş, öncelikle klanlar arası bir çatışma gibi görünse de, aslında tüm gezegenin egemenliği yolunda bir kavgadır. Ama sonunda öyle bir savaş başlar ki, tüm evren yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Savaşta kullanılan silahlar, hem dünyasal (ok, balta, kılıç, mızrak gibi) hem de tanrısaldır (ışınlar, atomik silahlar, uçan araçlar gibi)
Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneğidir ve zeki canlılar arasındaki bir anlaşmazlığı, bir savaşı ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanıldığını anlatır. Örneğin bir bölümde içinde destanın kahramanlarından Krisnha'nın da bulunduğu Vrishni'ler, Salva adlı lideri bir güçle kuşatırlar. Bunun üzerine zalim Salva, her yere gidebildiği Saubha adlı arabasına binerek "yükselir" ve sayısız cesur Vrishni genciyle beraber tüm bir kenti harabeye çevirir. Saubha adlı araç daha önceki bölümlerde anlatıldığına göre savaşın yönetildiği bayrak gemisidir ve Salva'nın kentinde bulunmaktadır yani oradan kalkıp, savaş alanına getirilmiştir. Buna karşın Vrishni savaşçılarının da benzer silahları vardır; Pradyumna adlı kahraman özel bir silah kullanır, bu silah en yüksekteki tanrıları dahi durdurmaktadır; silah için "savaş alanındaki hiçbir insan onun oklarından kurtulamaz." tanımı yapılır ve Salva Krisnha'ya doğru düşer, Krisnha gökte Salva'yı izlemeye başlar fakat Saubha adlı araç göklere özgün tanımla adeta yapışmıştır. Krisnha tüm silahlarını durmaksızın fırlatır; roketler, misiller, mızraklar, çiviler, savaş baltaları, üç yüzlü oklar, alev püskürtücüler vb... Gökte yüzlerce güneş ve ay belirir, yüzlerce yıldız doğar. Ne gece ne de gündüz vardır, zaman anlaşılamaz.
Radyoaktif ölümün reddedilmez tarifi;
Krishna'nın Salva'nın saldırılarını savuşturmak için kullandığı silahların seslerinin anlatımı, aynen günümüzdeki anti-balistik roketlere benzemektedir; "Onları savuşturdum, bir hayal gibiydiler. Hızla vuran sütunları yolladığımda, gökler parladı ve parçalara ayrıldılar. gökte büyük gürültüler oldu." Ve sonra Saubha'nın görünmez olduğu anlatılır; sanki Krisnha hedefi hiç şaşırmayan akıllı bombalar kullanmaktadır. Bu arada atılan bir okun "roketin" sesiyle savaşçılar ölürler, Salva'nın askerleri "Danavalar" acı çığlıklar atarak yerlere düşerler, onları güneşe benzer parlaklığı olan okların sesi öldürür. Sauba, kaçmak için saldırıya kalkışır, o zaman Krisnha, "özel ateş silahı"nı kullanır bu silah güneş şeklinde halesi olan bir disk şeklindedir. Ve disk Saubha'yı ikiye böler, "kent" gökten yere düşer ve Salva ölür. Bu olay, Mahabharata'nın sonudur. En garip silahlardan birisi Pradyumna'nın kullandığı özel oktur, bu okun öldürücü gücünden hiç kimse, tanrılar dahi kurtulamaz. Agneya'nın kullandığı silah ise, alevli ama dumansız ateş okudur "Yoksa artık ok yerine , ışın mı demeliyiz."
Derken savaş alanına birden bir karanlık yayılır, kimse çevreyi göremez ama gece olmamıştır, vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır, doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, her şeyi yakmaktadır. Filler, alevler içinde, çılgın gibi oradan oraya koşuştururken, diğer canlılar buruşarak yere düşmektedir, vahşi ışınlar gökten yağmur gibi yağmaktadır. Ve ateş fırtınasının yanı sıra Gurkha'nın silahının sesini duyanlar da ölürler. Bütün bunlar sanki nükleer bir patlamanın yanı sıra radyoaktif çöküntünün birebir tarifi gibidirler. Gurkha'nın çok hızlı ve güçlü bir Vimana'sı vardır; Vrishni'lerin ve Andhaka'ların üç kentine uçar ve saldırır, evrenin tüm gücünü taşımaktadır. Duman ve ateş sütunları fışkırtır, on binlerce güneş parlaklığında ışınlar yayarak yükselir. Vimana'nın "demir şimşek" diye tanımlanan süper bir silahı vardır, her iki aşiretten sayısız insanı ve kentlerini küle dönüştürür. Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir. Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar.
Nedir bu silahlar? Başka hiçbir mitolojide böyle bir tanım yoktur, yıldırımlar, şimşekler vardır ama ötesi yoktur. Bunu anlamak şu anda mümkün değil; umudumuz zamanla öğrenmek. Destan'da anlatılan olaylar gerçek midir yani fiziksel midir? Yoksa metafizikçilerin yaklaşımıyla simgesel midir? 1944 yılında Paris Üniversitesi Hint Uygarlığı Enstitüsü'den Emil Senart'ın özgün çevirisi olan "La Bhagavad-Gita" böyledir.
(Ruh ve Madde Yayınları-1995)
Türkçe çevirinin önsözünde Ergün Arıkdal şöyle der; "... o halde insan kendisiyle, maddenin hakimiyeti ile savaşa hep devam etmelidir." Galiba ikisi de doğrudur. Yani Mahabharata, hem çok uzak geçmişte kaybolmuş bir uygarlığı ve belki de yaşanmış en büyük savaşı anlatmakta, hem de dev bir ruhsal öğretiyi içermektedir; bu öğreti Senart'ın tanımıyla "Rabb'in Ezgisi"dir.
Bilim ve Vimanalar
Asya ve Güney Asya kaynaklı çeşitli metinlerde uçan araçların veya göksel cihazlardan söz edilir. Hint ve Çin halk öykülerinde ve sanatçıların çizimlerinde, göklerde seyahat etmek için yapılmış araçlar yer almaktadır. Kaynaklardaki farklılıklar, dikkat çekecek kadar büyüktür. Anlaşılmaz aygıtlar olduğu gibi, temel uçuş prensiplerine göre yapılmış ahşap araçlar da vardır.
Taoist masallar, sık sık göklerde uçan ölümsüzleri anlatırlar. Xian adlı bu araçları yöneten ölümsüzlerin özgün ilahi güçleri vardır. Onlar tüylüydüler, Tao rahipleri, onlara "Tüylü Rahipler-Yu Ke" diyorlardı; "fei tian"; yani uçan ölümsüzler
Çin mitolojisinin sayısız yerinde raslanır. Uçan araçlar, belki de bir tür teknolojik araçlardırlar; ama yönetenler acaba insan mıdırlar?
İkinci Yüzyıl'da yazılmış, bir şiirde, uçan dragonların yönettiği gök arabalarından açıkça söz edilmektedir. Elimizde uçan araçların yapımlarını ve gelişimini anlatan sayısız öykü vardır. Bunlardan yola çıkarak olası kaynaklara giden ilginç ipuçlarına ulaşabiliriz. İşte bir araştırma sonucu; 11. Yüzyıl'da Brihat Kath Alokasamgraha adlı bir marangozun uçan bir araç yapmaya çalıştığını biliyoruz. Benzer bir öykü Eski Yunan'da vardır; 7. Yüzyıl'dan kalma bir Yunan metninde, mahkumları toplayan ve konuşabilen uçan bir araçtan söz edilir. Bu araç, mekaniktir ve havada durabilmektedir. Bu bilgileri Clive Hart'ın 1985'de Berkeley Üniversitesi'nde yayınlanan 'The Prehistory of Flight' adlı kitabının 'çeşitli batı kaynaklarına göre uçan makinelerin kronolojik listesi' bölümünde buluyoruz.
Uçmakla ilgili bilimsel onaylı en eski kaynaklar oluşturulurken, insan yapısı kanatların gelişimi temel disiplin olarak izlenmiştir ama bu doğru değildir; Vimanalar bir yana antik Çin, Kore ve Hint kaynaklarında insan taşıyan çok daha karmaşık gök araçlarından söz edilmektedir.
Dr. Benjamin B. Olshin, "Mechanical Mythology: Private Descriptions of Flying Machines as Found in Early Chinese, Korean, Indian, and Other Texts"
* "Rama İmparatorluğu olarak tanımlanan devletin, Kuzey Hindistan ve Pakistan'daki geçmişi en azından 15.000 yıllıktır. Bu uygarlık çok büyük bir nüfusa sahipti, kültür düzeyi yüksekti, kalıntılarına Pakistan'daki, Kuzey ve Batı Hindistan'ın çöllerinde rastlanmaktadır. Rama, "Aydınlanmış Rahip Kral" bu kentleri yönetiyordu. Rama'nın 7 büyük kenti, klasik Hindu metinlerinde "7 Rishi Kenti" olarak geçer, antik Hint metinlerinde uçan araçlara "Vimanalar" denmektedir. Destanlara göre, Vimanalar iki katlıdır, daire biçimindedirler, kubbelerinde bir giriş tüneli vardır yani tam anlamıyla bir uçan daireye benzerler. Rüzgar hızıyla uçarlar ve melodik bir ses çıkarırlar, Vimanalar'ın dört türü vardır, inanılmaz ama bazıları tabak şeklinde, bazıları ise uzun silindir şeklindedirler yani sigar gibidirler... Vedalar, antik Hindu şiirlerdir; bilinen en eski Hindu metinler olarak tanımlanırlar. Vimanalar çeşitli şekil ve boyutlarda iki tür olarak anlatılır; 'Ahnihotra-vimana'nın iki motoru veya sistemi vardır, 'Elephant-vimana" ise daha gelişmiş bir araçtır. Ayrıca, "Kral balıkçı", "İbis" adlı ve başka hayvan adlarının da verildiği Vimana türleri de anlatılır. Göründüğü kadarıyla Mahabharata, bir atom savaşını bize anlatıyor! Kaynaklarda bir izolasyon veya tahrifat yoktur; savaşlarda fantastik silahlar, uçan araçlar kullanılmıştır. Bunlara epik Hint destanlarında çok sık raslanır. Hatta Ay'daki bir savaşta yer alan "vimana-Vailix"den söz edilir. Kısacası atomik bir patlamanın tüm etkileri ve özellikle de insanları öldüren radyoaktif etki Mahabharata'da çok belirgindir; Mohenjo-Daro'daki Rishi kentini geçen yaz kazan arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler buldular, bazılarının yumrukları sıkılıydı sanki bir anda ölmüşlerdi, en azından bir kıyametin yaşandığı kesindi. Ve iskeletlerde tespit edilen radyoaktivite, en azından Hiroshima ve Nagasaki düzeyindeydi. Daha ötede Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış mükemmel bir kenttir; su sistemi bugün Hindistan ve Pakistan'da kullanılan düzeydedir. Antik kentin caddelerinde kalıntı olarak siyah cam kümeler bulunmuştur. Bunların cam küreler olduğu sanılmaktadır ve bulunan kil çömleklerin çok yüksek ısıyla eritildiği keşfedilmiştir. Mahabarata'nın bir bölümü olan Dronaparva'da ve Ramayana'da özelikle belirtilen küre şeklinde bir Vimana vardır. İnanılmaz bir hıza ulaşmakta ve ardında büyük bir hava akımı bırakmaktadır. Hareketleri bir UFO gibidir, her yöne gidebilir, yön değiştirmesi ani çok hızlıdır, son hızla giderken aniden durup, yine aynı hızla ters yöne gidebilir. 'Samar' adlı başka bir Hint destanında Vimanalar; demir makineler olarak tanımlanırlar ama yumuşaktırlar ve örgü gibi yüzeyleri vardır; cıva ile şarj olurlar ve arkalarından kükreyen bir alev püskürür. Daha da ilginci 'Samaranganasutradhara' adlı antik metinde Vimanalar'ın nasıl yapıldığı anlatılır ama uygulanması için yeterli çözümleme henüz yapılamamıştır; Cıva ile itici güç sağlanması olasıdır ve denenmektedir, günümüzde Sovyet döneminin bilim adamları tarafından Türkistan'da ve Gobi Çölü'nde kozmik yön-bulucu araçların keşfedildiği söylenmiştir. Küresel olan bu araçlar, cam ve porselenden yapılmıştır, konik uçlarının içinde bir damla cıvanın bulunduğu belirlenmiştir." - D. Hatcher Childress, "Ancient Indian Aircraft Technology-Anti-Gravity Handbook"
Ufoloji ve Vimanalar
* "Hindistan'ın Vedik edebiyatında Vimana olarak tanımlanan uçan araçlarla ilgili tanımlamalar vardır. Bunlar ikiye ayrılırlar; 1)İnsan yapısı olan ve kuş benzeri kanatlarla uçan araçlar 2) Alışılmadık şekilleri olan ve insanlar tarafından yapılmamış olan araçlar. İlk gruba giren araçlar orta çağ tarzında, Sanskrit dünyanın mimarisine uygun otomatif askeri kuşatma araçları ve diğer mekanik aygıtlarla eş düzeydedirler. İkinci gruba giren araçlar ise, Rig Veda, Mahabharata, Ramayana ve Purana'larda tanımlanan UFO'ları anımsatan araçlardırlar. Vedik Evren Maya'nın ürünü veya bir hayaldir ya da evrensel bir sanal gerçeklik olarak düşünülebilir. Ana bilgisayarın görevi, "pradhana" adlı geleneksel enerjiyi sağlamaktır. Bu enerji Maha-Vişnu olarak bilinen ve sürekli genişleyip yayılan İlahi Güç tarafından harekete geçirilir yani Maha-Vişnu bir evrensel programcıdır. Aktif pradhana, enerjinin özel bir formu olarak oluşur ve kaba maddeye dönüştürülür. Şiva'nın eşi Uma (aynı zamanda Maya Devi olarak da bilinir), sanal enerjinin tanrıçası veya "yükleyici"sidir. Uma, Ana Tanrıça olarak da bilinir, kocası Şiva ise Hayallerin ve Teknoloji'nin Efendisi'dir, Şiva ile Mahabharata'da adı geçen Salva arasında doğal bir ilişki vardır, bu ilişkinin kökeninde Salva'nın bir Vimana'ya sahip olma gayreti ve Maya Danava'ya sahip olma arzusu vardır. O zaman, Hayallerin Efendisi olacak ve enerjiyi o üretecektir." - Richard L. Thompson, "Alien Identities"
* "Vimanalar'ın yapısı akla UFO'ların sürekli değişen günlük doğasını getirmektedir, yetenekleri geleneksel fizik yasalarının ötesindedir. Carl Jung'un yorumunda UFO'ların niteliği bir rüya alanındadır; bir yerde, parlak ışıkları gözlemlemenin tam ortasında ve zaman kavramı yitirildiğinde objektif ve sübjektif bilinç arasında suçluluk başlar ve bozulma görülür. Araştırmalarım UFO ilişkileriyle, dinler, metafizik mistizm, folklor, şamanik trans, migren ve hatta yaratıcı imajinasyonlar arasında yakın bir ilişkinin ve benzerliğin bulunduğunu gösteriyor. Benzerliğin içinde, sabit imajlar, olayların ardıllığındaki tutarlılık ve genelde görülen alışılmadık "zirve deneyimi" niteliği bulunur. Kaçırılma raporlarında da, bu fenomenin paralelinde yer alan olaylara raslanır. Örneğin, nahoş ama inanılmaz "bedensel parçalanma" olayında olduğu gibi; bazen raporlarda kaçırılanların anlattıkları, Şamanların "ölüm-yeniden doğum" trans deneylerine çok benzemektedir." - Alvin H. Lawson
* "Birkaç on yıl evvel batılılar tarafından Güney Hindistan'daki bir tapınakta bulunan antik Sanskrit metinlere göre, Vimanalar uçan tüm araçların en üst noktasıydılar. İtalyan bilimci Dr. Roberto Pinotti 12 Ekim 1988'de Bangalore'da yapılan Dünya Uzay Konferansı'nda yaptığı konuşmada, Hindu antik metinlerinde tanrılarla, kahramanlar arasında yapılan bir savaşın anlatıldığını belirtti. Pinotti, metinlere bir destan olarak bakılmamasını istiyor ve göklerde pilotların kullandığı silahlı uçan araçlarla yapılmış bir savaşın açıkça anlatıldığına dikkat çekiyordu. Kullanılan silahlar, savunma ve saldırı amaçlıydılar; yedi ayrı tipte mercek ve aynı sistemlerini içermekteydiler. Örneğin pilotları 'kötü ışınlar'dan koruyan 'Pinjula Mirror' bir 'Görsel Ayna' idi; 'Marika' adlı silahla düşman araçları vuruluyordu. Sonuçta Dr. Pinotti bu antik silahların bugün kullandığımız laser teknolojisinden çok farklı olmadıklarını iddia ediyor ve; "Araçlarda 'Somaka, Soundalike and Mourthwika' adları verilen özel ısı emici metaller kullanılmış olmalı." diyordu. Pinotti'ye göre, tanımlanan itici güç prensibi, elektriksel ve kimyasal olmalıydı ama güneş enerjisinin kullanımı da çok ileri düzeydeydi. Diğer bilimciler Pinotti'nin kuramını daha ileriye götürerek, araçların bir tür 'cıva iyonlu itici güç sistemi' ile çalıştığını varsaydılar. Pinotti, Vimanalar'ın binlerce yıl önce varolduklarını belirtirken, modern UFO'larla olan benzerliğe de dikkat çekiyordu ama Hindistan'da unutulmuş bir uygarlık vardı. Bu araştırmanın ve tartışmaların ışığında Hindu kökenli Sanskritçe metinler daha iyi gözden geçirilmeli ve tanımlanan Vimana modelleri daha bilimsel bir incelemeye tabi tutulmalıdırlar." - Nick Humphries, "UFO Guide"
* "Hindistan, Mysore'da bulunan Uluslararası Sanskrit Araştırma Akademisi'nin direktörü olan G.R. Josyer, 25 Eylül 1952'de yaptığı bir açıklamada, 7.000 yıllık yazmalarda çeşitli tiplerde uçan araçların yapımlarının anlatıldığını söylemişti. Bu özel yazma üç tip Vimana vardı; 'Rukma, Sundara ve Shakuna'; yaklaşık 500 stanzada (dörtlük), karışık detaylar veriliyor, metallerin seçimi ve hazırlanması anlatılıyordu. Ayrıca yazmada, çeşitli Vimana türlerinin parçaları tanımlanıyordu. Yazma 8 bölümdü ve bir hava aracının yapım planlarının yanı sıra su altında da gidebilen veya bir duba gibi su yüzeyinde durabilen Vimana planlarını da içeriyordu, bazı stanzalarda ise pilotların nitelikleri ve eğitimleri anlatılıyordu." - Brad Steiger, "Worlds Before Our Own"
Mahabharata ve Vimanalar
* "Puspaku adlı araç güneşe benziyordu ve kardeşime aitti, onu güçlü Ravan'dan almıştı, uçuyordu ve mükemmeldi, istenilen her yere gidiyordu, Lanka kentinin göklerinde uçarken parlak bir buluta benziyordu." - Ramayana Destanı
* "Salva'nın uçan aracı çok gizemliydi, gökte bazen görünüyor, bazen de kayboluyordu. Yani görünmeme yeteneği vardı; Yadu Hanedanı'nın savaşçıları bu garip aracı bir türlü tam olarak algılayamadılar; bazen yerde, bazen gökte beliriyor sonra birden bir tepeye veya bir ırmağın kıyısına konmuş olarak ortaya çıkıyordu. Bu uçan harikulade araç, gökte bir ateş fırıldağı gibi dönüyor ve bir an bile yerinde durmuyordu." - Bhaktivedanta, Swami Prabhupada, Krsna
* "Kralım; uçan araç mükemmeldi, şeytan Maya tarafından yapılmış ve bir savaş için gereken tüm silahlarla donatılmıştı. Hayal edilemesi ve anlatılması imkansız bir araçtı; görünmezlik özelliğine sahipti. Oturulan yerde koruyucu bir şemsiye ve serinletici güç vardı. Mihrace Bai'nin çevresinde kaptanları ve kumandanları bulunuyordu; geceleyin gökte yükselen bir ay gibi görünüyor, her yönü aydınlatıyordu." - Swami Prabhupada Bhaktivedanta, Srimad Bhagavatam
* "Pushpaka bir gök arabasıydı, insanları Ayodhya kentine taşıyordu. Gök bu harika uçan araçlarla doluydu, gece karanlığında yaydıkları sarımtırak göz kamaştırıcı ışık göğü aydınlatıyordu." - Mahavira of Bhavabhuti (8. Yüzyıl'dan kalma bir Jain yazması)
* "Vata'nın arabası ne görkemli; gök gürültüsü gibi ses çıkarıyor, göklere dokunuyor; parlak bir ışığı var; kırmızı göz kamaştırıcı ve alev gibi; bir girdap gibi dönerken, dünyanın tozunu kaldırıyor." - Rig-Veda (Vata bir Aryan rüzgar tanrısıdır.)
* "Bir zamanlar Kral Citaketu, kendisine Tanrı Vişnu tarafından verilen parlak ve ihtişamlı bir uçan araçla dış uzaya yolculuk yapar ve Tanrı Şiva'yı görür... Oklar "ışınlar" Şiva tarafından yollanır. Işınlar güneş benzeri bir küreden fışkırır ve içinde yaşanan üç gök aracını kaplar ve o araçlar bir daha görülmezler." - Srimad Bhagasvatam, VI. Canto, Bölüm 3
Kaynak: www.menacam.com/dunyanin-en-eski-destani-mahabharata-t27281.html
Manas Destanı
Ortaasya’da yaşayan Türk boyları arasında XIII. yüzyılda doğup gelişmiştir. Cengiz nâme Moğol hükümdarı Cengiz’in hayatı, kişiliği ve fetihleri ile ilgili olarak Cengiz’in oğulları tarafından idare edilen Türkler tarafından meydana getirilmiştir. Orta Asya’da yaşayan Türkler özellikle de Başkurd, Kazak ve Kırgız Türkleri, Cengiz destanını çok severek günümüze kadar yaşatmışlardır. Cengiz-nâme’de, Cengiz bir Türk kahramanı olarak kabul edilmekte ve hikâye Türk tarihi gibi anlatılmaktadır.
Cengiz, Uygur Türeyiş destanının kahramanları gibi gün ışığı ile Kurt-Tanrı’nın çocuğu olarak doğar. Cengiz-nâme, Moğol Hanlarının destanî tarihi olarak kabul edildiğinden tarih araştırıcılarının da dikkatini çekmiştir. XVII. yüzyılda Orta Asya Türkçesinin değerli yazarı Ebü’l Gâzi Bahadır Han, “şecere-i Türk” adlı eserinde “Cengiz-Nâme”nin 17 varyantını tesbit ettiğini söylemektedir. Bu bilgi, bu destanın, Orta Asya’daki Türkler arasındaki yaygınlığını göstermektedir.
Orta Asya Türkleri, Cengiz’i islâm kahramanı olarak da görmüşler ve ona kutsallık atfetmişlerdir. Batıdaki Türkler tarafından ise Cengiz hiç sevilmemiştir. Arap tarihçilerinin, bu hükümdarı islâm düşmanı olarak göstermeleri ve tarihî olaylar onun sevilmemesinde etkili olmuştur. Moğolların Anadolu ya saldırgan biçimde gelip ortalığı yakıp yıkmaları, Bağdat’ın önce Hülâgu daha sonra Timurlenk tarafından yakılıp yıkılması, Timurlenk’in Yıldırım Beyazıd’la sebebsiz savaşı gibi tarihi gerçekler, Cengiz’in de diğer Moğollar gibi sevilmemesine sebeb olmuştur. Cengiz-Nâme batıda yaşayan Türkler’in hafıza ve gönüllerinde yer almamıştır. “Cengiz-Nâme”nin Orta Asya Türkleri arasında bir diğer adı da ” Dâstân-ı Nesl-i Cengiz Han”dır. Edige Bu destanda XIII yüzyılda Hazar denizi kıyısında kurulan Altınordu Hanlığının XV. yüzyılda Timurlular tarafından yıkılışı anlatılmaktadır.
Destanın adı, Altınordu Hanı ve bu destanın kahramanı Edige Mirza Bahadır’a atfen verilmiştir. Edige Mirza Bahadır’ın devletini ayakta tutabilmek için yaptığı büyük mücadeleler, ölümünden sonra XV. yüzyılda destan haline getirilmiştir. 1820′yılından itibaren yazıya geçirilen Edige destanının Kazak-Kırgız, Kırım, Nogay, Türkmen, Kara Kalpak, Başkırt olmak üzere altı rivâyeti tesbit edilmiştir Çeşitli Türk guruplar arasında Alp Er Tunga ve Oğuz Kağan gibi ilk Türk destanlarının izlerini taşıyan Türk kahramanlık dtünya görüşünü temsil eden burada bahsi geçenler kadar yaygınlaşmamış ortak edebiyat geleneği içinde yer almamış pek çok başka destan örneği bulunmaktadır.
Osmanlı sahasında destandan hikâyeye geçişte ara türler olarak da nitelendirilen çok tanınmış ve bir çok Türk topluluklarınca da bilinen Köroğlu örneği yanında daha sınırlı alanlarda tesbit edilen Danişmendname , Battalname gibi ilgi çekici örnekler de bulunmaktadır.
Mete'nin Gençlik Efsanesi
Üçüncü yüzyıldı tam, çok önceydi İsa’dan, Bir fırtına kopmuştu, taşmıştı İç Asya'dan! Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmişti. Kurdumsu türküleri, gökleri çınlatmıştı! Atlılar gelmişlerdi, ordular biçmişlerdi, Volga, Sari nehirden, kanıp, su içmişlerdi! Tarihten uğultular, bir millet var diyordu! Yazılı doğrultular, bir devlet var, diyordu! Hunların ilindeydi, İç Asya ilindeydi, Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi! Bayrağı direkteydi, büyük oğlu Mete'ydi, Diğer bütün komşular, henüz birer çeteydi. Tuman-Han da kanarmış, insanoğluymuş bu ye! Bir cariye hep dermiş: "Bu Mete ölsün!" Diye. Tuman fakat korkarmış, kadına da tapirmiş, Bir bahane ararmış, çünkü bir "Töre" varmış! Soyuna bakarlarmış, tek kadın alırlarmış, Sonraki hatunlarsa, mirâssız kalırlarmış. Tuman oğlunu vermiş rehin Yüeci'lere Sonra da hücum etmiş, sormamış elcileri. Yüe-ci'ler varmışlar, Mete'yi aramışlar, Mete çoktan kaçmışmış, yolları taramışlar. Tuman oğlunu görmüş, akli basına dönmüş, Senlik düğün yaptırmış, güya çok mesut günmüş. Mete'ye tümen vermiş, eline ferman vermiş, Mete'nin disiplini, Dünyaya hep san vermiş! Asker Tanrı sanırmış, hep Mete'ye taparmış, Ondan ne buyruk gelse, düşünmeden yaparmış. Orduyu toplamışmış, atini oklamışmış, Tümen disiplinini, böylece yoklamışmış. Askerler ok atmışmış, atlar yere yatmışmış, Atina kıymayanın, kani yere akmışmış! Bir defa senlik yapmış, aileler toplanmış, Ok atmış karısına, bütün esler oklanmış! Biraz nefes alanlar, azıcık geç kalanlar, Kılıçtan geçirilmiş, görülmemiş kaçanlar! Avlara gidilirmiş, senlikler düzülürmüş, Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüş. Tuman-Han ava gitmiş, Mete'ye de gel demiş, Kurdu Mete avlamış, Tuman'sa keklik yemiş! Avda bir ok uçmuşmuş, Tuman-Han'a gelmişmiş! Gerçi derler ilk oku, Mete atmıştı, çoğu, Mete'nin tümeni de, bu hedefi delmişmiş! Oğuz’un babasıysa, yemişti "Tanrı oku"! Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi, Töre'yi bozan Tuman, tam bir divane idi!
Nart(Kafkas) Destanı
Nartlar (Нартхэр), Kuzey Kafkasya halkları ile Güney Kafkasya'da yaşayan Svanlar arasında anlatılan ve büyük ölçüde derlenmiş olan yiğitlik destanı. Destan, en geniş anlamı ile Adigeler arasında bulunmaktadır. Ayrıca Abaza, Abhaz, Vıbıh, Karaçay, Balkar, Oset,İnguş ve Svanların dillerinde söylenen Nart destanı ekstleri vardır,bunların hepsi Adıge destanları ile birlikte büyük bir bütünlük oluşturur.Bütün bu destan söylentileri,özellikle şarkı (Adigece:vered/"орэд"), türkü ("пщыналъ"/pşınatl), öykü (хъишъэ/hiş'e),vb türlerde derlenmişlerdir.Bu destanların tümü aynı kategoriden sayılsalar da, anlatılar bir topluluktan diğerine farklılıklar da göstermektedirler. Örneğin aşk ve ihanet (entrika) ögeleri Kabartay ve Oset varyantlarında daha gelişmiş ve daha belirginleşmiştir.
"Nart" ya da Şapsığ söyleyişiyle "Nat" sözcüğü Adigece kökenli olup "Gözünü veren,korkusuz kahraman" gibi anlamlar içermektedir:Ne (göz)+tı (verme) =Netı=Nat=Nart=Gözünü veren,Gözünü budaktan esirgemeyen,Korkusuz kahraman (Adıgecede sesli harfler hareketlidir,e-a,e-ı dönüşmeleri gibi).
Nart destanının MÖ III-I. binyıllar boyunca geliştiği, Bronz Çağı, özellikle Demir Çağı'nda biçimlendiği, o çağlara ve izleyen daha yakın dönemlere özgü izler de taşıdığı görülmektedir. Ünlü Adıge yazarı Tembot K'eraş'a göre ise,Nart destanı, bir zamanlar büyük bir destan-epope bütünlüğü oluşturuyordu [1].Bütün bu gelişim süreci içinde anaerkil aileden ataaerkil aileye, sınıfsız toplumdan sınıfların belirdiği aşamalara geçiş durumları izlenebilmektedir.Bu kısa açıklamalardan sonra,bazı destan kahramanlarına,olaylara ve içeriğe ilişkin birkaç örnek ve özet bilgi daha sunabiliriz:
Nart Setenay-guaşe ve Setenay-guaşe oğlu Nart Savsırıko
Destan kahramanı bilge kadın Setenay-guaşe (Сэтэнай-гуащэ,Kabartayca:Сэтэней-гуащэ;Ubıhça:Сэтэнай,Сэтэнай-Гуаща,Сэтэнэй;Karaçayca:Сэтэнай-бийче;Balkarca:Сатанай;Abhazca:Сэтэни-гуаща;Osetçe:Шъэтэна;İnguşça:Сиэла-Сата,Сели-Сата). Nartların akıl danıştığı bir anaerkil kadını tipidir."Setenay" Adigece "Сэ/Se(Kılıç)+тэн/ten,тын/tın (veren)=Kılıç veren" anlamına gelmektedir ("ay" eki aidiyet, "гуащэ"/guaşe eki de "kadın,hanım" anlamında fazladan eklerdir).Onun kişiliğinde anaerkil düzenin özellikleri görülebilmektedir. Örneğin, Setenay-guaşe'nin taş içinden doğmuş olan oğlu Setenayko Savsırıko'nun (Сэтэнайкъо Саусырыкъо, Setenay-guaşe oğlu Savsırıko; Kabartayca: Sosrıko, Sovsırıko; Abhazca: Sasrıqua;Karaçayca:Sasrıko, Sosruko, Sosurqua,Sosurqa;Osetçe:Шъожъырыкъо/Ş'ojırıko,Sozrıko,Sosırko,İnguşça:Seska-Solsı,Cьексы Солсы/S'eksı Solsı;Çeçence:Сьеска-Солса/S'eska-Solsa,Соьска/So'ska) doğuşu üzerine yirmiden çok tekst vardır, ama babası, biri dışında belli değildir. Setenay-guaşe'nin belirgin bir eşi de yoktur. Babalı anlatıya göre, Savsırıko, Kuban Irmağı (Пщызэ) kıyısında çamaşır yıkarken,ırmağın öte yakasında bulunan Nartların çobanı (чэмэхъожъ) Tlıptsemıko Zertıj (Л1ыпц1эмыкъо Зэрт1ыжъ) kendisine vurulur;okunu göstererek,Setenay-guaşe'ye doğru "Göndereyim mi?" diye seslenir, Setenay-guaşe de "Gönder" der. Bunun üzerine çoban aşk okunu (хъопсащэ) atar, ok kadının yanındaki bir taşa düşer ve taşı döller.Setenay-guaşe taşı bir beze sarıp evine götürür ve fırına koyar.Taş yavaş yavaş büyümeye başlar,9 ay 10 gün sonra taş iyice irileşir, sallanmaya ve içinden ses vermeye başlar,taşı hemen Ateş Tanrısı ve hekim olan demirci Tlepş'in (Лъэпшъ) atölyesine götürür ve yardırır. Taşın içinden kıvılcımlar saçan kızgın bir oğlan çocuğu çıkar. Setenay-guaşe bebeği eteği ile tutmak ister,ama bebek annesinin eteğini yakarak yere düşer. Tlepş bebeği dizlerinden maşayla tutup yedi kez suya daldırır ve bebeğe, gelenek gereği, Adigece "Kızgın Oğlan" (Сао[Шъао]-сыр-ы-къо/Save [Ş'ave] - sır-yı-ko ve "Kılıçla Saldıran" (Сао[Сэуэ]/Save [Seve]) anlamlarına gelen "Savsırıko" adını verir (bk.A.M.Гадагатль,Памят нации, Майкоп,2002,s.309). Maşa ile tutulduğundan suya değmeyen ve yumuşak kalan dizleri dışında, Savsırıko'nun çelikleşmiş vücuduna artık silah işlemiyordu; bu yönüyle topukları dışında vücuduna silah işlemeyen Grek Akhilleus'u (Aşil) ile Savsırıko birbirine benzemektedir.
Başka anlatılarda ise,Savsırıko'nun babası tamamen belirsizdir ve Savsırıko'nun babasının belli olmaması,Setenay-guaşe'nin umurunda bile değildir [2].Nartlar arasında erkek ve kadınların birlikte katıldığı Nart kurultayı (Хасэ) yanında,bir de sırf kadınların alındığı Analar Kurultayı da (Ныхасэ) vardır. Kurultay kararlarına herkes uymak zorundadır,örneğin karara uymayan ve Peterez'in koruma altındaki kocamış analığı Yisp-guaşe'yi ya da gerçek adıyla Joko-nan'ı (Жъокъо-нан) yağmalayan Yınıj Şhabğo'nun (Иныжъ Шъхьабгъо) oğlu yargılanmış ve yüz suç (yüz günah;псэк1одишъэ) işlediği kanısına varılarak,cezasını çekmek üzere dağa zincirlenmiştir (bk.Нартхэр адыгэ эпос,том 1,Мыекъуапэ,1968,Къушъхьэм нартымэ радыгъэ иныжъыр,s.250-252;Türkçesi için bk."Nartların Dağa Zincirlediği Yınıj",internet).
Zincire vurulmuş Nart Nesren-jak'e ve korkusuz bir savaşçı Nart Peterez
Ünlü Nart kahramanlarından biri olan Nesren-jak'e (Несрэн-жак1э),doğruluğu,adaleti ve dürüstlüğü simgeleyen,Nart Kurultayı (Хасэ) Başkanı da olan yaşlı bir Nart'tır."Nesren" sözcüğü, Adigece "En önce erişen","Uzağı gören" gibi anlamlar içermektedir (Нэс-рэн).Nartlardan ateşi çalıp insanları ateşsiz ve karanlıkta bırakan,üstelik tanrılığa da kalkışan Pak'o'yu (Пак1о) kızdırdığından Kafkas Dağına,bir anlatıya göre de Elbrus tepesine (5.642 m;"1ошъхьамафэ" ya da Haramoşha/"Хьарам1уашъхьэ") zincirlenmiş,tıpkı Prometheus efsanesinde olduğu gibi,başına bir kartal dikilmiştir.Kartal geceleri Nesren-jak'e'nin göğsünü parçalayıp acı çektiriyor,ama gündüzleri ak bir güvercin gelip göğsünü gagası ile sıvazlıyor,Nesren-jak'e'nin acısını dindiriyor ve yarasını iyileştiriyor.Nesren-jak'e (Sakallı Nesren) dudaklarını çatlatacak denli susuzluk çekiyor,ama yine de sabah çiyi ile yaşamını sürdürmeye çalışıyor.Hiçbir Nart kahramanı Pak'o ve kanatlarını gerdiğinde yeryüzünü karanlığa boğan azgın kartalı ile başa çıkamıyor ve Nesren-jak'e'yi kurtaramıyormuş.Sonunda, Savsırıko'nun kuzeni (teyze oğlu) olan ve Savsırıko gibi vücuduna silah işlemeyen Nart Peterez,zorlu bir uğraştan sonra,attığı oklarla kartalın kanatlarını deliyor,kanat deliklerinden sızan ışıklarla ortalık aydılanıyor,son bir okla da kartalı kalbinden vuruyor.Ardından Pak'o'nun celladını (Псэхэх) öldürüyor.Bütün bunları gören Pak'o,tabana kuvvet kaçıyor.Böylece Nesren-jak'e'yi kurtarıyor,Nart Kurultayı başkanını ve ateşi Nartlara geri getiriyor ve herkesi sevince boğuyor.Nartlar şölenler düzenleyip şarkılar söylüyorlar,Peterez'i öven sözlerle bu büyük başarıyı kutluyorlar [3].
Nart Şebatınıko'nun Nart Verzemeg'i kurtarmak için Nart ülkesine gelmesi
Savsırıko'nun diğer bir kuzeni (teyze oğlu) olan Nart Şebatınıko (Шэбатынкъо;Kabartayca: Badınoko;Vıbıhça:Berdenıqua;Karaçayca:Badinoko,Böd ene;Abhazca:На-Шбатква/Na-Şbatkva;İnguşça:Batoko-Şertuko,Batoko-Şirtta;Çeçence:Batkiy,Şirtqa,Batkiyiy,Şirtqa,Batok o-Şertuko) ise, salt bir kahramanlık örneğidir,o,her davranışıyla örnek bir yiğittir.Şebatınıko,Adigece olarak "Щe (0k)+ бэ(çok)+тын (veren)+ къo (oğul,oğlan) sözcüklerinden bileşik bir ad olup "Çok ok veren" ya da "Ok atan kişi" gibi anlamlar içermektedir (bk.Проф.Др.A.М.Гадагатль,Память Нации,Республика Адыгея,Майкоп-2002,s.314-315).Destana göre,Nart Şebatınıko atına atlayıp Cırt ülkesinden (Джыртэ) Nart ülkesine (Нартэ) doğru yola çıkıyor,Don Irmağı (Тенэ) boyunca güneye doğru ilerleyerek,sonunda Kuban Irmağına ulaşıyor,Kuban'ı atının böğrüne bile değdirmeden ve onu yüzdürerek geçiyor.Setenay-guaşe'nin çağrısı üzerine,onun kocamış erkeği Verzemeg'i (Орзэмэдж) öldürülmekten kurtarmak için,koca kılıcı belinde,bir orman görüntüsündeki kocaman okluğu ve okları sırtında,manda gönünden kırbacını atının boynunda dolandırarak ve her vuruşunda atının boynundan çıkarttığı tozlar,bir sütun gibi göğe yükselip bulutlara karışarak,Verzemeg'in öldürüleceği Nart Aleg'in (Алэдж) evine doğru olanca hızıyla geliyor;ilerleyişi sırasında atının burnundan saçılan soluklar otları kavuruyor,köpeği Ha'nın sürdüğü avları ise,atmacası Bğaşho (бгъашхъо) yakalıyor,sol omuzundan çiy yağarken,sağ omuzundan güneş doğuyor,delikanlı gururla eğerine kurulmuş Aleglerin evine doğru geliyor.
Şaşırtıcı görünümlü bir atlının gelmekte olduğunu oturduğu Aleglerin balkonundan gören Güzel Akonde (Акондэ-дахэ),kendi gibi güzel ve şuh bir kadın olan ve yemek hazırlamakta olan annesine sesleniyor:"Anne,öyle bir atlı geliyor ki,Cırt ülkesinden gelmiyorsa,öylesi Nart ülkesinde görülmüş şey değil",diyerek atlıyı ve geliş biçimini anlatıyor.Anası da,"O,adını duyup kendini görmediğimiz Nart Şebatınıko olmalı.Hemen karşılayalım onu ve ondan bir erkek kalça kemiği (oğlan çocuğu-"л1ыхъу копкъ хэтхынба!") kapmaya bakalım" der.Ama o,kız,düğün dernek,eğlence ve yeme içme derdinde olan biri değildir; o, nerede bir haksızlık,nerede bir zulüm ve dara düşen varsa,orada olan biridir.Onu gören herkes,dahası Aleglerin çobanı bile ağırlamak ve yolundan alıkoymak için çırpınıyor.Ama o,o tür kişilerin aslında dost değil,yanıltıcılar olduklarını bir görüşte fark ediyor,öylelerine asla yüz vermiyor.Dost gıpta ve gururla bakıyor ona ,düşman da saygı göstermek zorunda kalıyor;kimi güzel kadınlarınsa derdi başka,onlar,ondan yiğit (pehlivan) bir bebek edinme ve aşk peşinde.Ama o,o tür tuzaklara takılacak aptalın biri değildir,o şimdi yaşlı Verzemeg'i kurtarmak ve öteki umarsızlara da yardım etmek dışında hiçbir şeyi düşünmemektedir.
Yaşlıların öldürüldüğü Nart Aleg'in büyük evi ve Yaşlılar Dağı
O dönemler kocadığına ve elden ayaktan düştüğüne,Nart Kurultayınca (Хасэ) karar verilen saygın yaşlılar,son ziyafetin verildiği Aleg'lerin 30 m boyunda ve her biri sekiz öküz tarafından çekilebilmiş çok sayıda iri sütunlar üzerinde yükselen kocaman evindeki Ölüm Kurultayı (Ук1 Хасэ) sırasında öldürülmektedirler.Aleglerin evi kadın erkek yaşlıların, adından bile ürktüğü bir evdir (Bir örnek için bk.Yaşlılar için beşik ninnisi,Circassiancanada,internet).Yaşlı Verzemeg de,o gün zehir içirilerek ya da içki kupasına gizlice konacak bir zehirli yılana sokturularak öldürüleceklerden biridir.Verzemeg,kuşkusuz bunu biliyor,ama birşey yapamıyor,çünkü gelenek öyle;tek umudu Setenay-guaşe'nin "Git sen, gerisini merak etme!" demiş olması.
O dönemler,sıradan kişiler ve kocamış kadın ve erkekler,kışın,özellikle de en soğuk günlerde Jığeyıbg (Жъыгъэибг) denilen Yaşlılar Dağında (Kıyıboyu Şapsığya'da Kalej köyünde) kızaklara bindilip,üstten dik uçuruma doğru kaydırılmakta ya da yüksek yar ile Aşe Irmağı arasındaki kumsala bırakılarak ölüme terk edilmektedir.Uçurum boyunca,sürüler halinde aç kargalar,vıyaklayarak uçuşmakta,gagalanacak yaşlıları beklemektedir.Gelenek acımasızdır ve ondan kaçınmak olanaksızdır.Ama Verzemeg, saygın ve ünlü bir Nart olduğundan,farklı,kendisine yaraşır bir eğlenti (джэгу) ve ağırlama sonunda,farkına bile vardırılmadan öldürülecektir.
Nart Şebatınıko Alegler'in evinde
Şebatınıko,sonunda Alegler'in bahçe kapısına gelir,ana kız tarafından karşılanır.Kız,kendisi ile görüşebilmek ve randevu alabilmek için günlerce bekleyen atlılar tarafından evinin önü bataklığa çevrilmiş olan,ama kolay kolay randevu vermeyen Güzel Akonda'dır.Kendi de şuh ve alımlı bir kadın olan ana,güzel kızını öne sürer,ardından da:"Ooo,Şebatınıko" der,"Adını duyup kendini göremediğimiz yiğit,Cırt ülkesinden gelmiyorsan,Nart ülkesinde benzeri bulunmayan yiğit,gel,semiz danamız ve toklularımız seni bekliyor" der ve şu dizeleri sıralar:"Üzüm suyu fıçımız/Doldu taşıyor/Gelin odamız/Çoktan beridir boş/Bak,Güzel Akonde'ye/Okşattıralım başını sana" der (bk.К1эрэщэ Тембот,Адыгэ орэдыжъхэр,s.11-12).Ama Şebatınıko,öyle şeyler peşinde koşan biri değildir.Hevesleri kursaklarında kalan kadınlar gerisin geriye kaçarlar,korumaları da hemen kapıya kocaman bir ağaç sürgü çekerler.Dört pehlivan kapının arkasına dikilir.Şebatınıko,atı ile geri geri gider,ardından bahçe kapısını atının sert bir göğüs darbesiyle parçalar,iri kıyım korumaları da dört bir yana fırlatır,selamsız Aleglerin evinin içine dalar,herkes korkusundan bir köşeye siner,Verzemeg için hazırlanmış olan üzüm suyu dolu,geyik boynuzundan kupanın içindekini yere döker ve kıvrıla kıvrıla kaçmaya çalışan zehirli yılanı da ayakları ile ezer,Verzemeg'i atına bindirip evine yollar;ama kendi kalır,şölendekilere eğlencenin bölünmemesini söyler,ardından kocaman kamasını sap kısmından yere saplar,çalgılar ve türküler eşliğinde kamasının sivri ucu üzerinde dansa başlar,coştukça coşar,dönüş hızından kimileri pencere dışına,bahçeye fırlar,sonunda "Yeter, yeter Şebatınıko,iyi oynadın,ne olur bu viran haneyi başımıza geçirme" derler.Çerkeslerce oynanan parmak ucu danslarının o günden kalıp yayıldığı anlatılır.
Şebatınıko,Verzemeg'in peşinden Setenay-guaşe'nin yanına gider.Setenay-guaşe, Şebatınıko'yu uzaktan işaret ederek,"Verzemeg,bu delikanlıyı oğlun olarak mı,yoksa dostun olarak mı görmek istersin?" diye sorar."Oğlum olarak görmek isterim" der Verzemeg de."Eğer dostum olarak görmek isterim deseydin,seni ona öldürtecek,onu da erkeğim yapacaktım,yendin beni ihtiyar delikanlım" diyerek işi tatlıya bağlar sonunda Setenay-guaşe.
Destana göre,Şebatınıko yaşlıların öldürülmesi geleneğini,Nartları ikna ederek kaldırtır, Nartlara daha başka birçok iyi özellikler kazandırır.Şimdiki insancıl Adıge geleneklerinin o günlerden,Nart Şebatınıko döneminden kaldığı Adıgeler ve diğer Kafkas halkları arasında hala anlatılır.
Nart tekstlerinin yayınlanması,destanın konusu ve içeriği
Adıge Nartları ilkin 7 cilt (ikinci baskısı 8 cilt),26 bölüm ve 700'den çok tekst halinde derlenip 1968-1971 yılları arasında Maykop'ta yayınlanmıştır.Destan,değişik karakterdeki çok sayıda kadın ve erkek kahramanı,gök ve yer tanrılarını,yarı tanrıları,göğsü kılıçlı orman adamlarını (мэзыл1),hortlakları (хьадэджад) ve Ölüler Ülkesi (Хьадрыхэ) insanlarını,Yisp (Исп) denilen ve Nartlarca korunan cüceleri,büyücü (уды ve нэгъуч1ыцэ) ve kahinleri (усэрэжъ),devleri (иныжъ),perileri (тхьэ1офыд),ejderhaları (блaгъо;Şapsığca:шэгьыблэ),define bekçilerini (1этэт),vb gibi birbirinden farklı mitik yaratıkları konu edinmektedir.
Bu arada diğer Kafkas halklarının kendi dillerindeki destanlarının da derlenip yayınlandıklarını,bütün bunların bir bütünün değişik varyantları olduklarını bilmemiz gerekmektedir.
Nart destanı,çok eski dönemler insanının eğitimi,yaşama hazırlanması,model alınacak kişileri ve davranışları gösterme gibi öğretici görevleri yerine getiriyordu.Bu nedenle örnek alınacak kahramanları ve dünya görüşünü sunuyor,kaçınılması gereken davranışları ve kötü örnekleri de sergileyip dışlatıyordu.
Destanda ünlü bir Nart kahramanının nasıl doğduğu,yaşam serüveni ve nasıl öldüğü bir bir anlatılmaktadır.Nart kahramanları,genellikle gizleri ya da zayıf noktaları,büyücü ya da kahinlere danışılarak öğrenildikten sonra öldürülebilmektedirler.Örneğin dizlerine silah işlediği öğrenildikten sonra Savsırıko,analığı Joko-nan'ın (Жъокъо-нан) sabahleyin ilk bakışı ile denk düşecek bir okun öldürücü olduğu öğrenildikten sonra da Peterez öldürülebilmiştir.
Nart Şıvjıy ile Nart Tatarşav ve Nartların ölüm uykusuna yatmaları
Nartların yeryüzünden silinişi de şöyle olur:Thaşho (Тхьашхо;en büyük Tanrı),Nartlara, elçi olarak küçük bir kuş gönderir,"Uzun ömürlü ve çoğalan,ama geride bir ün bırakmamış Nartlar olarak mı yaşamayı istersiniz,ya da kısa ömürlü,ama ünü büyük Nartlar olarak mı anılmayı seçersiniz?" diye sordurur.Nartlar Kurultayı toplamaya ve karar almaya gerek bile duymadan,hemen oracıkta yanıtlarını bildirirler:"Hayvan gibi onursuzcasına çoğalarak yıllarca yaşamayı istemiyoruz:Ömrümüz kısa da olsa,ünümüz büyük olsun!" derler.
Bunun üzerine Thaşho,Nartların beslenme kaynaklarını yenilememeye (üretmemeye) başlar.Nartlar çevreyi tarayarak ve kalmış olan son avlarını da tüketerek,sonunda şimdiki Adigey Cumhuriyeti'nin en güneyinde bulunan Fişt Dağı (Фыштэ;2.867 m) eteklerine tırmanmaya başlarlar.Ama açlıktan bitkin düşmüş olan Nartlar daha ileriye gidemezler.Yaşça da en küçükleri olan Şıvjıy'ı (Шыужъый), son kez toplu bir yemek yiyebilmek için,elde kalan tek anaç domuzu (къоныжъ) getirmeye,domuzun bulunduğu yere gönderirler.Şıvjıy (Şıv [Atlı]+jıy [küçük]=Küçük Atlı),domuzu bir dere yatağında bulur,oku ile öldürüp atının üzerine koyar ve dönüş yoluna koyulur.Dönerken geçtiği yerler,domuzun ağırlığı nedeniyle,karda ilerleyen kişinin açtığı yol gibi, oluk biçiminde açılır ve buralardan dağ suları dere olup akmaya başlarlar.
Yolda,adını duyduğu,ama görmediği insan soyundan genç ve küçük cüsseli biri ile karşılaşır:"Sen Kırım taraflarında yeni türediği söylenen küçük insan soyundan biri olmalısın,kimsin,neyle geçiniyorsun,nerede ve kiminle yaşıyorsun?" diye sorar."Adım Tаtаrşav,Pak'oko Tatarşav (Пак1окъо Тэтэршъау;Pak'o oğlu Tataroğlan)" der öteki de,"Sizin gibi avlanarak geçiniyorum,ileride bir kulübede annemle birlikte yaşıyorum,buyur" diye sözlerini tamamlar.
Tatarşav,daha genç olduğundan Şıvjıy'ın solundan ve omuz boyu gerisinden yürüyormuş.Büyüğe saygıyı ifade eden ve şimdilere değin süren bu Adıge geleneğinin o dönemden kaldığı ve zamanla diğer insanlara da yayıldığı Adıgeler arasında anlatılır.Ayrıca "Pak'oko Tatarşav'ı görenler Nart görmedim demesinler!" (Тэтэршъао зилъэгъугъэм нарт слъэгъугъэп ерэмы1у!) özdeyişi de o karşılaşmadan kalmıştır (Çünkü Nart görmüş son kişi olan Tatarşav,Nartlardan sonra,Nartlar gibi bir yiğit ve gerçekten Nart sayılan bir kahraman olmuştu).
Yol ayrımına geldiklerinde,Şıvjıy:"Tatarşav,annene bir armağan göndermeden seni bırakamam,Nartlara yakışmaz bu,ama yoksul biriyim,değerli bir şeyim yok" der,bir meşe ağacını eğer,tepesini sivriltip ucuna götürmekte olduğu domuzun bir budunu takar,"Al bunu,azar azar götürürsün,kurutursanız kış boyunca ikinize de yeter" der ve yoluna devam eder.
Nartlar son yemeklerini yer,müzik ve şarkılar eşliğinde son danslarını da oynarlar,ardından topluca derin bir uykuya yatarlar.Onların Fişt Dağı eteğinde,bilinmeyen bir yerde,hala uyumakta oldukları yaşlılar arasında anlatılır.
Nart-Ortshoy destanı
Çeçen destanları, Nart-Ortshoy Destanı adını taşır ve farklıdır.Çeçen destanlarına göre,Nartlar başka bir bölgeden Ortshoy ülkesine gelen ve Ortshoylarla karşılaşan,ama her biri birer yiğit olan başka bir diyarın kahramanlarıdır. Ortshoylar,Ortshoy diyarını saldırganlardan ve devlerden korumaya çalışan yurtseverler ve yerel kahramanlardır.
Dağıstan halkları arasında ise,erken İslamlaşma nedeniyle Nart anlatıları çok azalmıştır. Dağıstan halkları arasında Arap-İran çıkışlı İslami anlatılar ve destanlar daha yaygındır.
Odysseia Destanı
Eski Yunan'da, şair Homeros'un yazdığı varsayılan iki büyük destandan biridir. Destana adını veren kahraman Odysseus'un bir başka adı da Ulysses'tir. Homeros'un öbür destanı bildiğimiz gibi İlyada'dır. Gerek İlyada, gerek Odysseia,Yunanlılar'la Truvalı'lar arasındaki savaş üstüne Yunanlılar'ın anlattığı bir dizi efsaneden oluşur.
Bu savaşta Yunan orduları Truva kentini on yıllık bir kuşatmadan sonra ele geçirerek yerle bir ettiler. Homeros İlyada'da, kuşatmanın onuncu yılında olup bitenleri anlatır oysa Odysseia'nın öyküsü daha sonra, uzun savaşın bitiminde tüm Yunanlı kahramanlar evlerine dönerken başlar. Bu türden birçok dönüş öyküsü yazıldıysa da Homeros, Odysseus'un aşılması güç engeller ve serüvenler dolu öyküsünü çok güzel bir şiir diliyle kaleme aldığı için Odysseia zamanımıza kadar gelebilmiştir.
Odysseus'u, Yunanistan Yarımadası'nın batı kıyısı açıklarındaki İthake Adası'ndaki evinde karısı Penelope ile oğlu Telemakhos beklemektedir. O dönemde Anadolu'nun kuzeybatısındaki Truva kentinden küçük bir gemiyle yelken açıp kara görünceye kadar yol almak olsa olsa iki ya da üç hafta sürerdi. Ne var ki, bu yolculuk Odysseus'un on yılını aldı. Odysseia aslında onun evine dönmesini geciktiren olayların öyküsüdür. Homeros öyküyü, yolculuğun başlangıcında değil, sona oldukça yakın bir anda, su perisi Kalypso'nun Odysseus'u birkaç yıl alıkoyduğu ada da başlatır.
Destan, tanrıların gökyüzündeki toplantılarında Odysseus'un artık Kalypso'nun yanından ayrılarak evine dönmesine karar vermeleriyle başlar. Eski Yunan efsanelerinde tanrılar hep insanların yaşantılarına karışır ve bazen pek de adaletli sayılmayacak kararlar verirlerdi. Tanrıların bazıları Odysseus'tan yanayken, bazıları da ondan nefret ediyor ve ona kötülük etmek istiyordu. Baş düşmanıysa deniz tanrısı Poseidon'du. Odysseus'un gemisinin sürekli olarak kazaya uğraması ve rotasını şaşırması hep bu yüzdendir. Tanrılar Odysseus'u eve dönmesine izin vermeyi kararlaştırdıkları zaman bile, Poseidon'un ona duyduğu öfke sürmektedir.
Öte yandan, Odysseus'tan yana olan Savaş Tanrıçası Athena, Odysseus'un oğlu Telemakhos'a öğüt vermek için toplantıdan sonra doğru İthake'ye gider. Telemakhos ile Penelope birtakım sorunlarla yüz yüzedir. Odysseus'un evine yerleşen komşu ülkenin ileri gelenleri Penelope'ye artık kocası öldüğüne göre aralarından birini kendisine koca seçmesi için bakı yapmaktadır. Penelope, ancak Odysseus'un yaşlı babası için dokuduğu kefeni bitirdikten sonra karar vereceğini söyleyerek onları oyalar. Gündüzleri dokuduğu kumaşları geceleri sökerek zaman kazanmaya çalışır. Kılık değiştirip kendisini Odysseus'un eski bir arkadaşı olarak tanıtan Athena'nın gelişi Penelope'yi büyük ölçüde rahatlatır. Athena Telemakhos'a, babasını araması için yola çıkmasını salık verir. Athena'nın da onunla birlikte çıktığı bu yolculuk, Penelophe'nin kararını daha da geciktirmesini sağlar. Penelope ile evlenmek isteyenler çok öfkelenerek, döndüğü zaman Telemakhos'u öldürmeyi planlarlar.
Yunanistan'ı baştan başa dolaşan Telemakhos, sonunda Truva Savaşı'nın çıkmasına neden olan Helen'in kocası Sparta Kralı Menelaos'tan Odysseus'un bir ada da Kalypso'nun yanında olduğunu öğrenir. Oysa tam bu sırada tanrılar Kalypso'nun Odysseus'u özgür bırakmasına karar vermişlerdir. Odysseus Kalypso'nun yardımıyla bir sal yapıp denize açılır, ama Poseidon'un nefreti bir kez daha felaketine neden olur. Deniz tanrısı, bir fırtınayla salı batırır. Odysseus boğulmaktan kurtulur ve yüzerek bir adaya çıkar. Adanın kralı olan Alkinoos'un kızı Nausikaa Odysseus'u bulur ve ona yardım eder. Bu arada ona gönlünü kaptıran ve orada kalması için yalvaran Nausikaa, Odysseus'u alıp babasının sarayına götürür. Odysseus, Kral Alkinoos'a ve bütün saraylara bu adaya ayak basıncaya kadar başından geçenleri anlatır.
Odysseus'un Serüvenleri
Odysseus, Truva Savaşı'ndan sonra İthake'ye dönmek için gemisine binip yola çıktığını, ama çok geçmeden sert bir fırtına yüzünden Lotophagoi (Lotus Yiyenler) ülkesine sürüklendiğini anlatır. Bazı denizciler orada Lotus'un meyvesini yedikleri için yolculuğun amacını unutur, arkadaşlarını bile tanımazlar. Odysseus onları zorla gemilere bindirip yeniden yola çıkarır. Derken dev soyundan, tepegöz yaratıklar olan Kikloplar'ın yaşadığı bir adaya çıkarlar. Orada, Polyphemos adlı dev Odysseus'un altı arkadaşını öldürerek yer, ama dev uyurken Odysseus bir sopayla onun gözünü kör ederek kaçmayı başarır.
Polyphemos'un elinden canlarını kıl payı kurtardıktan sonra rüzgarlar tanrısının adasına varırlar; tanrı onlara, dönüş yolculuklarını engelleyebilecek bütün rüzgarların içinde hapis tutulduğu bir torba verir. On gün sonra tam İthake'ye yaklaşırken, meraklarını yenemeyen tayfalar Odysseus uykudayken, içinde ne olduğunu görmek için torbayı açınca, ne kadar rüzgar varsa dışarı çıkar ve korkunç bir fırtına kopar. Gemiler İthake'den çok uzaklara sürüklenir. Çok geçmeden de Laistrygon adlı dev yamyamların yaşadığı bir ülkeye varırlar. Yamyamların saldırısına uğrayan gemicilerden yalnızca Odysseus'un gemisindekiler canını kurtarabilir. Kalan bu tek gemideki denizciler, acı ve umutsuzluk içinde, tanrıça Kirke'nin yaşadığı adaya varırlar. Büyücü olan Kirke, sarayında düzenlediği şölene çağırdığı denizcilerin çoğunu domuza dönüştürür. Ne var ki, Odysseus Tanrı Hermes'in verdiği sihirli bir otun yardımıyla onların imdadına yetişir. Kirke de büyüyü bozmaya razı olur. Odysseus ile arkadaşları bir yıl Kirke'nin sarayında kalırlar. Ama sonunda İthake'ye dönme istekleri ağır basar ve yeniden denize açılırlar. Ancak önce İthake'ye değil, bilge kahin Teiresias'ın ruhuna akıl danışmak için ölüler ülkesine yola çıkarlar. Teriesias, Odysseus'u yolculuk sırasında karşısına çıkacak tehlikelere karşı uyarır, bunlarla başa çıkabilmesi için öğütler verir.
Gerçekten de serüvenler birbirini kovalar, ama Odysseus hepsinden de sağ çıkmayı başarır. Şarkılarıyla erkekleri sarhoş edip ölüme sürükleyen güzel sesli Sirenler'in tehlikeli büyüsünden kurtulduktan sonra bir yanda canavar Skylla'nın, öte yanda Kharybdis anaforun bulunduğu boğazı da sağ salim geçer. Sicilya kıyılarına çıktıklarında Odysseus arkadaşlarını koyun ve sığır sürülerine dokunmamaları için uyarırsa da, onlar bu uyarıya kulak asmaz. Ne var ki, kesip yedikleri koyunlar gerçek ve Işık Tanrısı Apollon'un malıdır ve Apollon onları tam adadan ayrılırken korkunç bir fırtınayla cezalandırır. Gemi bir yıldırımla paramparça olur, tayfaların tümü boğulur. Tek başına kurutulan Odysseus dokuz gün denizle boğuştuktan sonra bu günkü Malta Adası olduğu sanılan, Kalypso'nun yaşadığı adada karaya çıkar.
Eve Dönüş
Bu acılı öyküden Kral Alkinoos öyle duygulanır ki,yurduna geri dönebilmesi için Odysseus'a hem bir gemi, hem de tayfa verir. Bu kez Odysseus sağ salim İthake'ye varır. Derin bir uykudayken dost denizciler onu yavaşça kumun üzerine yatırırlar. Uyanınca Athena ona Penelope ile evlenmekten isteyenlerden söz eder ve Telemakhos'u öldürmeyi planladıklarını anlatır. Tanınmasın diye Odysseus'u dilenci kılığına sokar ve ona yardım etmesi için gizlice Telemakhos'u getirir. Yalnızca Telemakhos ve sadık bir uşak Odysseus kim olduğunu bilmektedir. Odysseus ne yapacaklarını planlarken hep birlikte uşağın kulübesine sığınırlar. Penelope'yle evlenmek isteyenler, Odysseus'u dilenci sanarak kendi sarayında aşağılarlar.
Penelope sonunda,her kim Odysseus'un büyük yayını germeyi başarırsa onunla evlenebileceğini söyler. Herkes dener, ama bu işi kolayca başaran hala dilenci kılığındaki Odysseus olur. Üzerindeki yırtık pırtık giysileri atınca kim olduğu ortaya çıkan Odysseus, Telemakhos'un yardımıyla, Penelope ile evlenmek isteyenleri birer birer öldürür. Penelope'nin bile tanımakta güçlük çektiği Odysseus'un çilesi son bulur, karısına ve evine kavuşur.
Kaynak: www.edebiyatogretmeni.net/dunya_destanlari.htm
Oğuz Kağan Destanı
Nuh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in büyük oğlu Türk, doğuda yerleşmişti. Bunun ülkesine Türkistan denildi. Türklerin ilk atası olan Türk’ün oğullarından büyüğü Kara-Han, Karı-Sayram şehrini başşehir edinmişti. Yaylakları, İpanç şehri yakınlarındaki Or-Tag ile Kür-Tag, kışlakları da Porsuk şehri yanındaki Kara-Kum idi. Kara-Hanın kardeşleri; Or-Han, Kür-Han ve Küz-Han adlarını taşıyorlardı. Kara-Han, hârika olarak doğan oğluna bir yaşında iken ad koyacağı sırada, bu çocuk; “Ben sarayda doğduğumdan, adım Oğuz olsun.” deyince, herkes şaşırmıştı. Allah’ın varlığına ve birliğine inanan Oğuz, putperest annesinin sütünü sâdece bir defâ emdi. Babası, Oğuz’u, kardeşinin kızı ile evlendirmek isteyince o, Hak dîne girmeyi reddeden amcasının kızları ile evlenmedi.
Oğuz, gençliğinde; yılkıları (at sürüsü) ve insanları yiyen, çok korkulan, azgın bir canavarı öldürerek büyük şöhret kazandı. Oğuz’un, teklif edilen kızlar ile evlenmeyiş sebebini öğrenen babası Kara-Han ile amcaları, onun gizli ve kendi dinlerine uymayan bir din taşıdığını anlayarak, bir av sırasında öldürmeyi plânladılar. Suikastı anlayınca, baba ve amcasını öldürdü. Avlanırken Gök-Işık içinde beliren Gök-Kızı ile evlendi. Gök-Kızından üçüz oğlu olup; Gün-Han, Ay-Han, Yıldız-Han, bir rivayete göre de Gün-Alp, Ay-Alp, Yıldız-Alp adlarını verdi. Başka bir gün yine avlanırken, göl içindeki küçük bir adada, dünyâ güzeli Göl-Kızını gördü. Bununla da evlenen Oğuz, Göl-Kızından doğan üçüz oğullarına Gök-Han, Dağ-Han, Deniz-Han, başka bir rivâyete göre de Gök-Alp, Dağ-Alp, Deniz-Alp adlarını verdi. Sonra, Oğuz Han bütün halkını toplayarak, ulu bir toy (ziyâfet) verdi. Kırk yerde ağır sofralar kurdurdu. Toydan sonra Oğuz Han, beğler ile halka yarlıg (ferman) çıkararak, şöyle buyurdu:
“Ben sizlere oldum kağan.Alalım yay hem de kalkan.Tamga olsun bize boyan.Gökbörü olsun oran.Demir çıdalar olsun orman.Avlakta yürüsün kulan.İşte deniz, işte muran,gün olsun tuğ, gök korıkan.”
Bundan sonra Oğuz Han, dünyânın dört yönüne yarlıg yazdı. Elçilere verip gönderdi. Bu fermanlarda şöyle deniyordu:
“Ben Türklerin kağanıyım; dünyânın dört bucağının da hâkimi olsam gerekir. Sizlerden itâatinizi istiyorum. Kim benim buyruğuma baş eğerse, el olursa, hediyelerini kabul eder, kendisini dost sayarım. Her kim de baş eğmezse, ona gazab eder, üzerine ordu çekip, baskın yapar, hemen astırıp, yok ederim!”.
Bu sırada sağdaki Çin Kağanı, kıymetli hediyelerle elçisini gönderip, itâatini saygı ile arz etti; onunla dost oldu. Soldaki Urum Kağan, itâatlerini bildirmediğinden ordusunu çekip, onların üzerine yürüyen Oğuz Han, kırk gün sonra Muzdağ (Buzdağı) eteğine gelince otağına güneyden bir ışık girdi ve içinden, gök tüylü, gök yeleli iri bir erkek böri (kurt) çıktı. Bu Gök-Böri konuşarak, Oğuz Han’a; “Ben senin orduna kılavuz olarak önde yürüyeceğim.” dedi ve böyle yaptı.
Muzdağdan sonra Gök-Börinin kılavuzluğunda batıya yürüyen ordusunun başındaki Oğuz Han, İtil-Müren (Volga Nehri) boyundaki Karadağ önünde yapılan savaşta, kalabalık ordulu Urum-Kağanı yendi, kaçırttı. Urum-Kağanın kardeşi olup, Oğuz’a itâat eden ve saklandığı kaleleri teslim eyleyen Urum-Beğin oğluna, itâatle teslim olması üzerine, Türkçe saklayan, koruyan manâsında “Saklar” (Eslar/Slav) adı verildi. Zaferden sonra, Uluğ-Ordu Beğ adlı birisi, ulu ağaçlardan yaptığı kayıklarla, orduyu İtil’den öteye-batıya, geçirdiğinden, Oğuz Han onu mükâfâtlandırarak, İtil’in batısındaki ülkeleri ona bağışladı ve kendisine oğyuk-ağaç mânâsında Kıpçak-Beğ adını verdi.
İtil Nehri kuzeyinden karanlıklar ülkesinde yaşayan Kıl-Barak veya İt-Barak kavmini de itâat altına alan Oğuz Han, anayurdu korumak için, Uygun uruğunu vazifelendirmiştir. Anayurttan, Afgan ve Hind üzerine sefere çıkan Oğuz Han, yolda her zaman bindiği ala aygırı kaçıp, tepeleri dâimî karlı Muzdağın karları içine gitti. Buna çok üzülen Oğuz, ordusundaki cesur, soğuğa dayanıklı bir beğin, dokuz gün içinde gidip bu atı karlar içinde tutup, getirmesine çok sevindi. Onu mükafâtlandırarak Tanrıdağlar bölgesinin karlı yaylaklarını ona bağışlayıp; “Sen, buradaki beğlere baş ol ve senin adın hep Karluk olsun.” dedi.
Afgan ve Hind ellerini fethetti. Sonra, İran üzerine Horasan’a yürüdü. Yolda, duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı ve kapısı demirden ulu bir konak gördüler. Bunun kilitli kapısını açmak, çok zor olduğundan, Oğuz Kağan pek becerikli, hünerli bir kişi olan askerlerinden Tömürdü-Kağul adlı birisine, Kal-Aç diyerek, buranın kapısını açmasını buyurdu.Seferde yağmalar ve savaşlarda alınan ganimetlerini taşımak için ağaç araba yapan usta askeri çok beğenen Oğuz Han, ona yüklü arabanın yürürken çıkardığı“Kang-Kang” sesine göre Kanglı adını verdi.
Oğuz Han, Dağıstan’daki Tarku ve Derbend bölgelerini fethederek oradan Şirvan, Aran, Mugan ve Gürcistan ülkeleri üzerine gelip buraları da feth eyledi. Yaz sıcağında, ordusuyla Sabalan ve Arar dağlarındaki Alatağ (Ağrı Dağı) yaylaklarında ordusu ile yayladı. Her iki dağa da Türkçe adlar verildi. Oğuz Hanın, bu çevrede fethettiği ülkeye Türkçe Azar-Baygan adı verildi.
Oğuz Han, Alatağ yaylasında iken Gürcistan, Irak, Anadolu ve Suriye ülkelerine elçiler gönderip, itâat etmelerini bildirdi. Kış gelince Mugan Çölünü geçerek, ordusu ile orada ve Kür ile Aras nehirleri arasındaki Aran (Karabağ) kışlağında kışladı. Baharda Gürcüler itâat ettilerse de sonradan caydılar. Oğuz Han, kendi oğullarını, iki yüzer kişi ile bu küçük kavmin üzerine gönderdi ve buradan ordusuna erzak tedârik ettirdi.
Alatağ’dan ordusu ile sefere çıkan Oğuz Han, Anadolu ve Irak üzerine yürüdü. Buraların uluları gelerek, savaşmadan itâat ettiler. Kış bastırınca, Oğuz Han, ordusu ile Dicle Nehri boyunda kışladı. İlkbaharda Şam üzerine yürüdü. Bütün Raka ve Şam ülkesi itâat ettiyse de üç yüz altmış kale kapılı Antakya şehri direnince, bir yıl süren kuşatmadan sonra, burası da zaptedildi. Oğuz Han, Antakya’da tahta geçti. Yanındaki doksan bin askerini bu şehre yerleştirip, kışladı. Askerlerin çoluk çocuğunu da bu ulu şehirde barındırdı. Bu şehirden Altı oğlunu (Filistin ve Mısır ülkeleri) Tekfur’un üzerine öncü olarak gönderdi. Eğer itâat etmezse ordusu ile kendisinin de geleceğini bildirdi. İki gün ve iki gece süren savaşta yenilen Tekfur, yakalanarak Antakya’da Oğuz Hana gönderildi. Oğuz Han itâatini arz eden Tekfur’u haraca bağlayıp yeniden kendi ülkesine hâkim tâyin etti. Yunan ve Frenk ülkesinin durumunu Tekfur’dan öğrenen Oğuz Han, üç oğlunu Yunan, üç oğlunu da Frenk ülkelerini itâat ettirmeğe gönderdi. Tekfur da kendi elçisi ile bu iki ülkeye tez elden şu haberi yolladı: “Bu Oğuzlar, çok büyük kudret ve kuvvet sâhibidirler. Güneşin doğduğu yerden buralara kadar bütün ülkeleri ellerine geçirmişlerdir. Onlara hiç kimse dayanamaz. Siz de kendi isteğinizle, yıllık vergi vererek, onlara itâat ediniz. Karşı çıkıp da halkınız kırılmasın.” Sonunda, Frenk ve Yunan ülkeleri itâat edip, haraca bağlandılar. Üç yıl Antakya’da kışlayan Oğuz Han, Bağdat İsfahan yolu ile İran’a gelip, Demevan Dağından, Horasan-Herat (Afgan) yolu ile ülkesine dönmeğe karar verdi.
Oğuz Han Amuderya’yı (Ceyhun) geçerek, Ilak ülkesindeki Semerkand bölgesine vardı. Buhara sınırındaki Yalbulağaz mevkiine geldi. Anayurduna erişti. Elli yılda dünyâyı feth eden ulu cihangiri, Kanglı ve Uygurlar, dokuz günlük yoldan gelerek karşıladılar. Kürtak Yaylağına gelen Oğuz Han burada, bin evi doyuracak koyun ile dokuz yüz kısrak kestirerek, ulu bir toy verdi. Oğuz Hanın yanında soylu, yaşlı, uzun tecrübeli ve ak saçlı bir Düşüme(vezir) vardı, adı Uluğ-Türk idi. Bu vezir, bir gün rüyâda gördü ki, bir Altın Yay doğudan batıya doğru gidiyor. Uyanıp, rüyâyı, Oğuz Hanın ve neslinin cihan hâkimiyetine tâbir etti. Bunun üzerine Oğuz, oğullarını çağırıp, avlanmalarını istedi. Büyükler doğuya, küçükler batıya doğru ava çıktılar. Gün, Ay, Yıldız yolda bir Altın-Yay; Gök, Dağ, Deniz de yolları üzerinde üç Gümüş-Ok bularak dönüp babalarına getirdiler. Buna çok sevinen Oğuz Han, okların herbirini küçük oğullarının birisine verdi: “Ok, yaya tabidir, onu atarken de öyle olunuz” dedi. Sonra dönüp, Altın-Yay’ı üçe bölerek, her parçasını büyük oğullarından birisine verdi: Bunlara, Boz-Oklar dedi. Sonra, büyük kurultay toplayarak, yanına kırk kulaç boyunda bir direk diktirip, üzerine bir altın tavuk koydu ve dibine bir Akkoyun bağladı; soluna da kırk kulaçlık direk diktirip, üzerine bir Gümüş-Tavuk koydurdu ve dibine bir Karakoyun bağladı. Oğullarından Bozokları, sağ (doğu) yanına, üç-okları da sol (batı) yanına oturtarak, kırk gün, kırk gece yiyip içtiler. Ulu toy yaptılar. Sonra Oğuz Han ülkesini altı oğlu arasında bölüştürdü ve rûhunu teslim etti.
Ramayana Destanı
Ozan Valmiki tarafından yazılan Ramayana destanı, 24.000 beyit ve yedi bölümden oluşmaktadır. Destan, üç büyük Hindu tanrısından biri olan Vişnu'nun yeniden doğumlarından bahseder ve Prens Rama'nın başından geçenleri anlatır.
Ramayana, Yunan destanları ile benzerlikler göstermektedir. İlyada gibi kaçırılan bir kraliçenin kurtarılmasını; Odysseia gibi, bir kahramanın uzun bir gezi boyunca yaşadığı maceraları anlatır. Odysseus'un Troya'dan İthaka'ya yolculuğundaki gibi Rama da kuzeyden güneye Hindistan'da seyahat eder ve sonunda Seylan'a ulaşır. Ramayana'daki tanrılar da Yunan ve Sümer tanrıları gibi dünyaya iner ve kahramanlarla ilişki kurarlar, onlara yol gösterirler; fakat onların davranışlarını belirlemezler.
Destanın Bölümleri
1. Bala Kanda (Çocukluk)
2. Ayodhya Kanda (Ayodhya şehri)
3. Aranya Kanda (Orman)
4. Kişkindha Kanda (Kişkindha)
5. Sundara Kanda (Güzel)
6. Yuddha Kanda (Savaş)
7. Uttara Kanda (Son)
Destan, uzak geçmişe açılan bir pencereden eski Hindu kültürü, dini, toplumsal ve siyasal yaşamları hakkında pek çok bilgiler verir.
Hala yaşayan bir gelenek olan Ramayana birçokları için yaşayan dinsel inancın bir parçasıdır. Hintli çocuklar, birçok Batılı çocuğun masallarla büyütülmesine benzer bir biçimde, destandan alınmış öykülerle büyütülür. Ramayana'nın tamamı ya da bir parçası, dinsel festivallerde törenlerin bir parçası olarak dramatize edilir, kitapların ve filmlerin konusu olmuştur.
Rama, güç ve erdemi; Sita, sadakati; Lakşmana, kardeş sevgisini; Rawana ise kötülüğü temsil eder. Ramayana'da Dharma, kahramanların davranışlarında önemli bir ölçü teşkil etmektedir.
1. Bölüm
Çok eski zamanlarda büyük bir kral olan Dasa-Ratha, Kosala krallığını başkent Ayodhya'dan yönetiyordu. Pek çok meziyetleri ile çok uzaklardan bile tanınmış ve halkı tarafından sevilen kral Dasa-Ratha'nın tek eksiği ölümünden sonra krallığı yönetecek bir oğul idi.
Tanrılara adaklarda bulunmasına rağmen kralın tüm duaları boşa çıkmıştı. Sonunda rahiplerine tanrılar için bir at adamalarını söyledi. Rahipler kıvrak, zarif, güçlü ve muhteşem bir atı bir yıl için serbest bıraktılar. At geri döndüğünde, Kral Dasa-Ratha'nın dört oğlan babası olacağını söylediler.
Bu sırada yukarıdaki tanrılar, Brahma'ya; Rakşasa kralı hain Ravana'yı şikayet ediyorlardı. Brahma, onları "Ravana'nın kendi halkından ve yeryüzünün altında ve üstünde yaşayan her yaratıktan korunmak için bana geldiği ve bu armağanı ona verdiğim doğru. Bununla beraber oldukça ne insanlardan ne de hayvanlardan korunma istedi, çünkü onlardan kötülük gelmeyeceğini düşünüyordu. Bu nedenle hayvanlar ve insanlar tarafından öldürülecek. Sabırlı olun ve görün." diyerek yanıtladı.
Brahma'nın konuşmasının üzerinden tanrılar Vişnu'ya; "Sadece sen bize yardım edebilirsin. Kosala krallığına in ve Kral Dasa-Ratha'nın dört çocuğu olarak dünyaya gelmeyi kabul et. Ravana'yı insan olup yalnız sen yok edebilirsin." dediler
Bunu yapacağını söyleyen Vişnu şöyle devam etti: "Tanrıça-karım Lakşmi de bana eşlik edecek ve dünyadaki ölümlü karım olacak."
Kral Dasa-Ratha'nın üç karısı dört oğul doğurdular. Önce Rama, sonra Bharata, daha sonra Lakşmana ve son olarak Satrughna doğdu. Oğulları on altı yaşına geldiğinde bilginlerden birisi Kral Dasa-Ratha'nın huzuruna gelerek ondan Ravana ve Rakşasalarla savaşmak için oğlu Rama'nın yardımına ihtiyaçları olduğunu söyledi. "Tanrılar Ravana'ya karşı güçsüzler, ancak insanların en iyisi onu yok edebilir ve o adam Rama'dır." diyen bilge adama, Rama ve Lakşmana babalarının duasını alarak eşlik etti.
Bilge adam Rama'ya Kral Canaka tarafından yapılan adak törenine birlikte gelmesini söyledi. Bu büyük kral, Toprak Ana ile evli ve dünyadaki hayatın yok edicisi tanrı Şiva'nın çok önceleri atalarına verdiği muhteşem bir yaya sahipti. Yukarıdaki tanrıların, Rakşasaların, dünyadaki kralların ve prenslerin hiçbiri bu yayı germeyi başaramamıştı. Bilge adam, yayı germesini Rama'dan ister. Kim bu savaş yayını gerebilirse, kralın kızı Sita'yı kazanacaktır.
Canaka'nın güçlü yayını kralın en güçlü savaşçıları, silahı sekiz tekerlekli demir bir savaş arabasında yavaş yavaş ancak getirebildiler. Rama büyük yayı havaya kaldırdı, onu gerdi ve o halde tuttu. Daha sonra okçu konumu aldı ve ipi çekmesinin ardından bir gök gürlemesiyle yay ikiye ayrıldı.
Rama ve Sita kutsal evlilik yemini için ayakta beklerken Kral Canaka dedi ki: "Sita bu andan sonra senin sadık karın olacak. Senin erdemini, mutluluğunu ve acını paylaşacak. Üzüntüde ve sevinçte ona arka çık. Yaşam seni nereye sürüklerse gölge gibi peşinden gelecek ve yaşamda olduğu gibi ölümde de seninle olacak."
2. Bölüm
Tahtını, dört oğlu arasında kendisinin ve Ayodhya halkının en sevdiği Rama'ya vereceğini düşünen Kral Dasa-Ratha, ülke önderleri kurulunu toplantıya çağırdı ve Rama'nın kral olacağını söyledi. Rama ideal bir erkek örneğiydi, sadık, bağlı, yumuşak, tüm savaş ve barış sanatlarını bilen ve herkese karşı merhametli.
Her tarafından toplanan kalabalıklarla Ayodhya kenti Rama'nın tahta çıkışını kutlamaya hazırlandı. Kral Dasa-Ratha Rama'yı tahta oturttu ve çeşitli öğütlerde bulundu.
Kral Dasa-Ratha'nın kararına Bharata'nın annesi bir anne sevinciyle seyrederken, nedimesi; "Bu senin en üzüntülü günün olması gerekirken neden bu kadar mutlusun?" diye sordu. "Rama, Bharata'nın erdem ve yiğitliğinden ürktüğü için erkek kardeşinin üzerine bir kurt gibi atlayacak ve onu parçalayacak. Ve Rama'nın annesi ve karısı, sana ve Bharata'nın karısına köleymiş gibi davranacak."
Nedimenin sözcükleri bir yılanın zehri gibi Bharata'nın annesinin yüreğine sızdı, yas tutmaya ayrılan odaya girdi ve oranın soğuk zeminine uzanıp ağladı. Yaşlı kral onu, kökünden kesilmiş yeni filizlenen bir asma gibi yerde yatarken buldu.
Karısı, kraldan yıllar önce Rakşasalar onu acılı bir biçimde yaraladıklarında ona baktığını ve hayatını kurtardığını hatırlattı. Şükran borcu olarak, verdiği iki ödül sözünü şimdi yerine getirmesini istedi. Birincisi Rama'nın yerine Bharata'nın tahta çıkmasına izin vermesi, ikincisi ise Rama' nın on dört yıl boyunca vahşi ormanlarda bir münzevi olarak yaşamasını sağlaması.
"Dürüstlüğü ve erdemliliğiyle tanınan siz, eğer bana verdiğiniz sözden dönerseniz, dünya hayatınızı kurtaran sevgili karınıza ne kadar az değer verdiğinizi görecek. Dünya, benim kırık bir kalpten ölmeme neden olduğunu bilecek. Bharata için krallık, Rama için sürgün diliyorum. Başka hiçbir şeyi kabul etmem."
Ertesi sabah, taç giyme gününde Rama, babasına gittiğinde Bharata'nın annesini kralın yanında otururken buldu.
Bharata'nın annesi yıllar önce kralın ona söz verdiğini ve Kral Dasa-Ratha kutsal sözünden vazgeçemeyeceğini söyler. "Eğer dürüst ve sadık bir oğulsan, Dharma'ya bağlı olmalısın. Eğer babanın onurunu kurtarmak istiyorsan, hemen burayı terk et ve gelecek on dört yıl boyunca vahşi ormanlarda bir münzevi olarak yaşa."
Bu sözleri büyük bir gönül rahatlığıyla kabul eden Rama. "Umarım benim yolculuğum senin kalbine huzur getirir baba" diye yanıtladı. Genç ve sadık Lakşmana karşı çıkmasına rağmen Rama "Kuşkusuz bu sefer orman benim kaderimin bir parçası. İyi bir oğuldan beklendiği gibi babama itaat ederek onurumla yaşayacağım. Dharma yolu budur" diyerek yanıt verdi.
Sita ise Rama ile birlikte sürgüne gideceğini söyledi. "Sensiz ben bir hiçim. Senin sürgünün benim de sürgünüm olacak"
"Ben de sana eşlik edeceğim." dedi Lakşmana. Rama, Lakşmana ve Sita sürgüne birlikte gittiler. Rama'nın yolculuğunun beşinci gününün akşamı ihtiyar kralın kalbi kederinin yükünü kaldıramadı ve kral öldü ve kraliyet askerleri Bharata'yı çağırmak üzere gönderildi.
3. Bölüm
Satrughna'nın eşlik ettiği Bharata, yedinci gün Ayodhya kentine vardı ve hemen annesini görmeye gitti. Annesi, Rama'nın ayrılmasıyla ilgili gerçeği anlattı. Bharata ise "Eğer Rama seni sevmiyor olsaydı, seni annelikten reddederdim. Senin haince planlarına karşı babamın krallığını yönetmeyeceğim. Kaderin hem bu yaşamda ve hem de gelecek yaşamda sana üzüntü getirecek. Bu korkunç iş nedeniyle sürülmeyi, asılmayı ya da yakılmayı hak ediyorsun." diyerek yanıt verdi.
Bharata tahtı reddetti ve Rama'yı bulmak için büyük ormana doğru yolculuğa çıktı. Yolculuk sırasında Bharata, bir bilgeye rast geldi. Bu bilge, Bharata'ya; "Kader insanı yabancı ve önceden kestirilemeyen yollara sürükler. Rama'nın sürgünü nedeniyle anneni kınama. Onun sürgünü insanların ve tanrıların iyiliğinedir. Sabırlı ol ve Dharma'ya sadık kal!" diyerek öğüt verdi.
Bharata ve arkadaşları Rama'yı bulduklarında Rama, Bharata ve Satrughna'yı kucakladı. Bharata'ya, neden orman evimde aradığını sorduğunda Bharata gözyaşları içinde kral olan babalarının öldüğünü söyledi. Rama'dan, birlikte Ayodhya'ya dönmesini ve Kral Dasa-Ratha'nın en büyük oğlu olarak Kosala krallığını yönetmesini istemesine karşın Rama bunu kabul etmedi.
"Bharata, yapmamı ne kadar istesen de seninle Ayodhya'ya dönemem çünkü babamın ve kralın buyruğuna karşı gelemem, ölmüş olsa bile ona verdiğim sözü bozamam. Dharma yolu budur." diye yanıtladı.
Bunun üzerine Bharata, Rama'dan altın sandaletlerini istedi. "Onları, senin yokluğunda Ayodhya tahtına koyacağım. Bana cesaret verecekler ve senin için krallığımızı koruyacaklar. Bundan sonraki on dört yılı münzevi olarak geçireceğim, krallık sarayında yaşayacağım, ama senin gibi giyinip yiyeceğim. Eğer bu sürenin sonunda dönmezsen, cenaze ateşi yakıp alevlerinde ölmeye kararlıyım."
Rama, Sita ile Lakşmana, önceleri yol iz olmayan ormanda dolaşmaları sırasında vahşi ormanları kendine ev edinmiş münzevilerden güçlü ve bilge birisine rastladıklarında bilge dedi ki: "Rama, sen kahraman birisin ancak bu ormanda bile savaş silahlarına ihtiyacın olur." Ardından ona Vişnu'nun yayını, Brahma'nın parlayan okunu, İndra'nın sivri uçlu oklarla dolu büyük okluğu ve son olarak da, cilalanmış altın bir sandığın içerisinde altın kabzalı bir kılıcı verdi.
"Onları sürekli yanında taşı." diye devam etti bilge, "Çünkü onlara sık sık ihtiyacın olacak. Bu barış dolu ormanda, gece boyu ava çıkmış kötü yürekli Rakşasalara rastlayacaksınız. Dualarımızı engelleyen ve kutsal mekanlarımızı kirleten bu yaratıklara karşı bizi ancak siz savunabilirsiniz."
Rama, Sita ve Lakşmana, münzevileri, geceleri avlanan Rakşasaların saldırılarına karşı koruyarak on yıl boyunca ormanda yaşadılar.
Rakşasaların kralı Ravana'nın kız kardeşi, orman evine rastlayıp Rama'yı görüp ona aşık olana kadar her şey yolunda gitmişti. Rama'ya kim olduğunu sorduğunda Rama, ormanda kalışının nedenini açıkladı. Ardından genç kıza kendisi hakkında sorular yöneltti.
O da şöyle yanıtladı: "Lanka kralı Ravana benim erkek kardeşlerimden biridir. Çoğunlukla bu ormanda erkek kardeşlerimle birlikte dolaşırız, fakat sana olan aşkımdan onları kendi işleri peşinde bıraktım. İnsan olan karını bir yana bırak; o sana benim kadar değerli bir eş olamaz! Rakşasalar insan etiyle beslenirler. Hiç güç harcamadan karını ve erkek kardeşini öldürebilirim."
Rama; "Kocan olarak evli bir adamı istemezsin" diye yanıtladı. "Bunun yerine erkek kardeşim Lakşmana'yı dikkate almalısın."
Ravana'nın kız kardeşi Lakşmana'ya yaklaştığında, Lakşmana güldü "Kuşkusuz benimle tatmin olamazsın. Ben Rama'nın kölesiyim. Soylu bir kandan olman nedeniyle bir kölenin karısı olmak istemezsin değil mi?"
Bu sözler üzerine; aşkına karşılık bulamayan, onuru kırılan genç kız, Sita'nın üzerine saldırdı. Hızla kılıcını çeken Lakşmana savunmaya fırsat vermeden genç kadının burnunu ve kulaklarını kesti. Kız kardeşlerinin kanlı yüzünü gördüklerinde intikam için, 14 Rakşasalık bir grup gönderdiler. Rama, oklarıyla tümünü öldürdü. Kızgınlıktan kuduran kardeşler, daha sonra her biri Rama'nın cesâreti kadar zâlim olan 14.000 Rakşasalık bir güç topladılar.
Yüreğinde korku izi olmadan dimdik duran Rama, Ravana'nın erkek kardeşlerinden biri olan önderlerini canlı bırakarak on dört bin cinin tümünü öldürdü.
4. Bölüm
Ravana, erkek kardeşinin öldüğünü ve tüm ordusunun yok edildiğini duyunca Sita'yı ele geçirerek Rama'yı mahvetmeye karar verdi. Danışmanı Mariça karşı çıkmasına rağmen Ravana; "Rama sadece bir insan ve tüm insanlar Rakşasalar için kolay bir avdırlar. Ya bana yardım edersin, ya da hayatını tehlikeye atarsın. Benim krallığımda korkaklara yer yok!" diye yanıtladı.
Bunun üzerine Mariça Sita'yı kandırarak ele geçirmek için bir plan hazırladı. Kendisini, safirden boynuzları ve çiçek yaprakları gibi yumuşak derisi olan, altın ve gümüşten çok güzel bir ceylana dönüştürdü. Sita, güzel yaratığı gördüğünde büyülendi ve Rama'dan ceylanı kovalayıp ve ele geçirmesini istedi.
"Dikkatli ol Rama!" diye uyardı Lakşmana. "Hiçbir gerçek ceylan bu kadar güzel olmaz. Bu yaratık kılık değiştirmiş bir Rakşasa olmalı!" Rama yanıtladı, "Eğer bu yaratık gerçek bir Rakşasa ise, o bizi tehdit etmeden önce onu öldürmek zorundayım."
Mariça, uzun ve yorucu bir takiple Rama'yı ormanın derinliklerine çekti. En sonunda yay menziline girdiğinde; Rama, bir okla hayvanı öldürdü. Mariça, ölü bir halde yatarken kendi haline döndü. Ravana'ya, son bir yardım çabasıyla sesini Rama'nın sesine dönüştürdü ve bağırdı: "Lakşmana! Yardım et! Yardımdan yoksun, bu ormanda ölüyorum!"
Rama, bu sözleri korku ve yaklaşan felaket duygusu içinde duydu ve hemen eve doğru yola koyuldu.
Sita'nın; "Lakşmana, yardım etmek için hemen gitmelisin." demesine rağmen Lakşmana; "Bu, zekice bir Rakşasa hilesi olmalı.." diyerek karşı çıktı. Sita ise, kızgın bir şekilde; "Sen, insan kılığındaki kötü bir canavar olmalısın.Yüreğin bir taş kadar kadar sert. Eğer ihtiyaç duyup seni yardıma çağırdığında gitmeyeceksen, Rama'yı iddia ettiğin kadar seviyor olamazsın."
"Tamam Sita. Dilediğin gibi yapacağım. Akıllı bir hile aklını karıştırdı. Dilerim ormanın koruyucu ruhları ben yokken seni korur ve dilerim Rama'yı kısa zamanda yanında görürüm!"
Yakınlarında gizlice onları dinleyen Ravana, kendini kutsal bir münzeviye dönüştürerek, bir elinde asa diğer elinde dilenci kasesiyle Sita'ya göründü.ve şöyle dedi: "Neden tehlikeli hayvanların dolaştığı ve korkunç Rakşasalarm kuytu ormanda avlandıkları bu ıssız ormanda yaşıyorsun? Ben göründüğüm gibi dindar bir münzevi değilim. Ben Ravana'yım, Lanka'nın ve korkusuz Rakşasaların kralı."
Sita, öfkeyle reddetti; ancak sözleri Ravana'yı yıldırmadı. Yeniden canavar şeklini alıp, bir eliyle Sita'nın saçlarını, diğer eliyle bedenini yakaladı ve gökyüzünü aşarak onu uzak krallığına götürdü. Bir hayat belirtisi görmek için aşağıdaki araziyi gözleriyle tarayan Sita, bir dağın doruğunda oturan bir grup maymunlara gizlice mücevherlerini peçesini attı.
Rama, Lakşmana ile eve ulaşınca en büyük korkusunun gerekleştiğini gördü. Ormanları, dağlan, ovaları aradılar, ama başaramadılar. Bu sırasında ağır yaraladıkları bir Rakşasa onlara Büyük Maymun Kral Sugriva ve arkadaşlarından yardım isterlerse Sita'yı bulabileceklerini söyledi. Onlar da şekil değiştirebilirler ve bütün cinlerin nerede bulunacaklarını bilirlerdi.
Bunun üzerine Rama, maymunların kralı Sugriva'yı arayıp buldu. Maymun kral Sugriva, Sita'nın altın peçesini ve mücevherlerini Rama'ya uzattı. Rama, Kral'dan Sita'yı bulmak için yardım istedi.
Maymun kral: "Dünyanın her tarafından maymunları çağırırım. En çok rüzgarın oğlu Hanuman'ın yeteneğine güveniyorum. Göklere sıçrayıp dünyadaki her yere ulaşacak kadar güçlüdür; onun gücü, cesareti ve aklı kadar büyüktür."
Maymunlar, dört gruba ayrıldılar ve Sita'yı aramak için dünyayı taradılar. Ravana'nın, üç yüz mil genişliğindeki okyanusun öte yakasındaki bir ada olan Lanka'da yaşadığını öğrendiler. Hanuman, olağanüstü gücünü kullanarak bu büyük su kütlesinin üzerinden atladı.
Daha sonra, kendini kediye dönüştürdü ve göze çarpmayan biçimiyle altın duvarlı kente girdi, kent sokaklarında gizlice dolaştı. Sita'yı ormanın derinliklerinde buldu; bir grup dişi Rakşasa onu bekliyordu. Hanuman bir ağacın yapraklı dallarının arasına saklandı ve sessizce bekledi. Ravana'nın Sita'ya yaklaşıp, onu kabul etmesi karşılığında iktidar, zenginlik ve rahatlık vaat edişini izledi.
Ravana ayrılır ayrılmaz Sita, Hanuman'ın saklandığı ağacın altına sığındı. Sita ilk önce Hanuman'ın başka bir şekle bürünmüş bir Rakşasa olduğunu sandı. Ancak ona Rama'nın mühür yüzüğünü verince, Hanuman'a Rama ile ilgili sorular sordu.
Hanuman, geri döndüğünde Rama da Sita'nın hala hayatta olduğunu öğrenince canlandı. Büyük bir grup maymunla güneye, büyük denize doğru yola çıktılar.
5. Bölüm
Hanuman, denizden geri dönmeden önce Lanka kentinin büyük bir bölümünü yakmıştı. Ravana, bunun öcünü nasıl alacaklarını tartışmak için önderleri topladı. Rakşasalann en güçlü savaşçısı olan Kumbha-karna, her zamanki uykusundan uyandı ve şöyle dedi: "Ravana, Sita'yı kaçırmak çok saçma bir davranıştı ve toprağımıza gereksiz bir çekişme getirdi. Ama seni desteklemeye devam edeceğim. Çünkü benim kardeşim ve kralımsım."
Ravana'nın en genç erkek kardeşi Vibhişana ise daha sert eleştirerek Rama'nın haklı bir nedeni olduğunu, Ravana'nın ise haksız olduğunu söyledi. "Hakkı yanına alan bir savaşçının iki misli silahı vardır. Sana Sita'yı Rama'ya geri' vermeni ve bu çirkin davranışım temizlemeni öneririm. Bizi kesinlikle yok edecek bir savaşı böylece engelleyebiliriz."
Ravana öfkeyle karşı çıktı."Eğer kardeşim olmasaydın bu söylediklerin için seni öldürürdüm. Benim kanımdan olduğun için derhal krallığımı terk etmeni emrediyorum. Rama'ya katıl, zaten kalbin onunla beraber!"
Vibhişana: "Tehlikeyi göremiyorsun ve kendilerine yontarak tatlı sözlerle seni yanlış yönlendirenlere uyduğunda uğrayacağın büyük kıyımı fark edemiyorsun." diyerek Ravana'yı terk etti ve denizin üzerinden uçup önemli bir danışman olarak Rama'ya ve maymunlara katıldı. Rama, yardımına karşılık olarak Ravana'yı öldürünce Lanka'nın krallığını ona vereceğini vaat etti. Maymunlar kaya ve ağaçları toplayıp denize yerleştirdiler ve bu büyük mesafede bir köprü oluşturdular. Ravana'nın düşmanları köprüyü geçti ve savaş başladı.
Çarpışma hem gündüz hem gece sürdü, çünkü geceleri Rakşasalann saldırganlıkları artıyordu. İki tarafın gücü birbirine denkti. Ravana galibiyetten öyle emindi ki, erkek kardeşi büyük savaşçı Kumbha-karna'nın savaşın büyük bir bölümünde uyumasına izin verdi; Ravana, arabasının içinde savaş alanında savaşarak Rama, Hanuman'ın sırtına çıkıp Ravana'nın savaş arabasını parçaladı, Rakşasa'nın tacını ikiye böldü ve bir okla onu ağır şekilde yaraladı.
Ancak Rama, Ravana'yı öldürmedi ve şöyle dedi: "Savaşamayacak kadar zayıfsın; Lanka' ya dön ve dinlen. Gücünü yeniden topladığında ikimiz yeniden savaşırız. O zaman sana gerçekten ne kadar güçlü olduğumu göstereceğim."
Ravana, her zamanki gibi derin bir uykuda olan erkek kardeşi Kumbha-karna'yı yardıma çağırma zamanının geldiğine karar verdi. Kumbha-karna bir seferde on aya yakın uyur ve yalnızca tıka basa yemek yemek için kalkardı. Bu nedenle Rakşasalar bu büyük yaratığa, önce bir yiyecek dağı hazırladılar:
Onu uyandırmaya çalıştılar, on bin Rakşasa hep bir ağızdan bağırdılar, bin davul çaldılar, bedenine büyük tahta sopalarla vurdular; ama Kumbha-karna hala uyanmıyordu. Sonra kulaklarını ısırdılar, üzerine kazanlarca su boşalttılar, bin fili üzerine saldılar, mızrak ve topuzlarla onu yaraladılar. Sonunda Kumbha-karna uyandı.
Devasa Rakşasa altın savaş giysisini giyip maymunlara doğru ilerlediğinde maymunlar, bu hareket eden dağdan panik içinde kaçtılar, çünkü Kumbha-karna yakaladığı her şeyi yiyip yutuyordu. Rama, Hanuman ve maymunlar, bir dağın tepesinden büyük kayalar ve ağaçlar fırlatmalarına rağmen, silahları dev Rakşasa' nın metal giysisine çarpıp parçalanıyordu. Bu arada Kumbha-karna güçlü mızrağının her darbesinde yüzlerce maymun öldürüyor ve bir seferde yirmi veya otuz maymunu yiyordu; güçlü ağzından kan ve yağ damlıyordu.
En iyi maymun önderini yaraladıktan sonra Lakşmana ile karşılaştığında Kumbha-karna; "Seninle savaşmaya niyetim yok, Rama ile ölümüne savaşacağım." dedi.
Rama, Kumbha-karna ile savaşırken öldürücü ateşli oklar yolladı. Devin iki kolunu attığı iki okla kopardı. İki bacağını da keskin uçlu iki disk fırlatarak kopardı. En sonunda İndra'nın müthiş okunu devin boynuna yolladı. Ok giysisini parçalayıp omuzlarından başını ayırdı.
Bu büyük karşılaşmayı göklerden izlerken, daha önceden Rama'ya sivri uçlu oklarla dolu torbasını veren tanrıların kralı İndra; "Şimdi de ona göklerde yapılmış bir altın savaş giysisi, bana ait ve benim sürücümün kullandığı atların çektiği altın savaş arabamı vereceğim." dedi.
Ravana'nın oklarından bazılarının kızgın alev saçan yivleri vardı ve tıslayan zehirli yılanlara dönüşüyordu. Bunların karşısında Rama, Vişnu'nun yayını oklarını kullanıyordu. Çünkü bu oklar kuşlara dönüşüyor ve Ravana' nın oklarındaki yılanları yiyorlardı. İndra'nın güçlü oklarıyla Rama, Ravana'nın on başını teker teker kesti, ama her başı kestiğinde yerine yeni biri geliyordu. En sonunda Rama, Brahma'nın parlayan okunu çekti, Ravana'nın kalbini parçalayıp onu öldürdü.
Vibhişana, Ravana'nın ölüm yasını tutarken, Rama ona şöyle dedi: "Ravana dünyanın en büyük savaşçılarından ve kahramanlarından biriydi. Tanrıların kralı İndra bile ona karşı duramadı. Böyle savaşçılar savaşırken ölürse onların yası tutulmamalı. Çünkü onlar onurlarıyla ölmüşlerdir ve hiçbirimiz ölümden kaçamayız"
Sita'ya geldiğinde Rama şöyle dedi: "Sen kocasından başka bir adamla yaşamış olan bir kadının lekesini taşıyorsun. Ravana sana baktı ve sana dokundu. Kiminle istersen onunla yaşayabilirsin ama benimle yaşayamazsın."
Sita; "Onursuzluğun gölgesi, masum bir kadının üzerine düşerse; hak ettiği onuru yeniden kazanmanın tek yolu, yanarak ölmektir. Lakşmana, eğer beni seviyorsan, bana bir cenaze ateşi hazırla ve onu yak. Adıma sürülen bu lekeyle yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim." dedi. Alevlerin önünde dururken Sita: "Eğer düşünce ve davranışta sadık ve dürüst olmuşsam ve eğer Dharma'ya hayatım boyunca bağlılığımla lekesiz yaşayabilmişsem, bu ateş benim adımı savunsun." Ateşe girdi ve gözden kayboldu.
Tanrılar, altın arabalarıyla göklerden indiler ve Brahma şöyle dedi: "Rama, daima yaşayacak olan büyük tanrı Vişnu'nun dünyadaki görünüşüdür. Artık Ravana'yı öldürdüğüne göre ilahi biçimine girip göklere geri dönebilirsin. Çünkü insan biçimine girmeni gerektiren görevini yerine getirdin." Alevler aralandı ve ateş tanrısı Agni sadık Sita ile birlikte göründü. Alevler ona dokunmamıştı.
Böylece Rama, Lakşmana ve Sita, on dört yıldan sonra Ayodhya'ya döndüler. Rama ve Sita, Ayodhya'nın kral ve kraliçesi oldular ve krallıkları Kosala'yı on bin yıl yönettiler.
Satuk Buğrahan Destanı
Muhammed kanatlı atı Burak'ın sırtında göklere yükseldiği "Mirâc Gecesinde" gök katlarında kendinden önceki peygamberleri görür. Bunlar arasında birini tanıyamaz ve Cebrail'e bunun kim olduğunu sorar.
Cebrail :
" Bu peygamber değildir. Bu sizin ölümünüzden üç asır sonra dünyaya inecek olan bir ruhtur. Türkistan'da sizin dininizi yayacak olan bu ruh " Abdülkerim Satuk Buğra Han" adını alacaktır." Hz. Muhammed yeryüzüne döndükten sonra hergün islâmiyeti Türk ülkesine yayacak olan bu insan için dua etti. Hz. Muhammed'in arkadaşları da bu ruhu görmek istediler. Hz. Muhammed dua etti. Başlarında Türk başlıkları bulunan silâhlı, kırk atlı göründü. Satuk Buğra Han ve arkadaşları selâm verip uzaklaştılar. Bu olaydan üç asır sonra Satuk Buğra Han, Kaşgar Sultanının oğlu olarak dünyaya geldi. Satuk Buğra Hanın doğduğu gün yer sarsılmış, mevsim kış olduğu halde bahçeler , çayırlar çiçeklerle örtülmüştü. Falcılar bu çocuğun büyüyünce müslüman olacağını söyleyerek öldürülmesini isterler. Satuk Buğra Hanı, annesi : " Müslüman olduğu zaman öldürürsünüz." diyerek ölümden kurtarır.
Satuk Buğra Han 12 yaşında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkmağa başlar. Avda oldukları günlerden birinde kaçan bir tavşanın arkasından hızla koşarken arkadaşlarından uzaklaşır. Kaçan tavşan durur ve bir ihtiyar insan görünümü kazanır. Satuk Buğra Han'ın sonradan Hızır olduğunu anladığı bu yaşlı kişi ona müslüman olmasını öğütler ve islâmiyeti anlatır. Satuk Buğra, Kaşgar hükümdarı olan amcasından islâmiyeti kabul etmesini ister. Kaşgar Hanı, müslüman olmayacağını söyler. Satuk Buğra Han'ın işaretiyle yer yarılır ve hükümdar toprağa gömülür. Satuk Buğra Han hükümdar olur ve bütün Türk ülkeleri onun idaresinde islâmiyeti kabul ederler. Satuk Buğra Han, ömrünü müslümanlığı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Menkibelere göre Satuk Buğra Han'ın düşmana uzatıldığında kırk adım uzayan bir kılıcı varmış ve savaşırken etrafına ateşler saçıyormuş. 96 yaşında Tanrı'dan davet almış bu sebeble Kaşgar'a dönmüş ve hastalanarak burada ölmüştür.
Şahmeran ve Lokman Hekim
Lokman Hekim'in babası da kendisi gibi hekimdir. Ölmeden karısına bir defter verir ve "Doğacak çocuğumuz eşsiz bir hekim olacak; bilgide yeryüzünde ona yetişecek kimse çıkmayacak. Bu defteri zamanı gelince ona ver," der. Bir süre sonra kadının bir oğlu olur. Adını Lokman koyar. Çağına geldiğinde, tüm çabalara karşın okuma-yazma bile öğrenemez. Evinin geçimini sağlamak için odunculuk yapmaya başlar.
Birgün, yine odunlarını satmış, yorgun argın eve dönerken canı dolaşmak ister. Kır yoluna sapar. Bir inilti duyar. Dönüp baktığında insan başlı, ak, yılan gövdeli bir yaratık görür. Çok korkar. Yılan: "Ey insanoğlu, benden sakın korkma. Ben yılanların padişahı Şahmeran ım. Yaralıyım. Bana yardım edersen bir gün bunun karşılığını mutlaka öderim." der. Lokman, Şahmeran'ı kucağına alır, söylediği yoldan bir mağaranın önüne götürür. Yılan, birşeyler mırıldanır ve mağaranın kapısı açılır. Burası, eşsiz güzellikte bir yerdir. Mağarayı bekleyen karayılan, Şahmeran'ı sarayına götürür. Şahmeran, kısa sürede iyileşir. Aradan kırk gün geçmiştir. Lokman, artık eve dönmek istediğini söyleyince; Şahmeran, gördüklerini kimseye söylememesini tembih eder ve: "Ölümüm insan elinden olacak, bunu biliyorum. Öldüğümü duyduğunda yapacağın şeyleri sana tek tek anlatacağım. Sakın unutma, dediklerimi aynen yapacaksın," der. Neyin hangi hastalığa iyi geldiğini, ilaçların nasıl hazırlanacağını bir bir anlatır.
Lokman, eve döndüğünde bambaşka bir insan olmuştur. Tüm zamanını okumaya, yazmaya, Öğrenmeye ayırmaktadır. Aradan uzun bir zaman geçer. Şahmeran, sarayındaki billur suda evrenin tüm güzelliklerini izlerken, birden gözü Tarsus Beyi'nin kızına takılır. Kıza aşık olur. Yemeden içmeden kesilir. Günün birinde de kızın hamama gittiğini görür. Kızın güzelliği karşısında çılgına döner. Hamama gider. Islak mermerler üzerinden kayıp düşer. Hamamcı ve kızın hizmetkârları Şahmeran'ı göbek taşının üstünde öldürürler. Günümüzde Eski Hamam'ın göbek taşı bu yüzden kutsal sayılır. Taştaki lekenin Şahmeran'ın kanı olduğuna ve vücudunu buraya sürenlerin tüm dertlerinden kurtulacağına inanılır.
Şahmeran'ın öldürüldüğünü duyan Lokman, Tarsus'a gelir. Tarsus Beyi, amansız bir hastalığa yakalanmıştır. Vezirin baktığı fala göre Şahmeran'ın gözlerini ve ciğerini yerse iyileşecektir. Vezir, Şahmeran'da olağanüstü güçler olduğunu bildiğinden, ilacı kendisi hazırlamak ister. Amacı, Tarsus Beyi'ni öldürüp yerine geçmektir. Lokman da ilacı hazırlamak isteyince Tarsus Beyi, işi Lokman'a verir. Lokman, Şahmeran'ın kendisine anlattığı gibi, cansız gövdeyi üçe böler ve her paftayı ayrı ayn kaynatır. Parçalar kaynarken, her biri hangi hastalığa iyi geleceğini söylemektedir. Bu sırada Lokman ın yanına gelen vezir, hasta olduğunu söyleyerek; insanlara olağanüstü güçler veren parçanın suyunu ister. Lokman, vezirin kötü niyetini anlar. Kuyruk suyundan verir ve vezir ölür. Gövdenin ikinci suyunu kendi içer. Tarsus Beyi'ne de gerekli ilacı yapar. İlacı içen Bey, iyileşir.
Lokman, saraydan ayrılıp kırda yürürken, birden tüm bitkiler dile gelir. Hangi hastalığa şifa olduklarını söylemeye başlarlar. Okuma yazmayı öğrenmiş olan Lokman, bitkilerden duyduklarının tümünü yazmaya başlar. Böylece ünlü Hikmet ül-Lokman kitabı ortaya çıkar.
Şu Destanı
Şu Destanı, Türkler'in en eski destanlarından biridir. Destanın kahramanı olan Şu, bilginlerin tahminlerine göre MÖ dördüncü yüzyılda yaşamış bir Türk kaganıdır. Şu Destanı'nın konusu, Makedonyalı İskender'in Asya içlerine doğru ilerlerken Türkler'le yaptığı savaşlardır (?). Ama, türkolog Zeki Velidi Togan'a göre, destanda adı geçen İskender'in Makedonya'lı İskender ile bir ilgisi yoktur ve Şu Destanı'nın konusu Makedonyalı İskender'in istilası değil daha önceki yüzyıllarda oluşmuş bir Aryani istilasıdır.
Destanda Türk boylarının oluşumu ve Türkler'in kent yaşamına geçmeğe başlamaları da anlatılmaktadır. Ayrıca, ulusunu bir istiladan korumak için çaba gösteren bir kaganın kaygılarının ince bir biçimde işlenmesi, destana ayrı bir özellik katmaktadır.. Şu Destanı, kendisinden sonra oluşacak Türk destanlarının ana çizgilerini ve süslemelerini belirlemiştir.
Şu Destanı, kimi bilginlere göre Saka Türkleri'nin destanıdır. Şu destanında müzik ve ezgi önemli bir rol oynar; ama bu müzik insan sesine değil, sazların sesine dayanır. Destanın kahramanı genç kagan Şu, Türk destanlarının yerinde durmayan hareketli ve atak yiğitlerinden daha değişik bir yapıdadır. Kagan Şu, beden ve ruh yapısı ile daha çok, Osmanlı hakanı 3. Selim'i andırır. Şu Kagan, 3. Selim gibi içli, sanatçı, düşünceli ve mantıklı bir kimsedir. Sarayının kapısında günde 365 nöbet çalınır.
Şu Destanı'nın özeti aşağıda yer almaktadır:
Şu Kalesi'ni, Balasagun yakınlarında genç kagan Şu yaptırmıştı. Kagan Şu'nun sarayı ise Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da çok güçlü bir ordu bulunuyordu. Balasagun kenti çok zengindi. Şu Kagan'ın sarayının önünde ordu beğleri için her gün 365 nöbet vurulurdu. Bu sırada, Zülkarneyn (İskender) doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine kadar önüne çıkan tüm orduları yenmiş, ülkeleri işgal etmişti. Zülkarneyn, Semerkand'a değin ilerlemiş, Türk illerine yaklaşmışt
Şu Kagan'ın gözcüleri, Zülkarneyn'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne yaklaştığını bildirdiler. Gözcüler, Şu Kagan'a şöyle dediler:
''Zülkarneyn denilen, gün batısından kopup gelen bir kıral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne çıkan orduları dize getirmiş, yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Onunla savaşalım mı?''
Genç kagan Şu, habercilerin sözlerini dinlemez gibi göründü. Çünkü daha önceden, en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş, Hucend Irmağı kıyılarına gözcülük etsinler diye göndermişti. Yiğitler, kimseye görünmeden gizlice giderek Hucend kıyılarına yerleştikleri için, ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri kötü haberden Şu Kagan'ın kaygılanmamasına, kılını bile kıpırdatmamasına şaşırdılar. Şu Kagan gönlü ise rahattı.
Şu Kagan'ın gümüşten bir havuzu vardı. Havuzu, işten anlayan ustalara yaptırmıştı. Havuz, istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kagan, savaşa bile gitse gümüş havuzunu yanına alırdı. Konakladığı yerlerde içine su doldurtur, su dolu bu gümüş havuza kazlar, ördekler salar, onlara bakardı. Kazların, ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek kendisini dinledirir, dinlenirken de ulusunun geleceği ile, sefer ve savaşlar ile ilgili tasarılar hazırlardı. Şu Kagan, haberciler geldikleri sırada yine gümüş havuzda yüzen kazları, ördekleri seyrederek dinleniyordu. Habercilerin:
''Ne buyruk verirsin kaganım? Zülkarneyn ile savaşa tutuşalım mı?''
Diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve havuzda yüzen kazlar ile ördekleri gösterek şöyle dedi:
''Bakın. Görüyor musunuz... Kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?''
Haberciler, kaganlarının bu biçimde konuşmasını garip karşıladılar. Ona kuşku ile baktılar. ''Herhalde kaganımızın hiç bir hazırlığı yok. Onun için ne yapacağını bilemiyor'' diye düşündüler.
Tanrı ile Narada (Brahma Destanı)
Tanrı ile Narada adlı bilge yan yana yürürlerken gözleri engin boşluğa dalar. Bir süre sonra Narada Tanrı’ya dönüp sorar: ‘Ey yüce Tanrım, bu dünyanın ve orada yaşayan bütün yaratılmışların hayatının görünümlerinin ardındaki sır nedir? ’
Tanrı gülümser ve susar.
Yola devam ederler. ‘Evladım,’ der bir süre sonra Tanrı ve ufka bakar, ‘Güneşin sıcağı beni susattı. Bu yoldan biraz daha gidersen bir ırmak bulacaksın. Irmağı takip et, bir kasabaya geleceksin. Oradaki evlerden birine git ve bana bir bardak soğuk su getir.’
‘Hemen,’ der Narada ve yola koyulur. Bomboş arazide dakikalarca yürüdükten sonra gerçekten bir ırmağa gelir. Irmağın öte yanında bir yerleşim alanı vardır. Narada derli toplu görünen bir çiftlik evine yaklaşır ve eski tahta kapıyı çalar. Kapı genç, güzel bir kız tarafından açılır. Gözleri ışıklar saçmakta ve Narada’nın gördüğü diğer kadınların gözlerine hiç benzememektedir. Kızın gözleri ona Yüce Tanrı’sının gözlerini hatırlatır. Narada bu gözlerin içine baktığı anda Tanrı’nın talimatını ve oraya geliş amacını unutur. Kız onu içeri davet eder ve ikramda bulunmak ister. İçeride, kızın annesiyle babası bu bilge kişinin gelişini bekliyor gibidirler. Narada için en nadide yiyecekler hazırlanmıştır. Hiç kimse oraya neden geldiğini ve ne istediğini sormaz. Uzun yıllar önce aralarından ayrılıp uzaklara gitmiş eski bir dost, sanki şimdi geri dönmüş gibidir. Narada bu dost canlısı ailenin evinde birkaç gün kalır. Kendisine gösterilen konukseverlikten çok memnundur ve genç kızın güzelliğine gizli bir hayranlık beslemektedir. Bir hafta böylece geçip gider, ardından iki hafta daha geçer. Narada çiftlikteki günlük işlere katılmaya başlar ve kısa bir zaman sonra aile, orada sürekli bir misafir olarak kalmasını ister. Narada bunu sevinçle kabul eder ve bir zaman daha geçer. Nihayet, rüya gibi geçen günlerin sonunda Narada evin kızı ile evlenme arzusunu dile getirir.
Baba çok memnundur. Dediğine göre herkes bunu ümit etmiştir. Narada ile genç kız mutluluk içinde evlenerek aynı eve yerleşirler. Çok geçmeden bir erkek çocukları dünyaya gelir, ardından bir erkek çocuk daha doğar ve sonunda bir de kızları olur. Narada kasabada küçük bir dükkan açar ve kısa sürede işini büyütür. Eşinin annesi ve babası öldüğünde ailenin reisi artık o olmuştur. Zaman akar gider, kasaba halkı mali işlerde Narada’nın rehberliğine güven duymakta, hatta giderek kendisinden kişisel tavsiyeler de istemektedirler. Çok geçmeden belediye meclisinde yüksek bir göreve getirilir. Hayatı, kaçınılmaz olarak, bir kasabada yaşamanın verdiği doğal sevinçler ve üzüntülerle doludur. Böylece hayat anlamlı ve başarılı bir şekilde yıllarca sürüp gider. Derken muson yağmurları mevsiminde bir sabah gökyüzü kararır ve görülmemiş şiddette bir fırtına ile yağmur yağmaya başlar. Çok geçmeden ırmak taşar ve sular öyle yükselir ki, sel baskını tehlikesi doğar. Evler olduğu gibi sulara kapılıp gitmektedir.
Akşama doğru fırtınanın dinmeyeceği ve kasabayı kurtarmanın bir yolu olmadığı anlaşılmıştır. Narada, kasaba halkını uyardıktan sonra ailesini toplayarak gecenin karanlığında yollara düşer. Kendilerine daha yükseklerde güvenli bir yer bulmayı ümit etmektedir. Eşi ve iki oğlu kasırga şiddetiyle kükreyen rüzgara karşı direnirken ona sımsıkı sarılmışlardır. Küçük kızını da göğsüne bastırmıştır. Rüzgar korkunç bir şekilde esmekte ve sel suları git gide yükselmektedir. Narada karşılarına bir duvar gibi dikilen yağmurda ilerlemeye çalışırken birden ayağı takılır. Azgın tabiat kuvvetleri oğullarından birini babasının kollarından koparıp alır. Onu yakalayacağım derken diğer oğlunu da elinden kaçırır. Hemen ardından şiddetli bir rüzgar küçük kızını bağrından çekip alır ve sonunda sevgili karısı da sel sularına kapılarak uğuldayan karanlığa karışır. Narada çaresizlik içinde feryat eder ve ellerini göğe açıp, acıyla kıvranır. Ancak feryatları o korkunç gecenin derinliklerinden doğan dev gibi bir dalganın içinde duyulmaz olur. Dengesini kaybetmiş ve bayılmıştır. Bedeni azgın sularla oradan oraya çarparak ırmakla birlikte sürüklenir. Saatler geçer, hatta belki de günler. Narada acılar içinde yavaş yavaş kendine gelir, neredeyse çıplak ve yarı ölü bir vaziyette ırmağın çok daha aşağılarında bir kumsala sürüklenmiş olduğunu fark eder. Şimdi gün aydınlanmış, fırtına dinmiştir. Ancak ortalıkta ailesinden en ufak bir iz olmadığı gibi, başka bir canlı da görünmemektedir. Narada kumların üstüne yüz üstü düşüp dakikalarca kımıldamadan yatar. Her yanı ağrımaktadır, tek başına kalmıştır, üzüntü ve terk edilmişlik duygusundan deliye dönmüştür. Irmakta önünden enkaz yığınları sürüklenmekte, havada ölümün kokusu duyulmaktadır. Artık her şeyi elinden alınmış, hiçbir şeyi kalmamıştır. Sevdiği ve değer verdiği ne varsa suların girdaplarında yitip gitmiştir. Ağlamaktan başka yapacak bir şey yok gibidir. Derken, Narada aniden bir ses duyar: adeta damarlarındaki kanı donduran bu ses, ‘Evladım, senden istediğim bir bardak soğuk su nerede? ’
Narada döner ve hemen yanı başında duran Tanrı’yı görür. Irmak kaybolmuştur ve onlar yine sonsuz bir çölde yalnızdırlar. Tanrı bir daha sorar: ‘Suyum nerede? Tam beş dakikadır bekliyorum burada.’
Bilge, Tanrı’sının ayaklarına kapanır ve kendisini affetmesi için yalvarır. ‘Ah, unuttum! ’ diye durup durup feryat eder. ‘Yüce Tanrım, unuttum! Beni bağışla! ’ Tanrı gülümser ve şöyle der: ‘Peki Narada, dünyanın ve üzerinde yaşayan bütün yaratılmışların görünümlerinin ardındaki sırrı şimdi anlıyor musun? ’
Telepinu Efsanesi
Telepinu, büyük fırtına tanrısının oğludur. Bolluk ve bitki tanrısıdır. Telepinu kaybolduğu zaman ocakta ateşler sondu. Tapınaklarda tanrılar bunaldı. Ağıllarda koyunlar boğuldu, Ahırlarda sığırlar oldu. Koyun kuzusunu, inek danasını bıraktı.
Telepinu kaybolduğu zaman, tarladan ekinleri beraber götürdü. artık arpa, buğday bitmez oldu. Koyunlar, sığırlar ve insanlar çiftleşmez, gebeler doğurmaz oldular. ağaçlar kurudu, filizler çürüdü, kaynaklar kesildi.
Ülkeyi kıtlık burudu. İnsanlar, tanrılar açlıktan kıvrandılar. büyük güneş tanrısı bir ziyafet hazırladı. Bin tanrıyı çağırdı. Yedilerse de doymadılar, içtilerse de kanmadılar.
Bunun üzerine fırtına tanrısı oğlu Telepinu'yu araştırdı. Telepinu ise kızarak kaçmış, bütün iyi şeyleri beraberinde götürmüştü.
Büyük tanrılar, küçük tanrılar Telepinu'yu aramaya çıktılar. Güneş tanrı kartalı oncu gönderdi ve (Git yüksek dağları, dereleri, yamaçları araştır)dedi. Kartal gitti. Telepinu'yu bulamadı. geri dondu. Güneş tanrıya: (Kudretli tanrı! Telepinu'yu bulamadım) dedi.
Fırtına tanrısı, bas tanrıçaya: (Ne yapalım? açlıktan öleceğiz) dedi. Güneş tanrıçası, fırtına tanrısına: (Ne istersen yap, Telepinu'yu aramaya kendin git) dedi.
Fırtına tanrısı Telepinu'yu aramaya gitti. Onun şehrindeki evinin kapısını çaldı. Fakat o evde değildi. kapı açılmadı. Kendi evine dönerek tahtına oturdu.
Tanrıça kartalı bir daha gönderdi. Ona: (Git Telepinu'yu ara!) dedi. fırtına tanrısı, tanrıçaya: (büyük tanrılar, küçük tanrılar onu aradılar, fakat bulamadılar. Bu kartal mi onu bulacak? Bunu gözü keskinse onların gözleri de keskindir) dedi.
Tanrıça yine kartalı gönderdi: (Git yüce dağları ara, tara!)dedi. Kartal uçtu, yüce dağları araştırdı, bulamadı. Su haberi getirdi: (Ben onu bulamıyorum).
Tanrıça bu defa Ari'yi gönderdi: (Git Telepinu'yu sen ara! Bulursan onun ellerini, ayaklarını sok! Onu al getir. Mum al, onu yıka, temizle ve bana getir) dedi.
Fırtına tanrısı tanrıçaya dedi ki: ( büyük tanrılar, küçük tanrılar onu aradılar, fakat bulamadılar. Bu Ari mi onu bulacak?)
Tanrıça fırtına tanrısına dedi ki: (Sen Ari'yi bırak. O gidip onu bulacak).
Ari oradan uçtu. Aramaya başladı. Her tarafı dolaştı. Irmakları, kaynakları araştırdı. Sonunda Telepinu'yu uyurken buldu. Telepinu acele evine geldi. O zaman ocaklara ateş geldi, ağıllara koyun, ahırlara sığır doldu. Ana çocuğunu, koyun kuzusunu ve inek danasını doğurdu.
Tepegöz ile Basat
Birgün Oğuz otururken, düşman baskısına uğradı, gece vakti oradan göçtü. Beraberindeki (Uruz Koca) nin küçük oğlu yolda düşmüştü. hiç farkında olmadılar. Yollarına devam ettiler. Yolda kalan bu çocuğu bir aralan alarak götürdü, besledi.
Günlerden sonra, Oğuz gene gelip yurduna yerleşti. O sırada Oğuz Han'ın atlarına bakan çoban bir haber getirerek dedi ki: (Ormanda bir arslan kükrüyor. Uzaktan gördüm, salınarak yürüyüşü insan gibi. Atları yakalayıp yatırarak kanlarını emiyor) dedi. Çobanın bu sözü üzerine Uruz da Oğuz Han'a: (Hanim belki göçtüğümüz vakit yolda düşen benim oğlumdur) dedi.
Beyler hemen atlarına bindiler. Aslanın yatak yerine geldiler. Uruk'un dediği gibi bu, kendi oğlu idi. Oğlanı tuttular. Uruz, oğlanı alıp evine götürdü. Hep sevindiler. Ziyafetler oldu. Ama oğlan yine durmadı. Aslanın yatağına gitti. Bir daha tutup getirdiler.
Bunun üzerine (Dede Korkut) geldi ve: (Oğlum sen insansın, hayvanlarla düşüp kalkma, gel iyi ata binmeyi öğren. İyi yiğitlerle beraber yasa. büyük kardeşinin adi (Kayan Selçuk)tur. Senin adin da (Basat) olsun dedi. (Adını ben verdim. Yaşını tanrı versin) dedi.
Oğuz bir gün yaylaya gitti. Uruk'un bir çobanı vardı. Adına (Konur Koca Sari çoban) derlerdi. (Uzun pınar) diye un alan bir pınar vardı. O pınara periler konmuştu. Ansızın koyunlar ürktü. çoban da bunu keçilerden bilerek onlara kızdı. İlerleyince gördü ki, peri kızları kanat kanata vermişler, uçuyorlar. çoban kepeneğini üzerlerine attı. Peri kızlarından birini tuttu.
Zaman geçti. Oğuz yine yaylaya gitti. çoban da pınara geldi. Yine koyunlar ürktüler. çoban ilerledi, yerde bir yığın gördü. Bu yığın gittikçe büyüdü. çoban Korktu, bıraktı, kaçtı. Urken koyunların pesine düştü.
Meğer o zaman Bayındır Han ile Beyleri gezmeye çıkmışlardı. Bu pınarın yanına geldikleri zaman garip bir şeyin yattığını gördüler. Etrafını aldılar. İçlerinden bir yiğit, ayağı ile bunu tekmeledi. Tekmeledikçe yığın büyüdü. Uruz Koca da merak etti, atından inerek tekmeledi. Fakat mahmuzu dokununca bu yigin yırtıldı, içinden bir oğlan çıktı. Bu oğlanın gövdesi adam gövdesi gibiydi. Ancak tepesinde bir gözü vardı. Uruz bu oğlanı alarak eteğine sardı ve:(Han'ım, bunu bana verin, Oğlum Basat ile beraber besleyelim) dedi. Bayındır Han da:(Senin olsun) dedi.
Uruz, Tepegöz'ü aldı. Evine götürdü. Bir süt nine getirdiler. kadın memesini Tepegöz'ün ağzına verdi. oğlan bir emdi, süt ninenin olanca sütünü aldı. İkinci emişinde kanını aldı. Üçüncüde de canını aldı. Birkaç sıt nine getirdiler. Hepsini böylece öldürdü. Baktılar ki olmayacak, sütle besleyelim) dediler. Günde bir kazan süt yetmezdi. Beslendiler, büyüdü. Gezmeye, oğlan çocuklarıyla oynamaya, oynarken de bunlardan birisinin burnunu, oburunun kulağını yemeye başladı.
Nihayet herkes onun yüzünden çaresiz kaldı. Uruz'a şikayet ettiler, ağlaştılar. Uruz her ne kadar Tepegöz'ü dövdü ise de bu hareketlerini önleyemedi. Nihayet evinden kovdu.
Bunun üzerine Tepegöz'ün peri olan anası gelerek oğlunun parmağına bir yüzük taktı ve:(Oğlum sana ok batmasın, vücudunu kılıç kesmesin) dedi.
Tepegöz, Oğuz ilinden kaçtı. Bir yüce dağa vardı. Orada yol kesti. Adam esir etti. büyük eşkıya oldu. üzerine bir kaç adam gönderdiler. Onlar Tepegöz'e ok attılar, batmadı. kılıç vurdular, kesmedi. Hepsini yedi bitirdi. Oğuz ilinden bile adam yemeye başladı. Oğuz'lar toplandılar, üzerine yürüdüler. Bunu gören Tepegöz kızdı. Bir ağacı yerinden koparıp atarak elli altmış kişiyi oldurdu.
Nihayet Basat bu Tepegöz'ün üzerine gitti. Tepesindeki tek gözüne sis saplayarak kör etti. Bundan sonra da kafasını kesti. Bütün Beyler sevinç içinde kaldılar.
Tristan
Antoine Fuqua'nin King Arthur filmine göre Sarmatya'lı Yuvarlak Masa Şövalyelerinden biri. Anavatanı Karadenizin kuzeyinde o zamanki adıyla Sarmaya olan ülke. Sarmatlar Roma İmparatorluğu ile savaşıyor, yeniliyor ve bunun sonucunda yapılan anlaşmanın maddelerinden birine göre çocukları küçük yaşlarda Roma Ordusuna alınarak 15 sene boyunca zorunlu şövalyelik yapıyor. Şövalye Tristan'da bu çocuklardan biridir. Kıyafetleri ve kullandığı silahları ile oldukça oriental bir görüntü vermektedir. Ok atmak ve nişancılıktaki ustalığı onun üstün özellikleridir. Diğer şövalyelere hiç benzemez daha asosyal bir yaşantısı vardır. Genelde ekipten ayrı çalışır gözetleme gibi bireysel faaliyetlerle ekibine destek verir. Hayatı çok fazla sorgulamaz. Hayattaki rolünü, risklerini ölmeyi ve insan öldürmeyi kabul etmiştir ve bunu sorgulamadan yaşar. Diğer şövalyeler görevleri ve riskler üzerine tartışırlarken Tristan onlarla ve ölümle dalga geçmektedir. Gerek bu tip yaklaşımları gerekse asosyal yapısı ve bazen insanüstü gibi görünen yetenekleri yüzünden diğer şövalyeler tarafından anlaşılmaz, dengesiz ve farklı olarak görünmektedir. Ama ölümle dalga geçmesi veya insan öldürme işini sorgulamadan yapması onun insancıl vasıfları olmadığı anlamına gelmiyor. Ona karşı soğuk tutumlarına rağmen arkadaşlarına bağlı, bir kuşla iletişim kurabilecek kadar duygusal, bir kralın karşısına çıkabilecek ve ağır yaralıyken bile pes etmeyecek kadar cesurdur.
Tristan ve İsolde Destanı
İlk defa 1210 yılında Gottfried von Strasburg tarafından derlenen Kelt kökenli İngiliz destanı. Dünya edebiyatının en güzel destanlarından biridir. Daha sonra 1300 yıllarında, 3344 dizeyle, Sir Tristram adıyla da yazılmış; fakat en önemli çalışmaları Sir Walter Scott yapmıştır.
Annesi Blanchefleur'le, babası Kral Rivalen'i kaybeden şövalye Tristan, İngiltere Kralı olan amcası Marke'a yollanır. Şövalye ruhu taşıyan cesur Tristan, burada amcasının sempatisini ve güvenini kazanır.
Kral Marke (Marc Cornaouailles), İrlanda Kralı'nın kızı Altın Saçlı İsolde ile evlenmek ister. Bu siyâsi evliliğe aracılık etmesi amacıyla şövalye Tristan'ı yollar.
Siyasi evliliğinden haberdâr edilen İsolde, buna karşı çıkmaz; fakat müstakbel kocasının kendisine aşık olmasını da ister. Bunun için, büyücüler, bir iksir hazırlarlar.
İsolde, bu iksirin başkalarının ele geçmemesi için onu en yakın arkadaşı Brangane'e verir. Kadın, bunu bir şarap şişesine boşaltır.
İngiltere'ye deniz ötesi yolculuk başlar. Gemide Brangane'nin yanlarından ayrıldığı bir vakitte, İsolde'yi korumak ve ona moral vermek amacıyla yanında bulunan Tristan, ona şarap ikram etmek ister. Şarap bulamayınca Brangane'nin çantasındaki şişeyi fark eder. Bunun bir Aşk İksiri olduğunu bilmeyen Tristan bundan bir kadeh İsolde'ye de verir. İşte ünlü aşkları, bu şekilde başlamıştır. İçeri giren Brangane, bunu fark eder; fakat artık elinden bir şey gelmez. İsolde, Tristan'a vurulmuştur.
Hayatlarının tehlikeye girmemesi için bu aşk, gizli tutulur. Tristan ve İsolde, gizli gizli buluşmaya başlarlar.
Onlar buluşurken bazı dedikodular, İsolde'nin kocası Kral Marke'a ulaşır. Kral, onların buluştuğu göl kıyısını öğrenir ve oraya gizlice saklanır. İsolde ve Tristan, orada buluşurlar; fakat ağaçların arasındaki gölgeyi fark edince doğaçlama bir tiyatro oynamaya başlarlar. İsolde, Tristran'a bu şekilde Kral ile olan evliliklerinin tehlikeye girebileceğini, kem göz taşıyanların bunu yanlış anlayabileceğini söyler. Kral bunu duyunca vicdan azabından kahrolur ve onlara daha iyi davranmaya başlar.
Dedikodular, gittikçe artmaktadır ve bunlar Kral'ın içindeki şüpheleri körüklemektedirler. Kral, en sonunda ikisinden de sarayı terk etmelerini rica eder. İkisi, sarayı terk edip bir ormana girerler. Ormanda geceyi geçirmek için bir mağara bulurlar ve orada uyurlar. Onları takip eden gözcüler, mağarayı krala haber verirler ve kral mağaraya gizlice girer.
Gördüklerine inanamamıştır; çünkü Tristan ve İsolde, ayrı yerlerde yatıyorlar ve aralarında bir kılıç duruyordur. Yatan iki kişinin arasına konan kılıç, orada namusu sembol etmektedir. Kral, bunun üzerine onları saraya tekrar davet eder. Törenle saraya yerleşirler.
Bu gizli buluşmalar devam ediyor, birçok köylü de onları görüyordur. En sonunda Kral, kendisi de bunları fark eder ve öfkeyle onları cezalandırır.
Korkunç son, gelmiştir. Tristan ve İsolde, ayrı ülkelere sürgüne gönderilirler.
Strasburg'un derlemesi, burada bitmektedir. Buraya kadar yazılan bölüm, 22.000 dizeden oluşmaktadır.
bırakmayıp zehirletmek istemesi, Tristan'ın zehirlenmesi fakat İsolde'nin kurtulmasıdır. İsolde, hikâyeye göre, Tristan ölmek üzere iken yanına gelir; fakat Tristan, onu göremeden ölmüştür. İsolde, onun yanında ölür.
Truva Efsanesi
Zamanımızdan takriben 3200 yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında ''Troya'' isimli bir kent varmış. B:u kentin , barışsever , fakat cesur insanları, kralları, Priamos'un idaresi altında uzun yıllar barış içinde çok mutlu bir hayat sürmüşler.
Birgün , kral Priamos'un karısı Hekabe çok kötü bir rüya gördü. Rüyasında, karnından ateşler çıkmakta ve ateşin dumanı, bütün Troya surlarını sarmaktaydı. Hekabe, bu rüyasını önce kocasına ; daha sonra da bir kahine anlattı. Kahinin yaptığı yorum, hiç de iç açıcı değildi. Ona göre, Hekabe, hamileydi ve doğacak olan çocuk , ilerde Troyalıların başına büyük dertler açacaktı. Onun için bebek doğar doğmaz öldürülmeliydi. Bu kehanete inanan Kral Priamos , çocuk doğduktan sonra bir adamını bebeği öldürmek için görevlendirdi. Savunmasız yeni doğmuş bebeği öldürmeyen Troya'lı onu o zaman ki adı ''İDA'' olan ''Kazdağı''na götürüp, bir ormana bıraktı. Nasıl olsa, yabani hayvanlar onu öldürür diye aklından geçirdi. Ama bebeği, yabani hayvanlardan önce bir çoban buldu. Bu çocuk, ilerde gerçekten Troya'lıların başına birçok dertler açacak olan Paris'ti.
O sırada, Tanrıların yaşadığı OLYMPOS dağında , ilginç bir kargaşa cereyan etmekteydi. Kral Peleus ile Deniz Perisi Thetis'in evlenme merasimine kavga ve nifak tanrıçası Eris, huzursuzluk çıkartır gerekçesiyle davet edilmemişti. Bu işe çok gücenen Eris, intikam almaya karar verdi. Üzerinde ''EN GÜZELE'' yazılı , altından bir elmayı, şölenin yapıldığı salonun ortasına bırakıverdi. Doğal olarak bütün tanrıçalar, bu elmaya sahip olmak istediklerinden uzun tartışmalar oldu. Sonunda üç büyük tanrıça dışında diğerleri çekildiler. Ama kudret tanrıçası Hera, zeka tanrıçası Palas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit elmaya sahip olmakta ısrar ettiler. Her üçü de tanrı Zeus'a giderek onun, hakemlik yapmasını istediler. Baba tanrı Zeus, onların hiç birini gücendirmek istemediği için diplomatça davranıp, bu işlerden pek anlamadığını söyledi. Asıl amacı ise bu belayı Olympos'tan uzaklaştırmaktı. Onların Olympos'un tadını kaçıracaklarını anladığı için, hakemliği bir ölümlünün yapması gerektiğini söyledi.
''Gidin'' diye gürledi tanrıların babası ''ırmakları bol İda dağına, orada Paris adında Troya'lı bir prens yaşamaktadır. Bu işlerden en iyi anlayan odur.''.
Böyle söyleyip uzaklaştırdı onları Olympos'tan. Onlar da haberci Tanrı Hermes'in rehberliğinde, kaynakları bol olan İda dağının doruklarına geldiler. O sırada Paris, hiçbir şeyden habersiz aşağıda koyunlarını otlatıyordu. Haberci Tanrı Hermes, meseleyi Paris'e anlatıp altın elmayı ona verdi. Hangisini en güzel bulursa elmayı ona verecekti. Ama bu iş, pek o kadar kolay olacağa benzemiyordu. Çünkü her üç Tanrıça da birbirinden güzeldi. Ne yapacağını şaşırmıştı. Onun hayranlığını ve şaşkınlığını gören Tanrıçalar, karar vermesini kolaylaştırmak için Paris'e rüşvetler teklif ettiler.
Hera kendisine kudret vaat etti. Altın elmayı kendisine verdiği takdirde Paris Avrupa ve Asya'nın en güçlü kralı olacaktı.
Athena kendisini dünyanın en zeki kralı yapacağını ve Yunanistan'la yapılacak bir savaşta kendisine zafer vaat etti.
Afrodit ise dünyanın en güzel kadınını Paris'e teklif etti.
Çoban Paris'in. Öyle büyük krallıklarda gözü yoktu. En güzel kadın benim olsun diye düşünüp, altın elmayı Afrodit'e verdi. İşte ne olduysa o zaman oldu. Bu işe çok bozulan Athena ile Hera, Troya'nın yıkımı için planlar kurmaya koyuldular.
Afrodit ise verdiği sözü yerine getirmek için bir plan yaparak Paris'in, Yunanistan'daki Isparta şehrine gitmesini sağladı. Çünkü o sırada Dünya'nın en güzel kadını Isparta Kralı Menelaos'un karısı ''Güzel Helen''di. Menelaos ve Helen, Paris'i çok iyi karşıladılar.
Kral , kendisine dilediği kadar sarayında kalabileceğini söyledi. Ona güvenerek karısı ile Paris'i sarayda yalnız bırakıp, kendisi Girit'e gitti. Menelaos'un Girit'te olmasından yararlanan Paris, Helen'i Troya'ya kaçırdı.
Girit'ten dönen Menelaos, karısını evde bulamayınca yaptığı hatayı anladı ve karısını geri almak için Troya'ya savaş açtı. Bütün Yunan kırallarına da haberciler göndererek Helen'in kurtarılması için onları yardıma çağırdı. Çünkü kendisi evlenirken, diğer bütün krallar, Helen'in başına bir hal gelmesi halinde Menelaos'a yardım edeceklerine söz vermişlerdi. Verdikleri söz gereği, bütün krallar denizi aşıp güçlü Troya kentini yerle bir etmeye çok istekli idiler. Menelaos'un ağabeyi Agamemnon, yaşlı Nestor, Ajax, Patroklos hepsi hazırdılar. Ama Odysseus ile Akhilleus, pek ortalarda görünmüyordu.
Yunanistan'ın en akıllı, en kurnaz kralı olan Odysseus, kocasına sadakati olmayan bir kadın için, evini ve ailesini terk etmek istemedi. Bunun için kendisini ordu kampına çağırmaya gelen haberciye delirmiş gibi davrandı. Bir taraftan tarlayı sürüyor, sonra da toprağa tohum yerine tuz ekiyordu. Ama Başkumandan Agamemnon'un gönderdiği haberci de kurnaz birisiydi. Haberci, Odysseus'un küçük oğlunu yakalayıp sabanın önüne bırakıverdi. Bunu gören Odysseus, sabanı kenara atarak oğlunun hayatını kurtardı. Bu da onun eskisi kadar akıllı olduğunu gösterdi. İsteksiz de olsa, orduya katılmaya mecbur kaldı.
Akhilles ise Troya'ya gittiği takdirde, Troya'nın yağmalanmasını ve yanışını görmeden öleceğini biliyordu. Bunu kendisine bir deniz perisi olan annesi Thetis, söylemişti. Onun için, kadın elbiseleri giyerek, kral Lycomedes'in sarayında. saray kadınları arasında saklanıyordu.
Kumandanlar Akhilles'i bulma görevini kurnaz Odysseus'a verdiler. Odysseus, bir seyyar satıcı kılığına girerek saraya gitti. Sergisinin bir tarafında kadınların seveceği cinsten takılar, diğer tarafında ise şahane silahlar bulunuyordu. Sarayın bütün kızları mücevherlerin etrafında kümelenirken, sadece Akhilles kılıç ve kamalarla ilgileniyordu. Böylece Odysseus onu tanıdı. O da kaderini bile bile Odysseus'la birlikte ordu kampına katıldı.
Sonunda ordu tamamlanmış ve gemiler yola çıkmaya hazırdı. Ama bu kez, günlerden beri esen Kuzey rüzgarı, bir türlü dinmek bilmiyor ve gemilerin Troya'ya yelken açmalarına imkan vermiyordu. Ordu çaresizdi. Sonunda kahinlerden birisi Artemis'in Akhalara çok kızdığını, çünkü Agamemnon'un adamlarından birinin, onun en sevdiği tavşanlarından birini öldürdüğünü söyledi. Bu yüzden rüzgarı estirdiğini ve estirmeye devam edeceğini, ancak Agamemnon'nun kızı Iphiginia'yı kendisine kurban etmesi halinde öfkesinin dindirilebileceğini anlattı.
Bu Agamemnon için dayanılır gibi bir şey değildi. Buna rağmen zafer için buna razı oldu. Bir efsaneye göre, Iphiginia, Artemis'e kurban edildi. Bir başka efsaneye göre de Artemis, bir geyik gönderdi. Iphiginia yerine geyik kurban edildi. Bu olaydan sonra Kuzey rüzgarı durdu ve sayıları bini aşan gemi 100.000'i aşkın Akhalı savaşçıyı Troya önlerine taşıdı. Skamandar ve Simois Irmaklarının döküldüğü Çanakkale Boğazının kumsallarında kamp kurdular. Akhalar çok güçlü ve kalabalıktı. Defalarca kente saldırdılar. Ama Troya, güçlü surlarla çevriliydi. Ayrıca Priamos'un bu hücumları bertaraf edebilecek, kutsal Lion'u koruyabilecek kahraman oğulları vardı. Atları eğiten Hektor bunların en cesuru ve Troya Ordusunun baş kumandanıydı.
Öte yandan Akhaları müşterek düşman kabul eden diğer Anadolu halkları da Troyalıların yanında yer aldılar. Savaş on yıl sürdü. 9 yıl boyunca zafer durmadan yön değiştirdi. Bazen Troyalılar üstün geliyor, bazen de Akhalar Troyalıları surların içine kadar kovalıyorlardı. Uzun süre hiçbir taraf belirgin bir üstünlük elde edemedi. Akhalar civardaki yerleşmeleri talan ediyor, kızları evlerinden alıp çadırlarına kapatıyorlardı. Bu talanlarından birinde Agamemnon Khryse (Hrüse) kentinden Apollon'un rahibi Khryseis'i (Hrüseis) çadırına kapatmıştı.
Kızının "onur payı" olarak Agamemnon'un çadırına kapatılmasına razı olmayan rahip, değerli kurtulmalıklarla Agamemnon'a gelip kızını serbest bırakması için yalvardı. Tekmil Akhalar, rahibe saygı gösterilip kızın babasına verilmesini istediler. Ama bu hiç de Agamemnon'un gönlünce değildi. Kızı serbest bırakmayı reddettiği gibi, rahibe çok kötü davrandı.
Hakarete uğrayan rahip, eve dönüşünde Apollon'a yalvardı. Akhaların üstüne hastalık ve felaket göndermesi için dua etti. Apollon da onun duasını kabul edip, ateşli oklarını Akhaların üzerine gönderdi. Çok sayıda Akhalı asker hastalandı ve öldü. Sonunda Akhilles, bütün kumandanları bir toplantıya çağırarak onlara Apollon'un öfkesini dindirecek bir yol bulunması gerektiğini aksi takdirde eve geri dönmekten başka yapılacak bir şey olmadığını söyledi. Bunun üzerine ünlü kahin Kalkhas; Tanrının neden bu kadar çok öfkeli olduğunu bildiğini, ancak konuşmaktan korktuğunu, Akhilles onun hayatını korumayı garanti etmediği sürece de konuşmayacağını söyledi. Akhilles'in kahinin hayatını koruyacağını garanti etmesi üzerine usta yorumcu konuşmayı kabul etti.
"Tanrı Apollo kızgındır, çünkü saygısızlık etti Agamemnon duacıya, kurtulmalıkları istemedi, salmadı kızını, işte bu yüzden çektirdi bunca acıları okçu tanrı. Eğer Agamemnon hiçbir kurtulmalık almadan kızını babasına geri vermezse daha da çektireceği var." (İlyada 90-96)
Böyle dedi Kalkhas, öfke doldurdu Agamemnon'un yüreğini. Ama fazla bir seçeneği yoktu erlerin kralının. Bilici Kalkhas'a ve onu koruyan Akhilles'e sövüp saydıktan sonra, kızı babasına vermeyi kabul etti.
"Phoibos Apollon istiyorsa Khryseis'i ille de şu gemimle, yoldaşlarımla göndereceğim onu, ama barakandan alacağım kendim gelip senin onur payını, güzel yanaklı Briseis'i. Senden ne güçlü olduğumu o zaman anla gör. Korksun boy ölçüşmekten, ibret alsın, kim benimle eşit görmek isterse kendini." (İlyada l 183-187)
Böyle deyip bir yandan kızı babasına gönderirken, adamlarından iki tanesini de Akhilleus'un çadırına gönderdi. "Güzel yanaklı Briseis'i" alsın diye. Akhilleus habercilere kızı korkutmadan alabileceklerini, onlarla bir sorunu olmadığını söyledi ama, Tanrılar huzurunda bunu Agamemnon'a çok pahalıya ödeteceğine dair yemin etti. Bu olaya Akhilleus'un annesi deniz perisi Thetis de, en az oğlu kadar kızdı. Oğlunu yatıştırıp, savaştan tamamen elini çekmesini söyledi. Öte yandan da Olympos'a giderek Zeus'a yalvardı.
"Zeus baba! Birgün ya sözümle ya işimle ölümsüzler arasında yararlı olduysam sana, şimdi yerine getir şu dileğimi, kısa ömürlü oğluma değer ver; saygısızlık etti Agamemnon, erlerin başbuğu, aldı onur payını, yoksun bıraktı onu sen say, gücü Troyalılar tarafına ko ne olur. Akhalar saysınlar oğlumu, ününü yüce kılsınlar." (İlyada l 503-510)
Şimdi artık savaş Olympos'a da ulaşmıştı. Tanrıların bir kısmı Troyalıları destekliyor, bir kısmı ise Akhalıların yanında yer alıyordu. Afrodit doğal olarak Paris'in yanında yer aldı. Yine doğal olarak Athena ile Hera Akhaların tarafındaydı. Savaş tanrısı Ares her zaman Afrodit'in yanındaydı. Güneş tanrısı Apollon ve kızkardeşi Artemis ise Hektor'un koruyucularıydı. Dolayısıyla Troyalıların yanında yer aldılar. Denizler tanrısı, yeri sarsan Poseidon, denizci halk olan Akhaları destekledi. Zeus Troyalıları daha çok seviyor ama, tarafsız kalmayı tercih ediyordu.
Yukarıda Olympos'ta durum böyle iken aşağıda Akhilleus gemilerin yanına oturmuş köpürüp duruyor, ne toplantılara katılıyor, ne savaşa gidiyor, içi içini yiyordu olduğu yerde.
Akhilleus olmadan Akhalar Troyalılardan daha zayıftı. Buna rağmen Akhalar Troyalıları şehir surlarına kadar kovaladılar. Surların yanında çok kanlı savaşlar oldu. Kral Priamos ve diğer yaşlı Troyalılar da, savaşı bir kuleden seyrediyorlardı. Bir ara savaş durdu.
Her iki taraf da askerlerini geriye çektiler. Paris ile Menelaos karşı karşıya gelmişlerdi. İkisi yalnız savaşacaklardı. Eğer Menelaos kazanırsa Helen'i alıp Isparta'ya geri dönecek, eğer Paris kazanırsa Helen Troya'da kalacaktı. Her iki halde de savaş bitecekti. Teklif Paris'ten gelmişti. Hektor'a hitaben yaptığı konuşmada şöyle dedi:
"Troyalıları tekmil Akhaları oturt yere, koyun ortalarına Ares'in sevdiği Menelaos'la beni, çarpışalım Helen için, bütün malı için. Alsın bütün malı, götürsün kadını evine. Kim üstün gelir, kazanırsa zaferi and içsin dost olsun ötekiler de. Siz Troyalılar oturun bereketli Troya'da. Akhalar da at besleyen Argos'a dönsünler, güzel kadınlı Akha topraklarına." (İlyada lll 70-75)
Paris'in yaptığı bu teklif Hektor tarafından Akhalara iletildi. İki ordu arasında bu konuşmalar olurken, bütün bu savaş ve acıların sebebi olan Helen, Priamos ve diğer yaşlı Troyalıların savaşı izledikleri kuleye geldi. Onun geldiğini görünce şu sözleri söylediler usulca:
"Troyalılarla Akhaların, böyle bir kadın için yıllardır acı çekmeleri hiç de ayıp değil.Yüzüne bakan ölümsüz tanrıçalara benzetir onu. Ama gene de binse gemiye keşke gitse. Gitse de bizi, çocuklarımızı belaya sokmasa." (İlyada lll 154-160)
Böyle konuştu Troya'lı ulular kendi kendine. Daha sonra Priamos, Helen'i yanına çağırıp aşağıdaki Yunanlı kahramanların adlarını tek tek sordu. Bu arada düello başladı. Mızrağı ilk fırlatan Paris oldu. Menelaos, mızrağı kalkanı ile savuşturup kendi mızrağını fırlattı. Mızrak Paris'in gömleğini yırttı ama onu yaralamadı. Daha sonra kılıcını çekip, Paris'i tolgasından vurdu; ama kılıç kırılıp yere düştü. Silahsız olmasına rağmen, Paris'in üzerine atılıp onu miğferinin ibiğinden tuttu. Eğer Aphrodit karışmasaydı onu sürükleyip Yununlıların sıralarına kadar götürecekti ama Aphrodit, miğferin ipini kopartıp onun Troya'ya kaçmasına yardım etti,
Menelaos, elinde Paris'in miğferi olduğu halde öfkeyle Troya sıralarına giderek, Paris'i aramaya başladı. Aslında Troyalılar tarafında ona yardım edecek hiç kimse yoktu. Çünkü mızrağını fırlatmaktan başka hiç dövüşmediği için herkes ondan nefret ediyordu. Her nasılsa kaçmayı başarmıştı. Nasıl kaçtığını, nereye gittiğini hiç kimse bilmiyordu. Bunun üzerine erlerin başbuğu Agamemnon, her iki orduya birden konuşarak Menelaos'u muzaffer ilan etti. Daha önce kararlaştırdığı gibi Troyalıların Helen'i geri vermeleri gerekiyordu. Athena ile Hera işe karışmasalardı Troyalılar da buna razıydılar. Her iki tanrıça da Troya kenti yerle bir edilmedikçe savaşın bitmesini istemiyorlardı. Hera'nın kışkırtmasıyla, Athena seyirtip savaş meydanına geldi. Amacı anlaşmayı bozmak için bir Troyalıyı kandırmaktı. Aptal Pandoros kandırılması en kolay Troyalı idi. Athena, onu kolayca kandırdı. Pandoros Menelaos'a bir ok fırlatıp onu hafif yaraladı. Bu savaşı tekrar başlatmak için yeterliydi. Her iki taraftan sayısız insanlar öldü. Tanrılar ve tanrıçalar da savaş meydanında idi. Onlar da ölümlüler gibi, birbirleriyle savaşıyorlardı.
Büyük şampiyon Akhilles'in savaştan uzak barakasında oturmasına rağmen Akhalar savaşta üstündüler. Ajax ve Diomedes kahramanca savaşıyorlardı. Aphrodit'in oğlu prens Aeneas Diomedes'in elinden az daha ölüyordu. Diomedes, onu yaraladı; ama annesi Aphrodit onu kurtardı. Diomedes Aphroditi de yaraladı. Ona bu cesareti tanrıça Hera vermişti. Aphrodit Hera'yı Zeus'a şikayet etmek için Olympos'a giderken Apollon Aeneas'ı Troya'ya taşıdı. Daha sonra Diomedes, Athena'nın da yardımıyla Ares'in karnından yaraladı. O da Aphrodite gibi soluğu Zeus'un yanında aldı, Athena'yı şikayet için. Zeus baba, Akhilles'e yapılan haksızlığın intikamının alınması ve ona tekrar ün kazandırılmasına dair Thedis'e verdiği sözü de hatırlayarak bütün ölümsüzleri Olympos'a çağırdı ve orada kalmalarını emredip, kendisi aşağıya Troyalılara yardıma gitti.
Zeus'un işe karışmasıyla, her şey birden bine değişiverdi. Troyalılar, Akhalar'ı gemilerine kadar püskürttüler. Hektor, coşmuştu. Troyalıların "Atları terbiye eden" diye ad taktıkları Hektor, hiç bu kadar cesur, hiç bu kadar muhteşem görülmemişti.
Akhalar'ın başı iyiden iyiye derde girmişti. Agamemnon, savaştan vazgeçip Yunanistan'a dönmeye karar vermişti. En yaşlı kumandan Nestor, aşağılanmış bir şekilde geri dönmektense Akhilles'in öfkesini dindirmenin bir yolunun bulunması gerektiğini söyledi.
Agamemnon, aptallık ettiğini itiraf etti. Akhilles'in onur payı Briseisi ve değerli hediyelerini ona geri vereceğini Odysseus'a söyledi. Bunu Akhilles'e anlatması için yalvardı. Akhilles, bunu kabul etmedi. Ertesi gün, Akhalar gene püskürtüldü. Troyalılar, gemileri ateşe verecek kadar yaklaşmışlardı. Bu durumu gören Akhilles'in en iyi arkadaşı Patroklos Akhilles'e yalvararak, ya Akhalar'a yardım etmesini veya en azından o muhteşem zırhını kendisine ödünç vermesini söyledi. Akhilles kendisini aşağılayan insanlar için savaşmayacağını söyledi. Ama Hephaistos ustasının yapmış olduğu o muhteşem zırhı ve adamlarını Patroklos'un emrine vermeyi kabul etti.
Patroklos, Akhilles'in zırhını giyerek ve onun adamlarını da alarak savaşa katıldı. Troyalılar, onu bir müddet Akhilles zannettiler, Gerçekten oda Akhilles gibi muhteşem savaşıyordu. Sonunda Hektor ile karşılaştı. Hektor Patroklo'u kargısıyla öldürüp, zırhını soydu ve kendisi giydi. Sanki Akhilles'in bütün gücü Hektor'a geçmişti.
Patroklos'un cesedi etrafında çok kan döküldü. Sonunda iki Ajax'ın yardımıyla Akhalar cesedi gemiye taşıdılar.
Acı haber Akhilles'e ulaştı. O da en iyi arkadaşının ölümünü Hektor'a hayatı ile ödeteceğini dair yemin etti. Hektor'un ölümünden sonra kendisinin ölümü de kaderine yazılı idi. Bunu bile bile kaderine razı oldu. Annesi Thedis, onu durdurmak için hiçbir çaba göstermedi. Ona Hephaistos'un yaptığı yeni silahlar ve zırh getirdi. Zırhı giyip askerlerinin başına geçti. Kahramanca savaşıyor ve her yerde Hektor'u arıyordu. Hektor ise, Troyalıların başına geçmiş surların yanında kahramanca şehrini korumaya çalışıyordu. Olympos'lu tanrılar yine aşağıya inmiş, Troya ovasında ölümlüler gibi hararetle savaşıyorlardı. Skamander nehri sularını geçmek isteyen Akhilleus'u boğmaya çalıştı. Ama Akhilleus'u durdurmaya imkanı yoktu. Her şey tanrılarca kararlaştırılmıştı. Apollon bile artık Hektor için savaşmanın faydasızlığına inanmıştı. Troyalılar geri püskürtüldü. Şehir kapıları açılıp savaşçılar şehrin içine alındalar. Sadece Hektor dışarıda kaldı. Dimdik duruyordu surların önünde. Babası Priamos, annesi Hekabe surların içine gelip hayatını kurtarması için ona yalvardılar. Ama o bunları dinlemedi. Troyalıların gerilemesi onun suçu idi çünkü Troyalıları, o kumanda ediyordu.
Hektor böyle düşünürken Akhilles hışımla surlara yaklaştı. Yanında ise ölümsüzlerden Athena duruyordu. Hektor ise yanlızdı. Apollon, onu kaderine terk etmişti. Akilleus gidgide yaklaşıyordu. Etrafa pırıltılar saçan tunç zırhı içinde yaklaşan Akilleus'u görünce Hektor'u bir titreme aldı. Kaçmaya başladı. Akhilleus da peşine takıldı. Hektor önde Akhilleus arkada şehir surlarını üç defa döndüler. Sonra Athena, Hektor'un kardeşi Deiphobus kılığına girerek ona Akhilleus'la karşılaşma cesaretini verdi. "Gel birlikte karşı koyalım, püskürtelim onu" dedi. Soylu Troyalıların lideri, parlak tolgalı Hektor da ona inandı. Akhilleus'un karşısına dikilerek şöyle haykırdı:
"Artık kaçmam senden Peleus oğlu deminki gibi. Tanrısal Priamos'un şehrini dolandım üç kere, durup saldırışını beklemeye yüreğim varmadı, ama şimdi buyuruyor sana karşı koymayı ya sen benim elime geçersin, ya geçerim ben senin eline. Haydi Tanrıları tanık tutalım anlaşmalarımıza. Olamaz onlardan iyi tanık, iyi bekçi. Zeus bana zaferi verir de alırsam canını, dile gelmez saygısızlık göstermem sana. Ünlü silahlarını soyar, ölünü geri veririm Akhalara. Sen de Akhilleus yap benim gibi."
Ayağı tez Akhilleus yan yan baktı. Dedi ki:
Hektor, düşmanım, antlaşmadan söz açma bana, böyle şey olamaz insanla arslan arasında. Nasıl uyuşmazsa kurtla kuzunun gönlü, durmadan kin beslerler birbirlerine, bizim de dostluk yapmamız akla sığmaz." (İlyada XXll 250-265)
Böyle söyleyip mızrağını fırlattı, mızrak hedefini şaştı. Athena mızrağı tekrar geri getirdi. Sonra Hektor isabetli bir atış yaparak Akhilleus'un kalkanını tam ortadan vurdu. Mızrak kalkanı delemedi. Hemen arkasını dönüp kardeşini aradı., onun mızrağını almak için. Kardeşini orada göremeyince Athena'nın kendisini kandırdığını anladı. Kaçacak bir yer yoktu. Kılıcını çekip Akhilleus'a saldırdı. Daha ona yaklaşamadan Akhilleus onu mızrağıyla boynundan vurdu. Yere yuvarlanan Hektor son nefesinde, vücudunu ailesine geri vermesi için Akhilleus'a yalvardı. Demir yürekli Akhilleus'un öfkesi pek dineceğe benzemiyordu. Ona yan yan bakarak şöyle dedi:
"Dizlerime sarılma köpek, yalvarma bana anan baban adına. Gönlüm yüreğim kışkırtıyor beni, diyor şunun etini parçala, çiğ çiğ ye, senin bana bu yaptıklarından sonra, kimse uzaklaştıramaz başından köpekleri. Getirseler bana kurtulmalığın on katını, tartsalar şurada daha çok veririz deseler, Dardanos'un oğlu altın kosa teraziye senin ağırlığınca, döşeğine yatırıp ağlayamayacak seni doğuran, köpekler kuşlar yiyecek bütün bedenini." (İlyada XXll 345-355)
Böyle söyleyip zırhı ölüden soydu. Akhalar da teker teker ölünün yanından geçip boyuna posuna güzelliğine hayran kaldılar. Ama bir tekme vurmadan da gitmiyorlardı ölüye. Akhilleus ise, daha kötü şeyler yapmayı planlıyordu. İki ayağını topukla bilek arasından deldi. Kayışlar geçirdi deliklerden. Bağladı arabaya, başı bıraktı yerde sürüklensin diye. Sonra atladı arabaya ünlü silahlarıyla. Kamçıladı atları .
Ölüyü surların önünde defalarca sürükledi, azgın öfkesi dinene kadar. Sonra, aldı, götürdü gemilerin yanına.
Patroklos'un intikamı alınmış ama ölüsü hala yakılmamıştı. Hemen odunlar kesilip büyük bir yığın yapıldı. Yığınların üstüne de Patroklos'un ölüsü yerleştirildi. Kurbanlar kesilip ölünün etrafına dizildi. Birçok Akhalarla birlikte Akhilleus da saçından bir tutam kesip ölünün üzerine attı. Son olarak Akhilleus, 12 Troyalı çocuğu kargısıyla öldürüp yığına kattı. Öldürmeye bir türlü doymuyordu. Sonra yığını ateşe vererek ağlaya ağlaya ağıta başladı.
"Verdiğim bütün sözleri getireceğim şimdi yerine. Ulucanlı Troyalıların oniki soylu oğlunu, yutacak alevler seninle birlikte, Primaos oğlu Hektor'a gelince, ateşe yedirmem onu, yedireceğim köpeklere." (İlyada XXlll 18-184)
Ama köpekler sokulamıyordu Hektor'un cesedine. Aphrodit ölünün başında nöbet tutuyordu.
Hektor'un ölüsüne yapılan bu saygısızlıklar Hera, Athena ve Poseiden hariç bütün ölümsüzleri tiksindirmişti. Özellikle baba tanrı Zeus bu saygısızlığa çok kızmıştı. Zeus, Priamos'u cesaretlendirerek onun Akhilleus'un kampına gitmesini sağladı. Zengin kurtulmalıklarla kampa gelen Priamos, oğlunun cesedini vermesi için Akhilleus'a yalvardı. Akhilleus karşısında yalvaran yaşlı adamı görünce kendi babasını hatırlayıp insafa geldi ve hediyeleri kabul ederek, ölüyü babasına verdi. Ayrıca, ölü yakma merasimi için de 9 gün boyunca Akhaları savaştan uzak tutacağına dair söz verdi.
Troyalılar, 9 gün boyunca, Hektor'un ölüsü etrafında yas tutup, ağıtlar yaktılar. Onuncu gün şafak vakti, ölü odun yığınlarının üzerine konulup yakıldı. Daha sonra, kemikler ve küller altın bir kupaya gömülüp, üzeri kocaman işlenmiş taşlarla örüldü. Mezarın üstü toprakla örtülerek büyük bir tümülüs oluşturuldu.
Hektor'un cenazesi için kararlaştırılan süre dolduktan sonra, savaş tekrar başladı. Etiyopya Prensi Memnon, büyük bir orduyla gelip Troyalılara yardım etti. Bu yeni taze güçle saldıran Troyalılar, Akhaları çok güç durumda bıraktılar. Birçok Akhalı savaşçı öldü. Sonunda Akhilleus, Memnon'u öldürdü. Durum tekrar Troyalıların aleyhine dönmüştü. Akhilleus yine coşmuştu. Ama onun belki de son kükreyişi olacaktı. Bütün Troyalıları önüne katmış surlara doğru kovalıyordu. Surlara yaklaştığı bir sırada, orada, çalıların arasına gizlenmiş duran Paris'in attığı zehirli bir okla topuğundan vurularak öldü.
Topuğu onun en zayıf yeri idi. Annesi deniz perisi Thetis, onu "yaralanmaz" yapmak için topuğundan tutup Styx Irmağının sularına batırmıştı. Ancak topuğun elle tutulan kısmı kutsal suyla ıslanmadığı için zayıf kalmış ve Paris, onu bu en zayıf noktasından vurmuştu.
Ajax, Akhilleus'un ölüsünü savaş meydanından taşıdı. Ölü yakma töreninden sonra külleri Patroklos'un küllerinin konulduğu kaba konularak beraberce gömüldü.
Akhilleus'un ölümünden sonra, onun Hephaistos usta tarafından yapılmış olan muhteşem zırhı kumandanlar arasında yeni bir huzursuzluğa yol açtı. Zırh acaba Akhilleus'un ölüsünü savaş alanı dışına taşıyan Ajax'ın mı olmalıydı?Yoksa Odysseus'a mı verilmeliydi? Kumandanlar arasında yapılan gizli bir oylama sonunda zırha sahip olma hakkı Odysseus'a verildi. Ajax da , kendini aşağılanmış görüp, kılıcının üstüne atlayarak intihar etti.
Bu iki kahramanın kısa zamanda arka arkaya ölmeleri Akhaların cesaretlerini kırdı. Zafer, çok uzak görünüyordu, ama vazgeçmeye de hiç niyetleri yoktu. Akhilleus'un genç oğlu Neoptolemus, Paris'i öldürdü. Ama onun ölümü Troyalılar için pek de büyük bir kayıp değildi. Zaten bütün bu belaları Troyalıların başına hep o açmamış mıydı? Bir keresinde ağabeyi Hektor onu şöyle azarlamıştı:
''Seni alçak, seni parlak oğlan, seni çapkın
seni ırz düşmanı seni.
Hiç doğmaz olaydın keşke,
Ya da kalaydın ölümüne dek evlenmeden.
Çok isterdim bunun böyle olmasını
Hem çok da iyi olurdu hani
Ne baş belası kesilirdin o zaman
Ne de yüz karası olurdun başkalarına
Nasıl kaçırdın ta uzak ülkelerden
Kargı salan erlerin gelini, güzel yüzlü kadını
Baş belası yaptın onu babana, halkımıza, ilimize''
İlyada III.39_50
Paris'in ölümünden sonra da Troyalılar güçlerini korudular. Şehir surları dokunulmamış bir şekilde ayaktaydılar. Savaş genellikle surlardan uzakta ovada cereyan ettiği için ciddi bir tehditle karşılaşmamışlardı. Bu, sonu olmayan savaşa bir son verebilmek için orduyu şehrin içine alıp, Troyalıları bir baskınla yok etmekten başka çare yoktu. Bunu nasıl yapacaklardı?
Akhaların en akıllısı kurnaz Odysseus, bir tahta at yapma fikriyle ortaya çıktı. Büyük ve içi boş bir at olacak ve içine belirli sayıda asker alabilecekti. Odysseus ve diğer bazı seçkin komutanlar atın içine gizlenirken, diğerleri denize açılıp Tenedos (Bozcaada)'nın arkasına, Troyalıların onları göremeyecekleri bir şekilde gizleneceklerdi. Eğer işleri ters giderse, Yunanistan'a geri dönecekler. Tabi bu arada atın içindekiler ölümüne terk edilecekti. Ama her şey Odysseus'un planladığı gibi giderse, Troya'ya geri dönüp, şehrin içine girmek için verilecek işareti bekleyeceklerdi. Planın yürümesi için geride bir Akhalı asker bırakacaklardı. Bu askerin görevi ; tahta atın şehrin içine alınmasını sağlamak için, Troyalıların ikna edilmesiydi. Herşey Odysseus'un planladığı gibi gitti. Bir sabah, Troyalılar büyük bir şaşkınlıkla uyandılar. Her yer çok sakindi. Gürültülü Akha kampı, tamamen boştu ve gemilerde gitmişlerdi. Batı kapısı önünde de daha önce hiç görülmemiş büyüklükte ve biçimde tahtadan bir at duruyordu. Öyle görünüyordu ki, Akhalar bu işten vazgeçmişler, mağlubiyeti kabul edip Yunanistan'a geri dönmüşlerdi. Ancak bu kocaman tahta at da neyin nesiydi? Troyalılar, bu soruları kendi kendilerine sorarken, Akhaların geride bıraktıkları Sinon isimli asker ortaya çıktı. Troyalılar Sinon'u yakalayıp kral Priamos'a götürdüler. İyi bir aktör olan Sinon, ağlıyor, sızlıyor ve Yunanlılardan nefret ettiğini söylüyordu. Bunun sebebini ise şöyle açıklıyordu:
''Akhalar, Troya'ya yelken açmalarını engelleyen kuzey rüzgarını durdurmak için kral Agamemnon'un kızı Iphiginia'yı kurban ettiler. Geriye dönüşleri için ise ben talihsiz kurban olarak seçildim. Tam yola çıkarlarken beni kurban edeceklerdi. Her şey hazırdı. Ama gece olunca karanlıktan yararlanarak bir bataklığa saklandım ve gemilerin uzaklaşmalarını seyrettim.''
Simon'un anlattığı bu hikayeye herkes inandı. Çünkü o rolünü çok iyi oynuyordu. Hikayesinin ikinci ve asıl can alıcı kısmına şöyle devam etti.:
''Tahta at Tanrıça Athena'ya kutsal bir sunak olarak yapılmıştır. Böyle büyük yapılmasının sebebi Troyalıların onu dar şehir kapılarından şehrin içine almalarını engellemek içindir. Akhalırın beklentisi Troyalıların bu atı yakıp yıkmalarıdır. Böylece tanrıça Athena'nın öfkesini Troya üzerine çekmiş olacaklardır. Ama Troyalılar atı şehrin içine alıp onu korurlarsa tanrıçanın lutfu Troyalılara yönelecektir.''.
Akıllıca düzenlenmiş bu hikayeye Troyalı rahip Laokoon ve Hektor'un kız kardeşi Kassandra dışında herkes inandı. Rahip Laokoon, ''hediye veren Yunanlılardan sakının'' diyerek Troyalıları uyardı. Atın hemen yakılmasını söyledi. Hiç kimse ona inanmadı. Laokoon'un Troyalıları ikna etmesinden korkan Poseidon denizden iki tane korkunç yılan göndererek, Laokoon ile iki oğlunun öldürttü.
Bir bilici olan Kassandra da, bunun bir hile olduğunu söylediyse de ona kimse inanmadı. Apollon, Kassandra'ya aşık olmuş bu yüzden ona geleceği görme yeteneği vermişti. Kassandra Apollon'un aşkını kabul etmemiş, o da Kassandra'ya verdiği bu yeteneğin yarısı geri almıştı. Yani Kassandra geleceği görmeye devam edecek ama ona kimse inanmayacaktı.
Troyalalır, hiç tereddüt etmeden, atı şehrin içine sürüklediler. On yıl süren korkunç savaş bitmiş, nihayet özlenen barış gerçekleşmişti. Troyalılar, bunu eğlenceler düzenleyip şölenlerle kutladılar. Gece yarısı herkesin derin uykuda olduğu bir sırada Odysseus ve arkadaşları teker teker nöbetçileri öldürdüler ve kapıları ardına kadar açtılar. Zaten Akha ordusu, şehrin surlarına çok yaklaşmıştı. Açık kapılardan sessizce şehrin içine sızarak her tarafta yangılar çıkarttılar.
Yangınları söndürmek için dışarıya çıkan Troyalılar ne olduğunu anlayamadan kılıçtan geçirildiler. Bu yapılan savaş değil kasaplıktı. Şehrin bazı bölümlerinde Troyalılar küçük gruplar oluşturup düşmana karşı koydular. Tek amaçları ölmeden önce mümkün olduğu kadar çok Akhalı öldürmekti. Bazıları öldürdükleri Akhalıların giysilerini giyip düşmana yaklaşıyorlardı. Bu yolla birçok Akhalı asker öldü. Başlangıçta çok fazla Troyalı uykuda katledildiği için bu savaş adil değildi. Artık sona yaklaşılmıştı. Akhilleus'un oğlu Neoptolemus, yaşlı Priamos'u karısı ve kızlarının gözü önünde öldürdü. Daha sabah olmadan Aeneas hariç, bütün Troyalı liderler öldürülmüştü. Annesi Aphrodit'in de yardımıyla Aeneas, Babası Ankhises ve oğlu Ascanius'u da alıp Troya'dan kaçmayı başardı. Uzun maceralardan sonra İtalya'ya ulaştı.
Orada güçlü bir Etrüsk kralının kızı ile evlenerek yeni bir şehir kurdu. Roma'nın gerçek kurucuları olan Romus ve Romulus kardeşler bu şehirden ve Aeneas'ın soyundan geldikleri için, Aeneas her zaman Roma'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilmiştir. Troya'nın baştan başa yakıldığı o korkunç gece, Aphrodit, güzel Helen'e de yardım etti. Paris'in ölümünden sonra töreye göre Paris'in kardeşi Deiphobos'la evlenmiş olan Helen Aphrodit'in de yardımıyla eski kocası Menelaos'a gitti. Menelaos, onu memnuniyetle kabul etti. Ertesi gün, hep beraber Yunanistan'a geri döndüler. Onlar, Yunanistan'a yelken açarken, Asya'nın en mağrur kentinden geriye bıraktıkları şey, sadece için için yanmakta olan bir harabe idi.
Tufan Efsanesi
Türk mitolojisinde, tufan ile ilgili örnekler Altay Türkleri’nin efsanelerinde yaşamaktadır. Altay Türkleri’nde, tufan efsanesinin bir kaç söyleyişi vardır. Aşağıda bu söyleyişlerden birine yer verilmiştir. Aşağıda yer alan ve U. Harva Holmberg tarafından nakledilen Altay Tufan Efsanesi, İslam ve Hıristiyan dünyasının Nuh Tufanı anlatılarına oldukça benzemektedir. Altay Tufan Efsanesi, özetle şöyledir:
Sel bütün yeri kapladığında, Tengiz (=Deniz) yerin üzerinde efendi idi. Tengiz’in yönetimi altında Nama adında iyi bir erkek yaşardı. Nama’nın Sozun Uul, Sar Uul ve Balık adlarında üç oğlu vardı.
Ülgen (Tanrı), Nama’ya bir kerep (=tahta sandık) yapmasını buyurdu. Nama, sandığın yapılması işini üç oğluna bıraktı. Oğulları, kerepi bir dağ üzerinde yaptılar. Kerep yapıldıktan sonra Nama, onu her biri seksen kulaç olan sekiz halatla köşelerinden yere bağlamalarını söyledi. Böylece su seksen kulaç yükseldiğinde durum anlaşılacaktı. Bundan sonra Nama, ailesi ile çeşitli hayvanları, kuşları alarak kerepe girdi.
Tutankhamon Efsanesi
Orta yaşlı iki İngiliz, 26 Kasım1922'de, M.Ö. 1333-23 yılları arasında Mısır'ı yöneten çocuk kralın mezarına doğru yola koyuldular ve modern tarihin en önemli arkeolojik keşfini başlattılar. Howard Carter ile Lord Carnarvon, uzun süre kapalı kalan mezarı açarak şaşırtıcı hazineyi açığa çıkardılar ve arkeolojiye olan ilginin yeniden hayat bulmasına katkıda bulundular.
Tutankhamon'un mezarındaki ihtişam olağanüstüydü ve eski sanatçıların yaratım güçlerinin bir kanıtıydı. Bu keşif, sanatta, popüler kültürde, dekorasyonda, hatta Boris Karloff'un "Mumya" filmlerinde olduğu gibi sinemada, "Mısır tarzı"nın başlangıcı oldu. Günümüzde de etkisi sürüyor.
Carter ile Carnarvon, araştırmalarının 5 yılını Mısır krallarının mezarlarının bulunduğu efsanevi Krallar Vadisi'ni temizleyerek geçirdiler. Arkeoloji, deneyim ve maceranın bütünleştiği bu keşif, insanların hayal gücünü etkisi altına almaya yetti. O zamanlar Mısır uygarlığını inceleyen bilimlere olan ilgi azdı. 1921'de, Londra'daki Mısır Araştırma Derneği Komitesi, insanların arkeolojiye ve özellikle Mısır arkeolojisine olan ilgisini artırmanın gün geçtikçe zorlaştığı, hatta imkânsız hale geldiği konusunda açıklamalar bile yapmıştı.
Ancak, 1874'te Kensington'da doğan, Norfolk Swaffham'da büyüyen ve bir sanatçının oğlu olan Carter her şeyi değiştirecekti. Carter'ın babasından aldığı sanatçı ruhu, daha çok küçük yaşlarda ortaya çıkmıştı. Resme ve suluboyalara tutkun olan Carter, henüz 17 yaşındayken görmeyi çok istediği Mısır'a gitti. Burada, British Museum için mezar çizimleri ve duvar resimleri kopyaladı.
Mısır, Carter'ın gönlünü fethetmişti. Nil'e bakan bir mezarda günlerce yarasalarla yaşadı ve her gün sabahtan alacakaranlığa kadar çalıştı. Birkaç ay içinde, antika konusunda uzman olmuştu ve kendisini eski Mısır'ın güzelliklerine adadı. Birkaç yıl içinde, artık ünlü bir Mısır bilimciydi. 25 yaşında, Mısır hükümeti tarafından Mısır Anıtları Genel Müfettişliği görevine getirildi. Ama, inatçı ve ele avuca sığmayan yapısı yüzünden, bir grup içkili Fransız'la girdiği tartışma sonunda istifa etti.
Türeyiş Destanı
Asya Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Orta Asya'da yaşayan Türkler'e Çinliler, Kao-çı derlerdi. "Kao-çı" sözü Çince'de "yüksek tekerlekli arabası olan" demektir. Kao-çı'lara Çinliler, T'ieh-le adını da verirlerdi. T'ieh-le kelimesi, Türkçe Töles sözünün Çin ağzına uydurulmuş biçimidir. Töles Türkleri, Kök Türk Devleti'nin çekirdeğini oluşturan Türk boyudur. Çin kaynaklarına göre, Tölesler'in (ve öteki Türkler'in) türküleri kurt ulumasını andırırdı; çünkü yine aynı kaynaklara göre onların ataları kurt idi. Çinlilerin sözünü ettikleri kurt ulumasına benzeyen türküler, Türkler'in zamanımızda da söylemekte olduğu "uzun hava, bozlak, maya" türündeki halk ezgileri olsa gerektir.
Kimi kaynaklar Töles ve Kao-çı kelimelerini yalnızca Uygur Türkleri ile özdeşleştirirler. Ama yukarıda da belirtildiği gibi Töles adı, Büyük Hun Devleti ile Kök Türk Devleti arasındaki dönemde Türkler'e verilmiş ortak bir addır. Dolayısıyla Tölesler, Uygur Türkleri'nin ataları olduğu gibi Oguz, Karluk, Kıpçak vs bütün Türk boylarının da atalarıdır. Ayrıca, tarihi araştırmalara göre, Uygurlar ile Oguzlar aynı boy kökeninden gelirler. İleriki dönemlerde Uygur ve Oguz diye ikiye ayrılmışlardır. Zaten, Türk topluluklarına bir bakıldığında tip bakımından Oguzlar (bugünkü Türkmenler, dolayısıyla Azeriler, Anadolu Türkleri ve öteki Ön Asya Türkleri) ile Uygurlar'ın birbirlerine çok yakın oldukları görülür. Ayrıca eski tarihi kayıtlarda Oguz ve Uygur adlarının hep birlikte yer aldığı görülür (Tokuz Oguz-On Uygur).
Bunun yanında, Eski Türkler'in boy adları sistemi ile bizim zihnimizdeki ad kavramını birbirine karıştırmamak gerekir. Eski Türkler'de boy adları geleneksel ve kalıcı değildi; izafi bir nitelik taşırdı. Türk boyları tek bir boy çatısı altında bir bodun olarak birleşirler ve yeni bir adla ortaya çıkarak bir devlet ya da siyasi bir oluşum kurarlardı. Zamanla bu siyasi oluşum dağılır ve oluşumu oluşturan boylar yeni bir adla ortaya çıkarak, bir başka siyasi oluşum kurarlardı. Bu hal, böylece devam ederdi. Yani boy adları geçici ve izafi idi. Zaten, bunun aksi iddia edilecek olursa her Türk devletinin yıkılışında ve her boy oluşumunun dağılışında, bu halkların ortadan yok olduklarını kabul etmek gerekir. E bu adamları uzaylılar da kaçırmadığına göre, tarihte rastlanan Ting-Ling, Töles, Türgiş, Usun, Hun, Abar, Sabar.....vs gibi Türk boyları nereye gittiler. Yanıtı çok basit; uğradıkları bir yıkım (savaş, baskın, kıyım, göç vb) ya da siyasi dağılmadan sonra yeni bir ad ve yeni bir oluşumla yeniden tarih sahnesine çıktılar. Sonradan Kök Türk ve Uygur devletlerini kuracak olan Töles adındaki bu Türk topluluklarının en yakın komşuları olan Çinlilerin kaynakları, onların kökenlerini kurda bağlayan bir efsane Saptamış ve tarih kayıtlarına geçirmişlerdir. Şimdi bu efsaneyi, yukarıdaki bilgilerin ışığında gözden geçirelim: Hun kaganlarından birinin çok akıllı iki kızı vardı. Bu kızlar çok akılı ve çok güzel idiler. Kızlar o denli akıllı, o denli iyilerdi ki, babaları şöyle bir karara vardı:
"Ben bu kızları kendim evlendiremem. Bunlar o denli iyiler ki, o denli akıllılar ki, bu kızları ancak Tanrı evlendirir."
Kagan, kızlarını ülkesinin en kuzey ucunda, kişi ayağı değmeyen bir yere götürüp yüksek bir dağın başına koydu. Kızlar bu tepede bekleye durdular. Aradan epey zaman geçti. Bir zaman sonra, tepenin çevresinde yaşlı ve erkek bir Bozkurt göründü. Kurt, tepenin çevresinde dolaşmağa başladı ama kızların yanına gitmedi. Kızlardan küçük olanı bu durumu görünce kardeşine:
"İşte bu kurdu, ikimizden birinin evlenmesi için Tanrı gönderdi" dedi ve kurdun yanına doğru gitti. Kardeşi gitme dedi ise de onu dinlemedi. Tepeden inerek kurtla evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu. Bunlara Tokuz Oguz-On Uygur (Dokuz Oğuz-On Uygur) denildi. Bu çocukların sesi, Bozkurt sesine benzerdi. Çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar. Ve Tölesler, bu kız ile kurdun soyundan türediler... Dikkat edilirse buradaki kurt, erkektir. Öteki Kök Türk efsanelerinde ise kurt, dişidir. Bununla birlikte, Oguz Kagan Destanı'ndaki kurt da erkektir. Çin kaynakları, hükümdarın kızlarını bıraktığı yerden "tepe" diye bahsetmektedir. Eski Türkler'de "Kutsal Dağ" ve "Gök Dağı" inancı büyük bir yer tutardı. Ergenekon da böyle kutsal bir dağın ardındaki yurdun adıdır.
Vishõu Puràõadan İki Efsane
Arş.Gör.Dr. H.Derya CAN
A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü/Hindoloji Anabilim Dalı
Özet: Hint Mitolojisi, Vedik ve Epik dönem olmak üzere iki bölüme ayrılır. Vishõu ve Şiva inançlarını yayan Puràõalar, Epik döneme aittirler. Bilinen on sekiz Puràõa vardır. Eski devirlere ait efsanelerin ve öykülerin anlatıldığı Puràõaların ne zaman ortaya çıktıklarını söylemek zordur. Puràõalarda beş karakteristik özellik vardır. Bunlar: 1. Yaradılış, 2.Yeniden Yaradılış, 3.Soy (Tanrıların ve Brahmanların Soy Kütükleri), 4.Manu Devirleri, 5. Hanedanların Tarihleri. Bu beş konudan en az birkaçı bir Puràõanın konusunu oluşturur. On sekiz Puràõadan biri olan Vishõu Puràõa altı kitap ve yirmi üç bin beyitten meydana gelir. Tanrı Vishõu inanırlarının temel kitabı olan Vishõu Puràõanın konusu aziz Paraşàra ile öğrencisi Maitreya arasındaki soru-cevap şeklindeki karşılıklı konuşmalardan meydana gelmiştir. Eserde yer alan efsaneler ve öyküler o dönemin sosyal ve kültürel yaşantısı hakkında bilgiler içerdiğinden yararlıdır.
Hint mitolojisi, Vedik dönem ve Epik dönem olmak üzere iki büyük dönem altında incelenir. Vedik dönemin ürünleri; Vedalar; ègveda, Yacurveda, Samaveda ve Atharvaveda olmak üzere dört büyük eserden meydana gelmiştir. Vedaları âraõyakalar ve Upanishadlar izler. Epik dönemin ürünleri ise destanlar (Mahàbhàrata, Ràmàyaõa ve Harivaüşa) ve Puràõalardır. Puràõaları meydana getirenler, saz şairleri Sutalardır. Bu yüzden bu eserler, Brahmanlara ait metinler olmaktan çok halka ait olmuşlardır. Yazarları olarak da Hindular Vyasa’yı kabul ederler. Vishõu ve Şiva inançlarını yayan ve destekleyen Puràõaların ne zaman ortaya çıktıkları hakkında kesin bir şey söylemek zordur. Puràõa kelimesinden anlatılmak istenen ise “puràõam àkhyànaü” yani eski öykülerdir.
Eski devirlere ait efsaneler ve öykülerin anlatıldığı Puràõalarda beş temel konu vardır. Bunlardan en az birkaçı bir Puràõanın içeriğini oluşturur. Bu beş konu şunlardır:
1. Sarga (Yaradılış)
2. Pratisarga (Yeniden Yaradılış)
3. Vaüşa (Soy yani Tanrıların ve Rshilerin Soy Kütükleri)
4. Manvantaràõi (Manu Devirleri)
5. Vaüşànuçarita (Hanedanların Tarihleri)
Bilinen on sekiz tane Puràõa(Mahapuràõa) vardır. Bunlar:
1. Brahma 10. Màrkaõóeya
2. Vishõu 11. Bhavishya
3. Agni 12. Brahmavaivarta
4. Şiva 13. Vàràha
5. Bhàgavata 14. Kårma
6. Liïga 15. Matsya
7. Pàdma 16. Garuóa
8. Nàrada 17. Brahmaõóa
9. Skànda 18. Vàmana
Puràõaları, yazılış itibariyle belli bir sıraya koymak mümkün değildir. Çünkü biri yazıldığında diğeri zaten vardır. Bununla birlikte otoriteler Adi Puràõa yani İlk Puràõa olarak Brahma Puràõayı kabul ederler. Matsya Puràõada1 on sekiz Puràõa tek tek sayılır. Bunlar:
1. Vishõucu Puràõalar: Vishõu, Nàrada, Bhàgavata, Garuóa, Pàdma, Vàràha
2. Brahmacı Puràõalar: Brahmaõóa, Bhavishya, Brahmavaivarta, Màrkaõóeya, Vàmana, Brahma
3. Şivacı Puràõalar: Matsya, Kårma, Liïga, Şiva, Skànda, Agni olmak üzere üçe ayrılır.2
Vishõu Puràõa, tanrı Vishõu’nun inanırlarının temel kitabıdır. Bu Puràõa, aziz Paraşàra ile öğrencisi Maitreya arasındaki soru-cevap şeklindeki karşılıklı konuşmalardan meydana gelmiştir. Bu konuşmalarda tanrıların, şeytanların, kahramanların ve insan ırkının türeyişleri, dünyanın yaradılışı, mitolojik öyküler, coğrafi bilgiler, doğum, ölüm, evlilik gibi törenler, kralların soy listeleri, eski çağların ermişleri ve krallarıyla ilgili efsanelerden bahsedilir. Hindular Puràõaların yazarı olarak Vyasa’yı kabul etmelerine rağmen, altı amşa (kitap) ve yirmi üç bin şlokadan (beyit) meydana gelen Vishõu Puràõanın yazarı Paraşàra’dır.
Yaratıcı tanrı Brahma ve yok edici tanrı Şiva’yla birlikte oluşturdukları Hint tanrı üçlemesinin bir üyesi olan Vishõu, Epik dönemin en önemli tanrılarından biridir. Bilinen en belirgin özelliği güneş ve onun boşluktaki hareketiyle bağlantılı olan “trivikrama” yani üç uzun adımıdır. Onun bu uzun adımlarından ikisi insanlar tarafından görülür ancak üçüncü adımını gökte uçan kuşlar bile göremez. Bu üç adımı aynı zamanda güneşin; “Doğuş, En Yüksek Nokta ve Batış Noktası” olan üç değişik konumunu da işaret eder. Vishõu’ya geniş yürüyen anlamında “urugàya”, geniş adımlayan anlamında da “urukrama” denilmektedir.
Vishõun’nun birinde deniz kabuğu, birinde disk, birinde gürz ve birinde de nilüfer çiçeği taşıdığı dört eli vardır. Görünüşü oldukça olağanüstü ve görkemlidir. Gözleri kırmızı ve bir nilüfer çiçeğinin yaprağı kadar geniştir. Göğsünde süt okyanusunun çalkalanması sırasında meydana geldiği kabul edilen kaustubha adlı bir mücevher vardır. Müthiş bir güce sahiptir ve boğa ile özdeşleştirilmiştir. Binek hayvanı göksel kuş Garuóa’dır. Cenneti altından yapılmış Vaikunta’dır. O sadece koruyucu bir tanrı değil aynı zamanda keder ve günahı yok edendir. Karısı şans tanrıçası Lakşmã’dir.3
Hint mitolojisinde, diğer tanrılara göre Vishõu’nun avataraları (bedenlenme) oldukça ünlüdür. Genel olarak kabul edilen on avatarası vardır. İlk dört avatarası Satyayuga’da4 meydana gelmiştir. Bu avataralardan balık, kaplumbağa ve domuz avatarası mitolojide ilk olarak tanrı Brahma’ya aittir. Epik döneme gelindiğinde, Vishõu inanırları, bu avataraları Vishõu’ya mal etmişlerdir. Böylece diğer inançlara karşı kendi inançlarını kuvvetlendirmişlerdir. Bu avataralar:
1. Matsya (Balık): Hint mitolojisinde balık betimlemesiyle karşılaştığımız ilk yer Şatapatha Bràhmaõa’dır (I;8.,1-6).5 Bu ünlü tufan efsanesidir. Vishõu, bu betimlemesiyle insan ırkının atalarından yedinci Manu’yu selden kurtarır.
2. Kårma (Kaplumbağa): Vishõu Satyayuga’da selden kaybolmuş olan Amrita (hayat suyu), Kaustabha (kutsal mücevher), Surabhi (bolluk ineği), Paricata (kutsal ağaç) gibi bir takım değerli şeyleri bulmak için kaplumbağa şeklinde bedenlenmiştir.
3. Vàràha (Domuz): Bu bedenlenmenin ilk görüldüğü yer Taittiriya Samhita’dır. Vishõu, kötü ruh Hiranyaksha’yı öldürerek yeryüzünü onun lanetinden kurtarır.
4. Narasinha (İnsan Aslan): Vishõu dünyayı zalim Daityalar kralı Hiranyakaşipu’nun kötülüğünden korumak için bu şekilde bedenlenmiştir.
5. Vàmana (Cüce): Bu avatarası Vishõu’nun üç adımıyla bağlantılıdır ve kökeni èg Vedaya kadar gider.
6. Paraşuràma (Baltalı Rama): Brahmanlar6 ve Kshatriyalar7 arasındaki savaşta Bràhmaõalara yardım etmek amacıyla savaşçı bir Brahman olarak doğmuştur. Paraşu’nun anlamı balta demektir.
7. Ràmaçandra (Ay Benzeri Ràma): Hintlilerin ünlü Ràmàyaõa destanının kahramanı kral Daşaratha’nın oğlu Ràma olarak doğmuştur. Bu bedenlenmesiyle Rakşasa8 kralı Ravana’yı öldürmüştür.
8. Kçişõa (Kara): Tanrı Vishõu’nun en popüler avatarasıdır. Mahàbhàrata ve Harivaüşa destanında onun birçok macerasından bahsedilir.
9. Buddha (Aydınlanmış): Buddhizmin kurucusu Buddha da Vishõu’nun bir bedenlenmesi olarak düşünülmüştür.
10. Kalkin ya da Kalkã (Beyaz At): Dünyanın son devresi olan Kali devrinin sonunda bütün insanlar erdemlerini kaybedeceklerdir. Her şeyin son derece kötü gittiği bu devirde Vishõu beyaz bir at üstünde oturur biçimde görünecek ve her şeyi eski haline döndürdükten sonra cennete gidecektir.
Vishõu’nun bu on avartarasına ek olarak Bhàgavata Puràõa da, Purusha (insan), Nàrada (aziz), Nara (aziz), Narayana (aziz), Kapila (aziz), Dattatreya (aziz), Yacna ( kurban), Rishabha (Bharata’nın babası), Prithu (kral), Dhanvantari (tanrıların doktoru), Vedavyasa, Balarama (Kçişna’nın ağabeyi) yirmi iki avatarasından bahsedilir.
Ganj nehrinin Vishõu’nun ayağından doğduğu söylenir. Bin adı vardır. Sadarşanam adlı diski ile karanlığın korkunç ruhlarını yok eder. Arabası yedi at tarafından çekilir. Bir savaşçı olarak sol elinde gürzünü, sağ elinde de uğurlu diskini taşır.
Efsanelerin kimi direk olarak Vishõu’yu överken kimi de dolaylı olarak övmektedir. Epik dönemin bu güçlü tanrısının inanırları kökenleri ègveda’ya kadar giden bazı efsaneleri de kendi kitapları içinde toplamışlardır. Tarihi binlerce yıl geriye giden bu efsaneler bugün bile Hint halkını etkilemektedir.
Nimi Efsanesi
Kral İkshvaku’nun oğlu Nimi, yüzyıl sürecek olan bir kurban töreni başlatır. Kurban töreninde adakları sunması için de aziz Vasishtha’nın yardımını ister. Bunun üzerine Vasishtha beş yüz yıl için İndra’ya karşı görevli olduğunu, eğer kral bir müddet beklerse gelip baş aziz olarak ayini yönetebileceğini söyler. Vasishtha’nın sözleri karşısında kral sessiz kalır. Bunun üzerine Vasishtha, kralın kabul ettiğini düşünerek oradan ayrılır. Aziz, İndra için yönettiği töreni tamamlar tamamlamaz hızla yola çıkar. Kurban yerine vardığında, Nimi’nin kurbanında yardımcı olmaları için Gautama’yla birlikte başka azizleri de çağırdığını görür. Buna canı çok sıkılan ve kendisine bilgi verilmeden görevi Gautama’ya verdiği için sinirlenen Vaistha o sırada uykuda olan kral Nimi’ye lanet ederek bedenini görünmez yapar. Nimi, uyandığı zaman bedenini kaybettiğini görür. Vasishtha’yı kızdırdığı için aziz tarafından lanetlendiğini anlar ve bedeninden ayrılır. Aynı zamanda Vasishtha’nın ruhu da bedenini terk ederek Mitra ve Varuna ile birleşir.10 Nimi’nin cesedi ise güzel kokulu yağlar ve reçine ile mumyalanarak çürümeden korunur. Böylece ölümsüzleşir. Kurbanı tamamlayıp kendi paylarını alan azizler kurban törenine gelen tanrılara başvurarak, Nimi’nin bedenini geri vermelerini isterler. Fakat Nimi bunu kabul etmeyerek şöyle der: “Bütün dünyevi acıların tesellileri olan Ey Tanrılar! Dünyada üzüntünün nedeni ruhun ve bedenin ayrılığından daha derin değildir. Bundan dolayı ben bütün yaratılmışların gözünde olmak istiyorum ve asla maddi şekle geri dönmek istemiyorum.” Tanrılar, Nimi’nin bu dileğini kabul ederek onu bütün yaşayanların gözlerine yerleştirirler. Bunun sonucunda da yaşayanların gözkapakları hala açılıp kapanır.
Nimi, geride varis bırakmadan gidince azizler yeryüzünün hükümdarsız kalma endişesi ile prensin bedenini çalkalarlar ve Canaka adında ataları olmayan bir prens meydana getirirler. Babasının bedensiz (videha) olması sonucunda, ona da Vaideha (bedensizin oğlu) ismini verirler.
Efsanenin devamında kralların soy listesi sayılmaktadır. Canaka’nın oğlu Udavasu, onun oğlu Nandivarddhana onun oğlu Mahavirya.....onun oğlu Hrasvaroman, onun oğlu Siradhvaca’dır.
Sabanla toprağı kazarak bir nesil elde etmek içim Siradhvaca11 kurban töreni hazırlıklarına başlar. Kızı Sita sabanın açtığı yarıktan doğar. Siradhvaca’nın erkek kardeşi Kaşi kralı Kuşadhvaca’dır...............onun oğlu Bahulaşva, onun oğlu Kriti ile Canaka’nın ailesi biter. Bunların hepsi ruhani bilgide usta Mithila krallarıdır.
Vena Efsanesi
....Mrtyu’nun kızı Sunita, Anga’ya eş olarak verilir ve büyükbabasının kötü huylarını alan Vena’yı doğurur. Vena, azizler tarafından dünya hükümdarı olarak açıklanarak törenle takdim edilir. Kral olarak ilan edilen Vena bundan böyle yapılacak törenlerin ibadetsiz, adaksız ve Brahmanlara hediyeler verilmeden yerine getirilmesini, isteyerek şöyle der: “Ben adaklarla adlandırılan kurbanın efendisiyim.” Vena’nın sözlerini duyan azizler, saygıyla kralın yanına yaklaşıp yumuşak bir ses tonuyla: “ Haşmetli prens! Sizi saygıyla selamlıyoruz; bizi dinleyiniz. Krallığınızı ve yaşamınızı korumak ve halkınızın yararı için uzun ve ciddi dini törenler düzenlememize, tanrıların tanrısı kurbanın efendisi Hari’ye tapmamıza izin verin; bu ibadet size geri dönecek olan bir meyvenin yarısıdır. Adakların tanrısı Vishõu, bizim tarafımızdan kurban ile teskin edilecek, siz de böylece isteklerinize kavuşacaksınız. Başka prensler de Hari’nin krallığında dinsel törenler yaparak dileklerine kavuştular” derler. Vena: “Benden daha üstün nitelikleri olan kimdir? Benden başka tapmak için adlandırılan kim? Kurbanın efendisi lakabı takılan bu Hari de kim? Brahma, Canardana, Şambu (Şiva), İndra, Vayu, Yama, Ravi, Hutabhuk, Varuna, Dhata, Pusha, Bhumi, Çandra; bütün bunlar bir kralın kişiliğinde vardır. Tanrısal olan her şey bir hükümdarın esasıdır. Emirlerimi bilinçli olarak verdim ve onları yerine getirin. Kurban yapmayacaksınız, adak sunmayacaksınız, sadaka vermeyeceksiniz. Bir kadının ilk vazifesinin eşine sadakat etmesi gibi siz kutsal insanların sorumluluğu da benim emirlerime uymaktır” der. Azizler: “Yüce Kral! Emirlerinizle dindar kişiler çok acı çekebilir. Bütün bu dünya adakların bir dönüşümüdür. Eğer adağı engellerseniz, dünyanın sonu gelir” derler. Azizlerin ricalarını tekrarlamalarına rağmen Vena emirlerinden vazgeçmez. Bunun üzerine azizler öfkeyle bağırarak: “Bu hain biçare ölsün. Başlangıcı ve sonu olmayan, kurbanın tanrısına hakaret eden bu kafir yeryüzü üzerinde hükümdarlık yapmasın” derler ve hep birlikte krala hücum edip, dini sözler eşliğinde kutsal otlarla vurarak onu katlederler. Böylece Vena dine saygısızlık etmesi sonucunda yok edilen ilk kişi olur.
Vena yok edildikten bir müddet sonra azizler yükselen tozlara bakarak yakınlarında olan halka “bu nedir?” diye sorarlar. Halk; “kralı olmayan bir krallığımız olduğundan şerefsiz insanlar, topraklarımıza el koymaya başladılar. Saygıdeğer azizler! Avlarının üstüne saldırmak için acele eden, küme halinde bir araya toplanmış hırsızlar tarafından ortaya çıkarılan şu büyük tozlara bakın” derler. Bunu duyan azizler, kralın nesli olmadan yok olmamasını sağlamak için bir araya gelerek Vena’nın uyluğunu ovarlar. Ovma sonucunda bodur (negra) bir oğlan çocuğu doğar. “Ben ne yapacağım” diye soran çocuğa azizler “otur (nishida)” derler. Böylece onun adı Nishida olur. Onun torunları olan Vindhya dağının sakinleri hala Nishidalar olarak isimlendirilirler. Sonra Brahmanlar kralın sağ uyluğunu ovmaya devam ederler ve Vena’ın ünlü oğlu göz kamaştırıcı Prithu doğar.
Prithu’nun doğumuyla gökyüzünden “Acagava”13 olarak isimlendirilen ilkel yay ve cennetten de tanrısal oklar yeryüzüne iner. Vena “Put”14 diye isimlendirilen cehennemden, oğlunun sayesinde kurtulup tekrar krallığına yükselir. Denizlerin ve nehirlerin derinliklerinden mücevherler gelir. Angiraslar (Ateş), canlı-cansız bütün her şey Vena’nın oğlunun kutsama törenini yürütmek için toplanırlar. Sağ elinde Vishõu’nun diskinin izini gören Brahma, Prithu’daki tanrısal gücü anlar ve çok memnun olur. Çünkü, Vishõu’nun diskinin işaretini elinde taşıyan biri, evrenin imparatoru olmak için doğar ve onun gücü tanrılar tarafından bile yenilemez.
Böylece Vena’nın güçlü oğlu Prithu babasının yönetimi altında ezilmiş olan halkı dertlerden kurtaran dünyanın hükümdarı olarak tanınır. Halkının sevgisini kazanarak raca yani kral lakabını alır. Okyanusun bir başından bir başına geçmek istediği zaman sular donar. Dağlar ona yol açar. Sancağı ile ormanın içinden geçer. Bütün sığırlar bereketli ineklerle eşleşir. Her çiçeğin içine ballar saklanır. Bu eşsiz kahramanın doğum günü için düzenlenecek olan kurban töreni, Brahma tarafından hazırlanır. Büyük kurban töreni aynı zamanda hünerli şair Magadha’yı ve zeki Suta’yı15 da ortaya çıkarır. Kutsal azizler, bu iki insana derler ki: “Vena’nın ünlü oğlu, kral Prithu’ya dua edin; bu sizin özel görevinizdir ve burası da sizin dua etmeniz için uygundur.” Fakat onlar nezaketle Brahmanlara: “Biz, yeryüzünün yeni kralının görevlerini bilmiyoruz. Onun erdemlerini anlamıyoruz. Onun şöhreti her tarafa yayılmadı. Ona nasıl dua edeceğimiz hakkında bize bilgi verin” derler. Bunun üzerine Brahmanlar: “Görevleri yürütecek olan kahraman krala şükredin; göstereceği erdemler için ona dua edin” derler.
Brahmanların bu sözlerini duyan kral çok memnun olur. Sadece dürüst davranışlar sayesinde erdemli kişilerin böyle bir övgüyü elde edeceğini düşünür. Ozanların söylediği övgü dolu methiyeler, onun erdemli davranışı sonucunda olacaktır. Bu yüzden onların övgü dolu methiyelerini elde etmek için çaba harcaması gerektiğine karar verir. Eğer onlar hatalardan uzak durmayı ona öğretirlerse, o da ondan kaçınmaya çalışacaktır. Böylece Prithu nazikçe gelecekteki ünlü erdemlerini tatlı bir ses tonuyla öven ozanları dinler.
“Bir kral, doğru sözlü, cömert ve sözünün takipçisidir. Akıllı, yardımsever, sabırlı, cesur ve kötülerin düşmanıdır. Görevlerini bilir. Merhametli ve naziktir. Kutsal şeylere saygı duyar. Kurban töreni düzenler. Brahmanlara saygı gösterir. İyileri sever ve adaletli yönteminde dost ya da düşman ayırmaz.”
Bu değerler, Suta ve Magadha tarafından krala söylenir. Kral, ozanların söylediklerinin hepsini uygular. Bu dünyayı korumak için, bol adakların sunulduğu büyük bir kurban töreni düzenler. Erksizlik dönemi boyunca acı çeken halk, yenilebilir bitkilerin yok olduğunu, başlarına bela olan kıtlıktan çektikleri ızdırabı, kralsız kaldıkları süre içinde Yeryüzünün bütün sebze üretimlerinin durduğunu bunun sonucunda da insanların mahvolduğunu krallarına söyleyerek eklerler: “Siz! Bize geçim veren, insanları korumak için yaratıcı tarafından meydana getirildiniz; açlıktan kırılan halkınızın yaşamını desteklemek için bize sebzeleri bağışlayın” derler.
Bu sözleri işiten Prithu, tanrısal yayı Acagava’yı ve göksel oklarını alarak, büyük bir öfke içinde Yeryüzüne hücum eder. Yeryüzü, inek şekline girerek acele ile ondan kaçar. Kralın korkusuyla Brahma’nın cennetteki yerine gelir. Fakat nereye giderse gitsin, yaşamın destekleyicisi de oraya gelir. Orada silahlarını havaya kaldırmış Prithu’yu gören Yeryüzü, korku içinde titreyerek yiğitliği önlenemez Prithu’ya; “Beni usanmadan öldürmek için arayan siz, bir kadın öldürmenin günahını bilmiyorsunuz” der. Bunun üzerine prens; “birçok mutluluk kötü bir varlığın yok edilmesiyle elde edilecekse, o varlığın ölümü erdemli bir iştir” der. Bunun üzerine Yeryüzü; “fakat halkınızı yüceltmek için benim hayatıma son vererek onların desteğini nasıl kazanacaksın.” Kral; “emirlerimi dinlerler” dedikten sonra şöyle devam eder; “eğer seni yok edersem, adaklarım sayesinde halkım beni destekleyecektir.” Sonra korkudan tir tir titreyen Yeryüzü, Prithu’ya saygılarını sunarak şöyle der: “Eğer uygun araçlar çalıştırılırsa, bütün girişimler başarılır. Başarının aracını size söyleyeceğim. Bütün sebze üretimi eskimişti ve ben onları yok ettim; fakat sizin emirlerinizle sütle geliştirilmiş olarak onları onaracağım. Bu yüzden prenslerin en erdemlisi, insanoğlunun yararı için bana buzağı verin. Böylece sütümün sayesinde bitki tohumlarının bütün her yere eşit olarak dağılmasını sağlarım.”
Böylece Prithu, yüzlerce, binlerce dağı küme halinde köklerinden sökerek birbiri üzerine kümeler. Bu zamandan önce köylerin ve kasabaların belirlenmiş sınırları yoktur. Yeryüzünün üstü düzensizdir. Tarım yoktur. Otlak yoktur. Ziraat yoktur. Tüccarlar için yol yoktur. Bütün bunlar yani medeniyet Prithu’nun hükümdarlığı zamanında başlar. Prithu, düzleşmiş olan yeryüzünde barınak yapmaları için halkını teşvik eder. Yine bu zamandan önce insanların besin kaynaklarını oluşturan meyveler ve kökler büyük zorluklarla temin edilmektedir. Bütün sebzeler yok olmuştur. Böylece Svayambhuva Manu16 buzağıyı meydana getirir ve yeryüzüne süt sağar. Sütü, insanlığın yararı için kendi eliyle sunar. Böylece insanların devamlı olarak geçimini sağlayan çok çeşitli mısır ve sebzeler üretilir. Yeryüzüne yaşam verdikten sonra Prithu onun babası olur. Yeryüzüne de Prithu’nun kızı anlamında Prithivi lakabı verilir. Sonra tanrılar, azizler, Rakshasalar, Gandharbhalar, Yakşalar, Pitriler, yılanlar, dağlar ve ağaçlar uygun bir süt kabı aldılar ve yararlı sütü yeryüzüne akıttılar.
Bir anne gibi sarıp sarmalayan bu dünya, Vishõu’nun ayak tabanından meydana getirilmiştir. Böylece yeryüzünün efendisi olan Vena’nın kahraman oğlu doğmuştur. Prithu, halkı tarafından çok sevilen ve raca lakabı verilen ilk kişidir. Her kim Vena’nın kahraman oğlu Prithu’nun öyküsünü dinler ve anlatırsa bütün sıkıntılarından kurtulur. İşte Prithu’nun değerli öyküsü budur.
Sonuç:
Vishõu Puràõa’nın (I,XII ve IV,V)de yer alan Vena ve Nimi efsanelerinde dikkatimizi çeken konulardan biri lanet motifidir. Kral Nimi, aziz Vasishtha’ya verdiği sözü tutmadığı için, kral Vena ise din adamlarına adak sunmayı redettiği için, azizler tarafından lanetlenmişlerdir. Bu lanet sonucunda Nimi görünmez olmuş Vena ise hayatını kaybetmiştir. Bu oldukça ilginçtir; çünkü olay, toplumun iki önemli ve üstün sınıfı yani Brahmanlar (din adamları) ve Kşatriyalar (savaşçı) arasındaki çekişmenin bir sonucu gerçekleşmiştir. Kşatriyalar toplumun hakimi olan krallar ve prenslerden oluşan savaşçı bir topluluktur. Brahmanalar ise din adamlarından meydana gelmiştir ve bu iki topluluk karşımıza hep birlikte çalışan uyumlu bir ikili olarak çıkmaktadır. Oysa burada birbirlerine ters düşmüş ve durum Brahmanların zaferiyle sonuçlanmıştır. Bunda Vedik dönemden sonra gelen Brahmana döneminin etkisi büyüktür. Din adamlarının hakim olduğu bu dönem, kendinden sonra gelen dönemleri de etkisi altına almıştır. Efsanelerin geçtiği Epik dönemde bu dönemlerdendir. Toplumun sınıflara bölünmesi ilk olarak Rgveda’da (X, 90;12)karşımıza çıkar. Ancak buradaki bölünme mesleki sınıflamalar şeklindedir. Zamanla bu sistem değişmiştir.
Efsanelerdeki diğer bir ortak nokta da mucize konusudur. Kral Nimi’nin bedeninin çalkalanması sonucunda Mithila Krallarının soyu ortaya çıkmıştır. Bu Hintlilerin ünlü destanlarından biri olan Ramayana destanının kahramanı Rama’nın eşi Sita’nın babasının soyudur. Aynı şekilde Vena’nın oyluklarının ovulmasıyla da Nishida soyu ortaya çıkmıştır. Bu soyun krallarından Guha, üvey annesinin entrikası sonucunda sürgüne giden Rama’yı bir müddet krallığında misafir etmiştir. Hatta Rama kendisini, geri dönmesi için ikna etmeye çalışan erkek kardeşi Bharata ile Guha’nın krallığında buluşmuştur.
Vena efsanesinde azizlerin sayesinde kral Vena’nın Prithu adında, tanrısal güçlere sahip bir oğlu daha olmuştur. Bu çocuğun doğumuyla gökyüzünden Acagava yayı inmiştir. Bu yay, Mahadeva (Şiva) yani Büyük Tanrı’ya aittir. Aynı zamanda Prithu’nun sağ elinde Vishõu’nun diskinin izi vardır. Epik dönemin, tanrı Brahma’yla birlikte tanrı üçlemesini oluşturan Vishnu ve Şiva, bir çocuğun bedeninde buluşmuştur. Bunun altında da yine din adamları vardır. Çünkü Vena azizler tarafından katledilmiş kötü bir kraldır ve din adamları halkın gözünde güçlerini artırmak için tanrısal güçlere sahip bir çocuk meydana getirmişlerdir. Bu da bize gösteriyor ki Brahmanlar istediklerini rahatlıkla yapabilen güce sahip bir topluluktur.
Vishõu inanırlarının kitabı olan Vishõu Puràõa, Vishõu’yu öven efsanelerin ve öykülerin yanı sıra soy kütüklerinden, insan ırkının ilk ataları olan Manulardan, Hinduların kutsal kitapları Vedalardan, toplumu sınıflara bölen kast sisteminden, evlilik, doğum ve ölüm gibi törenlerden de bahseder. Epik dönem içinde yer alan Puràõalar, o döneme ait sosyal ve kültürel yaşam hakkında bilgiler içermesi bakımında da oldukça yararlı kaynaklardır.
Yaratılış Efsaneleri-Orta Asya
Orta Asya'da yaşayan Türk toplulukları arasında dünya ve insanın yaratılışı hakkında birçok efsane saptanmıştır. Bu efsaneler yakın çağlarda derlendikleri için İslamlık, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi dinlerden etkiler taşımaktadırlar. Ancak bunlar genel yapısıyla erken dönem Türk mitolojisinin izlerinin görüldüğü önemli ürünlerdir.
Aşağıda, Altay Türkleri'ne ait iki yaratılış efsanesi verilmiştir. Bu iki efsane temel olarak birbirlerine benzerler; ama ayrıldıkları noktalar da vardır; aralarındaki farkları, okuyunca anlayacaksınız. İlk efsane W. Radloff tarafından saptanmıştır; ikinci efsane ise V. Verbitskiy tarafından saptanmış olup ilk efsaneden daha değişik bir söyleyişe sahiptir. İki efsanede de tek bir yaratıcı Tanrı vardır. Birinci efsanede Tanrı; Kayra Kan, Kuday ve Kurbustan adlarını taşırken, ikinci efsanede Ülgen, Bay-Ülgen adlarına sahiptir. İki efsane de dış etki (Çin ve İran) taşırlar.
Bu yaratılış efsanelerinde İran mitolojisinin ile Mani dininin etkisinin olduğu görülmektedir. İkili düşünce ilkesi (dualizm) İran mitolojisinin en önemli özelliğidir. İran mitolojisinde Hürmüz, iyilik ilahıdır ve gökte oturur; Ehrimen ise yeraltında karanlıkların ilahıdır. Aynı durum Altay Türkleri'nin yaratılış destanlarında da vardır. Altay yaratılış destanlarında da Tanrı Kuday gökte oturur, Şeytan Erlik ise yer altında. Ama Erlik, Tanrı değildir; yalnızca güçlü bir körmös'tür (şeytan). Türk Tanrı düşüncesi, İran mitolojisindeki ikili ilah sistemini tek ilahlı sisteme çevirmiştir.
İran mitolojisinde Hürmüz, birçok yaratık yaratır ve Ehrimen de bunların bir bölümünü kendisine vermesini ister; ama olumsuz yanıt alır. Aynı durum Altay yaratılış efsanesinde de söz konusudur. Tanrı Kuday (Ülgen) da birçok yaratık yaratır ve Erlik bunların bir kısmını kendine ister ama Tanrı bunu reddeder.
Altay yaratılış destanlarında, herşeye gücü yeten ve günümüzdeki Tanrı inancının aynısı olan bir inanış yoktur. Altay yaratılış destanlarında Tanrı'ya yaratma eyleminde kimi varlıklar yardım eder (mesela Ak Ene ve Kişi yani Erlik). Bu yüzden bu efsanelerde her şeye kaadir bir Tanrı imajı yerine, yaratma eyleminde çeşitli varlık ve nesnelere başvuran bir ilah portresi çizilmiştir.
Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış efsanesinde (aşağıdaki ikinci efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine yer verilmiştir. Bu efsaneye göre dünyanın altındaki üç balığın, dünyanın dengesini sağlamada rolü vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın dengede durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint mitolojisinde de vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun insanın yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin simgesi olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda büyük bir balık bulunduğunu ve balığın üzerinde boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa olduğunu ileri sürerlerdi.
Altay yaratılış efsanelerinin bazı kahramanları yabancı adlar taşırlar; mesela Mangdaşire, Şal-Yime, May-Tere vb. Bu efsanelerin bazı motifleri de Eski Türk kültüründe bulunmamaktadır. Mesela Tanrı'nın gökte oturması, yaratma eyleminde nesne ve kişilere başvurması, Ak-Ana, Tanrı'nın insanlarla doğrudan konuşması ...gibi. Altay yaratılış efsanelerinde, Türk destanlarındaki güçlü yapı ve görkem de yoktur. Ergenekon Destanı ile karşılaştırılmaları bile bunu kolayca gözler önüne serer.
Aşağıda iki yaratılış efsanesi de yer almaktadır.
Yeriding Pütkeni (Yerin Yaratılışı)
Herşeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı.
Tanrı bir şey düşünmüyordu. Kişi, yel çıkarıp suyu dalgalandırdı; Tanrı'nın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. "Bana yardım et!" diye bağırıp Tanrı'dan yardım istedi.
Tanrı "Yukarı çık!" dedi, o da sudan çıkıverdi. Sonra Tanrı, "Sağlam bir taş olsun!" dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi, taşın üzerine oturdular. Tanrı, Kişi'ye "Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar!" diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı'ya götürdü.
Tanrı, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken "Yer olsun !" diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine Kişi'ye "Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar !" diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir avucundakini Tanrı'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Tanrı'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Tanrı'ya uzattı. Tanrı, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. O'nun suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı'yı buluyordu. O'ndan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı: "Tanrı! Gerçek Tanrı! Bana yardım et".
Tanrı, Kişi'ye "Ağzındaki toprağı ne için sakladın" dedi. Kişi, "Kendime yer yaratmak için saklamıştım" diye yanıt verdi. Tanrı da, "Öyleyse at ağzından ve kurtul" dedi. Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Tanrı, "Artık sen günahlı oldun" dedi, "Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun".
Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. "Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun!" dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Tanrı, "Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!" dedi.
Erlik, bunlar olurken büyük bir gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü. Tanrı'ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, "Ben bir kaganım, sen de kendince bir kagansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim ulusumdur!" dedi. Erlik, Tanrı'dan bu ulusu kendisine vermesini istedi. Tanrı, "Olmaz!" diye karşıladı; "Sen git kendi işine bak!".
Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler: "Tanrı bize şu yandaki dört dalın yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın yemişi de bizim aşımız oldu"
Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Törüngey denilen erkeğe yaklaştı. Ona "Tanrı size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin; göreceksiniz" dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi; ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik, Törüngey ile Eje'ye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Törüngey, Tanrı'nın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Törüngey ile Eje'nin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın ardına saklandılar.
Derken Tanrı geldi. Bütün ulus, kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı, "Törüngey! Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz" diye haykırdı. Törüngey ile Eje "Ağaçların arkasındayız" dediler, "Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz". Sonra, olanları bir bir anlattılar. Tanrı, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. "Şimdi sen de Körmös'ten (Şeytan'dan) bir parça oldun" diyerek yılana verdi ilk cezayı. "İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip öldürsünler!" dedi. Eje'ye döndü, "Sen, Körmös'ün sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın". Törüngey'e de şöyle diyerek cezasını verdi: "Körmös'ün aşını yedin. Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek."
Tanrı, Erlik'e de kızdı. "Benim adamlarımı niçin aldattın ?" diye sordu öfkeyle. Erlik "Ben istedim, sen vermedin" dedi, "Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım". Tanrı da, "Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum" diyerek Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden şöyle dedi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok. Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size May-Tere'yi göndereceğim".
May-Tere, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da May-Tere yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, May-Tere'ye yalvardı: "Ey Gök Oğul, bana yardım et. Tanrı'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana". May-Tere, Erlik'in dileğini Tanrı'ya iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı. Sonunda Tanrı, Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin!" Erlik, söz verdi. Tanrı'nın katına çıktı. Baş eğdi. "Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım" diye yalvardı. Tanrı, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Tanrı'nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü: "Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde keyfedip duruyor." Mangdaşire, bu üzüntü içinde Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire'yi kaçırdı. Mangdaşire, Tanrı'nın katına çıktı. Tanrı, "Nereden geliyorsun?" dedi. Mangdaşire, "Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye yanıt verdi. Tanrı, üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka kimsenin gücü yetmez" dedi, "Erlik'in gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in gücünden üstün olacak". Mangdaşire'nin yüreği serinledi, rahat rahat uyudu.
Gün geldi, Mangdaşire güçleneceğini anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire'yi yanına çağırdı. "Var git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin" dedi, "Sana, kendi gücümden güç verdim". Mangdaşire şaşırdı: "Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?". Tanrı, Mangdaşire'ye bir kargı verdi. Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik'in göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.
<>Erlik, varıp Tanrı'dan kendine yeni bir yer istedi. "Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin; barınacak yerim kalmadı" dedi. Tanrı, Erlik'i yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. "Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim" dedi. Bunun üzerine Erlik, "Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver; gövdeleri senin olsun, canları benim" dedi. Tanrı, "Yo, onları sana vermeyeceğim" dedi, "İstiyorsan kendin yarat". Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Bir vurdu, kurbağa çıktı. Bir vurdu, yılan çıktı. Bir vurdu, ayı çıktı. Bir vurdu, domuz çıktı. Bir vurdu, Albıs (kötü ruh) çıktı. Bir vurdu, Şulmus (kötü ruh) çıktı. Sonunda Tanrı, Erlik'in elinden çekici, örsü, körüğü aldı; ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Tanrı, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmez, tüyü yelek olmaz Kurday denilen kuştur. Tanrı, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu; adına Yalban kuşu dediler.
Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara "Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim" dedi.
Yardımcı ruhlarına döndü: "Şal-Yime; sen, rakı içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim için, bir de kaganları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir.
İnsanlar ! Size yardım ettim. Kötü ruhları (körmösler) sizden uzaklaştırdım. Körmösler size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin; yerseniz, onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz korumam altında olcakasınız. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar; size yardımcı olacaklar.
Yapkara! Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse, Mangdaşire'ye söyle; o güçlüdür.
Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs, Şulbus yeraltındaki karanlıklar ülkesinden çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen May-Tere'ye bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar.
Podo-Sünku, Ay'ı ve Güneş'i bekleyecek. Mangdaşire, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak.
Mangdaşire, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap) vurmayı, hayvan beslemeyi öğret".
Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire, Tanrı'nın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Mangdaşire kendi kendine mırıldandı: "Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek". Bir yel geldi, Mangdaşire'yi uçurup götürdü. Bunun üzerine Yapkara insanlara "Mangdaşire'yi Tanrı yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Tanrı'nın yargısı budur" dedi.
İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.
İkinci Yaratılış Destanı
Gök yoktu, yer yoktu. Yalnızca, sonu olmayan bir deniz vardı. Tanrı Ülgen (Aakay, Kurbustan), bu denizin üzerinde uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu, bulamıyordu. Böyle uçarken gönlüne doğdu. Bir ses "Önündeki nesneyi yakala" diye fısıldadı. Ülgen, bu fısıltıyı yineledi. Ellerini öne doğru uzattı. O sırada su yüzüne bir taş çıkmıştı. Ülgen, taşı yakaladı, üzerine kondu. Taşın üstünde ne yapacağını düşündü. Uçsuz bucaksız suyun içinden Ak Ene (Ak Ana), süzülüp Ülgen'in karşısına çıktı ve "Yarat" dedi; üç kez yineledi. Ülgen "Nasıl?" diye sordu. Ak Ene "Yaptım oldu de, yaptım olmadı deme" dedi. Sonra, Ak Ene kayboldu. Bir daha da görünmedi. Ülgen, insanlara şu buyruğu verdi. "Var olana yok demeyin; vara yok diyen de yok olur!".
Ülgen, "Yer yaratılsın!" dedi; yer yaratıldı. "Gökler yaratılsın!" diye buyurdu; gökler yaratıldı. Böylece bütün dünyayı yarattı. Sonra, üç büyük balık yaratıp, yeri onların üzerine yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarına, üçüncüsünü ortasına temel yaptı. Ortada bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını eğerse, kuzeyden yayık (tufan) olur. Başını daha aşağı eğerse, yeryüzünde su basmadık bir avuç yer kalmaz. Onun için bu balık, büyük bir zincirle bir direğe bağlanmıştır. Onu, Mangda-Şire yönetir.
Ülgen, dünyayı yaratırken ay ve gün ışığının dokunduğu Altın Dağ'da oturdu. Bu dağ, gök ile yer arasında idi. Dünya'nın yaratılışı altı gün sürdü. Yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizin gün kalktı...
Bizim Ay ve Güneş'imizin dünyasından başka, doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer uçmag (cennet), birer tamu (cehennem) vardır. Herbirinde insanlar bulunur. En büyük dünya, Han Kurbustan Tengere'dir. Bay-Ülgen, bu âlemin yönetimini yardımcılarından olan Mangızın Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu dünyanın yerinin adı Altın Telegey'dir. Cehennemi, Mangız Toçiri Tamu'dur. Bu tamuyu, Matman Kara adlı bir zebani yönetir.
Doksan dokuz âlemin ortancası, Ezre Kurbustan Tengere'dir. Ezre Tengere'yi, Belgein Keratlu Türün Musıkay Burkan'a verilmiştir. Yerinin adı, Altın Şarka'dır. Cehennemi, Tüpken Kara Tamu'dur. Bu cehennemi Matman Karakçı yönetir.
Kişioğullarının bulunduğu bizim dünyamız, en küçük dünyadır. Adına, Kara Tengere Dünyası denilir. Bu dünyayı, May-Tere yönetir. Cehenneminin adı, Kara Teş'tir. Bu cehennemi, Kerey Han yönetir. Bizim dünyamızın üzerinde otuz üç kat gök vardır.
Bay-Ülgen, birgün denize bakarken, suyun üstünde bir toprak parçasının yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri, insan gövdesine benzeyen bir kil tabakası ile kaplıydı. Ülgen, "Bu cansız toprak, kişi olsun!" diye buyurdu. Toprak, kişi oldu. Ülgen, ona Erlik adını verdi; olduğu yere bıraktı. Erlik, giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de onu yanına aldı; kendisine küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik, Ülgen'i kıskandı. Ondan daha güçlü olmak istedi. Ülgen'e imrendi, "Ben de onun gibi olmalıyım" diye düşündü. Düşüne düşüne Ülgen'e düşman oldu. Ülgen bunun yerine, Mangdaşire'yi yarattı. Sonra da, bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri kamıştan, etleri topraktan oldu. Kulaklarına üfledi, can verdi. burunlarına üfledi, akıl verdi. En sonra da, yine bir kişi yarattı ve May-Tere adını verdi. Ona "Bu insanları sen yönet" diye buyurdu.
Yedi Uyuyanlar
On binlerce yıllık insan beşiği Anadolu'nun, Tarsus yöresinde Dakyanus adında oldukça uyanık, kurnaz, düzenbaz ve acımasız bir kral yaşarmış. Dakyanus, sarayında her an hazır beklettiği kahin, astrolog, ve büyücülerinin yardımıyla, küçüklü büyüklü, kurnazca hileler ve oyunlar oynayıp cahil ve korkak halkını korkutarak hükümdarlığını devam ettiriyormuş. Zamanla oynadığı bu oyunlara kendisi de inanarak gerçekten de bir tanrı olduğunu düşünmeye başlamış. Dakyanus, sarayının dört bir tarafına putlar diktirmiş ve halkının onlara tapmasını, tanrıların onları koruması için de putların önünde hazırlanan sunaklara gelirlerinin en az üçte ikisini bırakmalarını emretmiş. Aksi takdirde tanrıların insanlara çok kızacaklarını ve onların gazaplarını da hiç kimsenin durduramayacağını söyleyip korkutmuş onları. Zavallı cahil halk da bu söylenenlere inanıp tüm kazançlarını hazırlanan sunaklara bırakıp tanrıların kendilerine kızmasını önlemek için sadakat yarışına girmiş. Bütün bu olan biten sonucunda her gün daha da zenginleşen Dakyanus gücüne güç katmaya devam etmiş. Zalim kral Dakyanus'un Mernuş, Sezenuş, Debernuş, Yemliha, Makselmine ve Meslina isimli altı yardımcısı varmış. Dakyanus onlara çok güvenir, her konuda akıl danışıp bütün sırlarını da anlatırmış yardımcılarına. Zamanla bu altı yardımcısı da Dakyanus'un göz kamaştıran zenginliğinden ve gücünden etkilenerek halka söyledikleri yalanlara inanıp onun bir tanrı olduğuna inanmaya başlamışlar.
Günlerden birgün Tarsus büyük bir düşman saldırısına uğramış. Görkemli Tarsus şehri tamamen istila edilip, yağmalanmış. Kurnaz Dakyanus durumun vahametini görünce hiç düşünmeden istilacı düşmanlarıyla anlaşma yoluna giderek hem canını hem de krallığını kurtarmış. Kurnaz kral halkına ve insanlarına bu durumu anlatırken de işin içinden kendisini sıyırmaya çalışmış. Onlara şöyle demiş Zalim ve Kurnaz Dakyanus; “Bakın bu şeytan güçleri karşısında hangi insan durabilirdi. Elbette ki hiç kimse. Ama krallığımızın büyük ve ulu tanrılarının gücüyle hepimiz canımızı kurtardık. Bu büyük ve belalı sınavdan sonra hâlâ tanrılarımızın gücüne inanmayan var mı aranızda?” Yoksul ve cahil halk yaşadıkları dehşetten sonra canlarını kurtarmış olmanın rahatlığıyla hak vermiş kurnaz kralın söylediklerine. Ancak kralın en güvendiği altı danışmanından biri olan Yemliha, kralın söylediklerine hiç inanmış. Ve arkadaşlarıyla bir toplantı yapmışlar kendi aralarında. Cesur ve akıllı Yemliha şöyle demiş arkadaşlarına; “Şu kralın dediklerine hanginiz inandınız? Güzel ülkemiz saldırgan düşmanlar tarafından yağmalanırken, insanlarımız öldürülürken neredeydi şu büyük ve güçlü tanrılar? Onlar kendilerini bile korumaktan aciz taş parçaları. Bu gerçeği görmediniz mi artık? Bu şarlatanlığa bir son vermenin zamanı gelmedi mi sizce? Çevrenize bakın bir... Güneşi kim doğuruyor hergün? Bizi ısıtan ve üşüten güç kimdir? Bu doğa kimin eseridir? Bunları küçük bir düşman saldırısından bile kendini korumaktan aciz Dakyanus ve heykelleri mi yaptı? Hayır! Bu bana hiç de inandırıcı gelmiyor. Gelin bir olup bu şarlatanın maskesini düşürelim artık.”
Diğer arkadaşları cesur ve akıllı Yemliha'nın bu sözlerine hak vermişler ve kralın maskesini düşürmek için hep beraber çalışmaya karar vermişler. Ancak zalim ve kurnaz Dakyanus'un her yerde, herkesi dinleyen ajanlarından biri de o gün danışmanların toplantısını dinliyormuş gizlice. Bütün duyduklarını hemen krala aktarmış tabii ki. Dakyanus hemen altı danışmanını da huzuruna çağırtmış. Onlara olan bitenden haberdar olduğunu söylemiş. Ancak en güvendiği ve bütün sırlarını paylaştığı bu altı adamı bir anda yok etmeyi de göze alamamış. Bu yüzden onlara iyice düşünüp kendisine tekrar sadakatle hizmet etmeleri için zaman tanıyacağını söylemiş. Danışmanlar kralın huzurundan ayrıldıktan sonra akıllı Yemliha arkadaşlarına şöyle demiş; “Arkadaşlar, hepimiz Dakyanus'u iyi tanıyoruz. Bu saatten sonra o bizi yaşatmaz. Şimdi kendisine güvenemediği için bize bir şey yapmıyor ama uygun zamanı yakaladığında hepimizi ortadan kaldıracağına hiç şüphe yok. En iyisi biz bir an önce Tarsus'u terk edip başka bir yere gidelim. Orada gücümüzü birleştirip iyice güçlendikten sonra yeniden buraya geliriz. Diğer arkadaşları da Yemliha'ya hak vermişler. Yanlarına yol için gerekli malzemeyi aldıktan sonra hep birlikte gizlice yola çıkmışlar. Tarsus'tan iyice uzaklaşan altı arkadaş yolda sürüsünü otlatan bir çobana rastlamışlar. Çoban gördüğü bu altı yabancıya büyük bir konukseverlik göstermiş ve onları çok güzel bir şekilde ağırlamış. Çobanın iyi niyetinden etkilenen altı arkadaş başlarından geçenleri çobana da anlatmışlar.
Bütün olup biteni dinleyen çoban misafirlerine içten bir gülümsemeyle karşılık vermiş ve demiş ki; “Arkadaşlar hiç şüphe yok ki siz en doğru olanı yaptınız. Güneşe bir bakın hele. Nasıl da yavaş yavaş gösteriyor yüzünü dağların ardından. Sıcaklığı ve aydınlığı nasıl da sarıyor şu dünyamızı. Şu tarladaki günebakanlara bir bakın hele. Güneşle birlikte nasıl da başlarını gökyüzüne çeviriyorlar. Akşamın karanlığında da tekrar önlerine eğiyorlar. Bu nasıl bir mucizedir. Bütün bunları yapan bir güç mutlaka var. Bu güç ne Dakyanus olabilir ne de onun taştan yapılmış putları...” Çobanın bu sözleri altı arkadaşı verdikleri karar konusunda daha da cesaretlendirmiş. Çoban da onlara katılmaya karar vermiş. Yanlarına çobanın Kıtmir adlı köpeğine de alıp tekrar yola düşmüşler. Bütün gün hiç durmadan yürümüşler. Akşam olup karanlık bastığında dağlarda rastladıkları ve saklanmaya müsait Yencelüs isimli mağaraya girmişler. Hâlâ yaşadıkları ve sığınacak bir yer bulabildikleri için şükredip uyumaya çekilmişler. İlk uyanan akıllı Yemliha olmuş. Arkadaşları da sırayla derin uykularından uyanmışlar. Şaşkınlık içerisinde birbirlerinin yüzlerine bakıyorlarmış. Hepsinin saçı sakalı iyice uzamış, birbirine dolanmış haldeymiş. “biz ne kadar uyuduk ki” diye sormuş içlerinden biri. Bir diğeri “bana sanki bir gün ya da daha az gibi geldi” diye cevap vermiş. Durumlarına çok şaşırmışlar ama bir anlam da verememişler. Karınlarının iyice acıktığını hissettikleri için Yemliha'nın gizlice şehre gitmesine ve yiyecek bir şeyler almasına karar vermişler.
Yemliha bu haliyle kendisini kimsenin tanıyamayacağını düşünerek şehre doğru yola koyulmuş. Şehre vardığında gözlerine inanamamış. Her şey baştan sona değişmiş durumdaymış. İnsanlar, evler, caddeler, herşey. Hiç biri kendilerinin bıraktığı gibi değilmiş. “Bir gecede bu kadar büyük bir değişiklik nasıl olur diye şaşırmış” Yemliha. Gördüğü ilk fırının önünde durup içeri girmiş. Cebinden çıkardığı Dakyanus altınını fırıncıya uzatıp ekmek istemiş. Yemliha'nın elindeki Dakyanus altınını gören fırıncı hemen koluna yapışmış Yemliha'nın. “Sen bu altını nereden buldun” Çabuk söyle. Yoksa hısızlık mı yaptın, gömü mü buldun” Diye arka arkaya sorular sormaya başlamış. Yemliha ne olduğunu anlamaya çalışırken fırındaki diğer müşteriler de işe karışmış ve hep birlikte şehrin mahkemesinin yolunu tutmuşlar. Mahkemedeki yargıç fırıncının elindeki altına bakıp Yemliha'ya “Bu 309 yıl önce yaşamış kral Dakyanus'un parası. Bu altını nereden buldun” diye sormuş. Yemliha yargıcın sorusu üzerine mağarada tam 309 yıl uyuduklarının farkına varmış. Bunu yargıca söylese inanmayacağını düşünmüş mağaradaki arkadaşları da aklına gelince doğruyu söylemenin kendisi ve arkadaşları için hiç de iyi olmayacağına karar vermiş. Ve yargıca “Evimden” diye cevap vermiş. “Yargıç evin nerede” diye sorunca da, arkadaşları geceyi geçirdikleri mağaranın ismini söylemiş. Yargıç askerleri çağırmış hemen ve demiş ki” Bu adamı alın ve söylediği yere gidin. Eğere söyledikleri doğruysa sorun yok. Yok eğer yalan söylüyorsa hemen buraya getirin de cezasını verelim”
Yargıcın bu kararından sonra askerler Yemliha'yı yanlarına alıp mağaraya doğru yola çıkmışlar. Mağaranın önüne geldiklerinde Yemliha askerlere şöyle demiş; “Siz burada bekleyin. İçerideki arkadaşların aniden karşılarında sizi görürlerse korkup çıkmayabilirler. Ben gidip onları alıp geleyim”Askerler mağaranın önünde beklerken Yemliha da mağaraya girmiş. Arkadaşlarını mağaranın derinliklerinde kendisini beklerken bulmuş. Onlara başından geçenleri bütün ayrıntısıyla anlatmış ve demiş ki; “Arkadaşlar şimdi mağaranın girişinde askerler bizi bekliyor. Kararı siz verin artık, çıkalım mı yoksa burada mı kalalım”İçlerinden birisi söz almış ve şöyle demiş; “Bu saatten sonra insanların içine karışmak hiç de hayrımıza değil. Sevdiklerimizden hiç biri hayatta değildir şimdi. Bir de yeni yaşamın nasıl bir şey olduğu hakkında hiç birimizin fikri yok. Madem bizi yaratan, bizi burada tam 309 yıl uyutmuş bence bizim için en hayırlısı buradan hiç çıkmamaktır. Sen hepimiz adına dua et de yüce yaratıcı bizi burada 309 yıl sakladığı gibi sır etsin” diğerleri de bu görüşe katılmışlar. Yemliha arkadaşlarının ortak kararı ile yüce Yaradana dua edip kendilerini sır etmesini istemiş. Hepsi de duanın ardından içtenlikle amin demişler...Dışarıda bekleyen askerler içerinden uzun süre hiç ses gelmeyince meraklanıp mağaraya girmişler. Büyük mağarayı iyice aramışlar ama kimseyi görememişler. Sadece mağaranın dibinde birbirine sokulmuş yedi kuş yavrusunu görmüşler. Büyük bir korkuya ve paniğe kapılıp hemen geri dönmüşler ve bütün olup biteni komutanlarına anlatmışlar. Çok geçmeden bu ilginç olayı bütün yöre halkı duymuş ve akın akın bu mağarayı görmeye gelmişler. Ve bu hikayede dilden dile dolaşarak “Eshabı-ı Kehf” yani Yedi Uyurlar olarak günümüze kadar gelmiş.
Prefabik satışı ekibimiz ile bloğunuzu yakından takip ediyoruz. Paylaşımlarınız için teşekkür ederiz ve bloğunuzdaki çalışmalarınızda başarılar dileriz.
YanıtlaSilteşekkür ederim
YanıtlaSil