24 Ocak 2012 Salı

Ezoterik İnisiyasyon Nedir?



Ezoterik İnisiyasyonun Anlamı ve İlkelerde Erginlenme Törenleri

Ezoterik İnisiyasyon (Erginlenme, Tekris);"dışarıdaki", "yabancı", "harici", "bigâne" kişinin "içeri" alınması, "mahrem" kılınması, ezoterik topluluğun "üyesi" durumuna getirilmesi, ezoterik bilginin ışığına kavuşmasıdır.

Ezoterik İnisiyasyon; bireyde, varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişi ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir. Burada amaç, bir takım simgesel eylemler ve fiziksel edimler aracılığıyla, bireye yeni bir yaşama "doğmak" üzere "öldüğü" duygusunu aşılamaktır. Bu nedenle, kimi ezoterik örgütlerde inisiyasyona, İkinci Doğuş da denilmektedir.

İnisiyasyon yoluyla, kişi daha "yetkin" bir tinsel duruma girmekte, "üstün" bir evrene ulaşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, inisiyasyon, en derin anlamıyla, bir çeşit "tanrılaştırma' dır. Temel işlevi, kişinin, dış yaşamındaki her türlü koşullu durumunun ötesine geçmesidir. Böylesi bir "tanrılaştırma" eylemi, evrenin özündeki "büyük varlığın" bireyde belirmesi olgusunu varsayar. Bu varsayım temelini Panteist düşüncede bulmaktadır.

Evren ile Tanrı'yı bir ve aynı şey sayan öğretilerin ve inanç sistemlerinin genel adı Panteizm'dir. Kamutanrıcılık da denilen Panteizm'in temel ilkesine göre, evrende bulunan her şey tek bir Varlık'tan oluşmuştur. Gerçekte varolan bu tek Varlık'tır ve tüm nesne ve canlılar onun çeşitli görünümleridir. Eski gizemci ve ezoterik toplulukların çoğunda Panteist ilkeler benimsenmiştir. Felsefe olarak Stoacılık ve Neoplatonizm'de panteist anlayışlar vardır. Kabalacılık tümüyle panteisttir. Vahdet-i vücut anlayışı ile Tasavvuf 'ta da panteist olgu benimsenmiştir.

Birey, inisiyasyon yoluyla, kendinde zaten varolan bir özü canlandırmaktadır. Bu bir "iç" gerçekleşmedir. Bu nedenle, ezoterik inisiyasyon uygulanan kişinin, belirli bir takım özellik ve eğilimlere baştan sahip olması gereklidir.

İnisiyasyon'nın Batı dillerindeki karşılığı olan "initiation" sözcüğü, Latincedeki "initium" sözcüğünden türemiştir. "Initié" ise aslında "yola koyulmuş, başlamış" demektir. Ezoterizm'de en önemli kavram "İnisiyasyon"dır.

Ezoterizm (Batıniyye, İçreklik), bilgilerin ve görgülerin kapalı bir topluluk içinde ve aşamalı olarak verildiği çalışma ve öğreti sistemidir. Asıl gerçeklerin anlayabilecek yetenek ve bilgide olan kişilere aktarılabileceği görüşü ezoterik sistemin özüdür.


Sistemin üç önemli özelliği vardır:

1. Öğretiyi alacak olanların özenle seçilmelerinden sonra, inisiyasyon yöntemi ile topluluğa kabul edilerek, yine aynı yöntemle ilerlemeleri.
2. Öğretilerin bir dereceler silsilesi içinde verilmesinin yanısıra hiyerarşik yapı gözeten bir örgütlenmenin bulunması.
3. Öğretilerin kapsamında simge, allegori ve özdeyişlerin kullanılması.

Ezoterik yaklaşımın özü; bireyin kendi kendini aydınlatamaması olgusuna bağlıdır. Genelde, ezoterik öğreti uygulamasına karşın; bazen, Mistisizm (Tasavvuf, Gizemcilik) kavramı ile ezoterizm kavramı bu noktada ayrılırlar. Mistik kişi (mutasavvıf, gizemci) çoğu zaman elini eteğini dünyadan çekmiş bir "münzevi"dir, düzen ve denetim dışıdır, hatta disiplinsizdir. Gerçeğe bir anda "sezgi" yoluyla varabilir. Oysa, ezoterizm'de, kişi ancak "inisiyasyon"a dayalı (initiatique) bir örgüt tarafından ışığa kavuşturulabilir. Ezoterik örgüt kişiye, öncelikle ruhsal bir etki aşılar, sonra bu etkinin üzerine bir "öğreti" kurmaya çalışır; bunu yaparken de belirli bir hiyerarşik yapıyı ve disiplini izler. Mistisizm'in bazen salt bireysel düzeyde kalabilmesine karşın, ezoterizm daima örgütsel bir yapıdadır.

Mistisizm (Tasavvuf, Gizemcilik), duygu ve sezgiye dayalı bir inanç yolu olarak, us ile deney alanı dışında, duygu ve sezgilerle gerçeğe ulaşma anlayışıdır. Tanrıbilimsel açıdan, kişinin kendi içine kapanarak, Tanrı'yı kendinde araması biçiminde de tanımlanır. Mistisizmin son aşaması, Tanrı'nın varlığında eriyerek, kişiliğin yokedilmesidir.

İnisiye olan kişi üzerinde oluşturulan ruhsal etki, esas olarak, İnisiyasyon töreninin "haricilere aktarılamaz" olan temel niteliğidir. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden söz ederken, "öğrenmek yerine hissetmek" diyordu. İnisiyasyon sırasında da, aktarılan bir öğreti yoktur, yaşanan yoğun duygular vardır. Ama, bu duygular, ilerde öğretinin serpileceği uygun toprağı yaratmaktadır.

Öyleyse "inisiyasyon"nın gizemi, "dile getirilemez, sözcüklerle anlatılamaz" bir gizemdir; ancak ritüeller aracılığı ile yaşanır, çilesi çekilir, hissedilir. Gerçekten, tüm ritüelleri en ufak ayrıntısına kadar hariciler tarafından bilinse bile, ezoterik örgütlerin gizemleri tam olarak çözülemez ve çözülemeyecektir. Zira bu gizemler ancak kişisel olarak yaşandığı zaman duyumsanabilir. Tüm ezoterik örgütlerde bulunan ve üstünkörü incelendiğinde anlamsız görünen ritüellerin, aslında, ister korkutucu, ister yadırgatıcı olsun, inisiye olan kişiler üzerinde bir tür psikanalitik tedavi etkisini andıran tinsel yankılanmaları vardır.

Bu durumda, inisiyasyon yoluyla, birey kendi kendini "gerçekleştirmekte", yetkinleşme sürecine ilk adımı atmakta, kendi özünde saklı olanları kuramsaldan eylemsele yöneltmektedir. Üstelik bu durum bir kez kazanılınca, bir daha yitirilmeyen bir niteliktir. İnisiyasyon olgusu artık sürekli bir "durum"dur. İnisiye olmak bir daha geri alınamaz bir özelliktir.

Sonuç olarak; ezoterik inisiyasyon:

* Kişinin önceden belirlenen eğilimleri ve özellikleri üzerine yapılandırılan,
* Belirli bir ruhsal etki yaratarak, kişinin bilinçaltına yönelen,
* Bireyin kendisinin tamamlaması gereken bir "saklı özün gerçekleştirilmesi" çabasından oluşan üçlü bir süreçtir.
*

İnisiyasyon Törenlerinin Nitelik ve Amaçları

Ezoterik örgütlerde, İnisiyasyon Törenleri, bireyin benliğini etkilemeyi amaçlayan, ve hem fizik, hem de tinsel birer "sınav" niteliği taşıyan deneyimlerdir. Aslında, inisiyasyon, ezoterik örgüt üyelerinin, haricilere açmamak konusunda yemin ettikleri bir "gizem" dir.

Törenin, katılanların kişiliğine bağlı olmayan, kendiliğinden bir etkenliği vardır. Bu etkenlik törenin kendi özünden kaynaklanmakta olup, töreni yöneten ve düzenleyenlerin, ayrıca diğer katılıcıların kişiliğinden bağımsızdır. Töreni yöneten önemli değildir, önemli olan törenin işlevidir. Buradaki yaklaşım, dinsel yaklaşımla paraleldir; örneğin, namazın değerinin, imamın kişiliğinden bağımsız olması gibi.

Diğer taraftan, etkin sonuçlara ulaşabilmek için, törenin ritüeline, en ufak ayrıntısına kadar uyulması gerekmektedir. Ancak, yine de, eğilimleri açısından yatkın olmayan kişilere uygulanan inisiyasyon'nun etkisiz kalması olasıdır. Bu noktada, dinsel yaklaşımdan ayrılınır; örneğin, hristiyanlarda, vaftiz töreni, eğilimine bakılmaksızın herkese uygulanır. Gizemci aradığı ışığa, bilgiye bir anda sezgiyle ulaşabilir. Buna karşılık, inisiye olmuş kişi, bilgiyi ancak, zamanla ve bir takım aşamalardan sırasıyla geçerek elde eder. Bu nedenle, inisiyasyon yolu, uzun, çileli, aktif katılım gerektiren bir yoldur. Bunun sonucu olarak, inisiyasyonu temel alan tüm ezoterik örgütlerde, hiyerarşik bir yapı oluşmuştur. İnisiyasyonun çeşitli aşamaları, üyelerin ulaştığı varsayılan çeşitli yetkinlik düzeyleri, bir takım "derece" lerle, "rütbe" lerle belirlenmiştir.

Hiyerarşinin gereği olarak, her ezoterik örgütlenmede, üyelerin seçilmesine, törelerin gözetilmesine, geleneklerin sürdürülmesine egemen olan, çoğunlukla oldukça karmaşık ve ayrıntılı bir organizasyon bulunur. Aynı şekilde, ritüellerin izlenmesinde de, yine hiyerarşik yapının gereği olarak, disipline sıkı sıkıya uyulur.


Ezoterik Düşüncenin Özü: İnisiyasyon

Ezoterizm (esotérisme) sözcüğü, eski Yunancada "içeri almak" anlamına gelen "eisotheo" sözcüğünden türetilmiştir. Bu terimin anlamı çok açıktır: içeri almak demek, bir kapı açmak, dışardaki insanlara içeri girme fırsatını vermek demektir. Simgesel olarak bu, saklı bir gerçeği, gizli bir anlamı açıklamaktır. Bütün bunlar, ezoterizm sözcüğünün, bir "kapalı" öğreti ifade ettiğini ortaya koyar. Dışarıdan ve kalabalıktan soyutlanmış bir topluluğa, belirli bilgilerin aktarılması söz konusudur.

Bu durumda, ezoterik düşünce temelinde, bu kapsama giren tüm örgütlerin ortak noktalarını yakalamak olasıdır.

A)İnisiyasyon kendi kendine bilgiye ulaşmak değildir. İnisiyasyonu oluşturan çeşitli "gizler" belirli bir öğretinin dogmatik açıklamaları olmaktan çok, inisiye olan kişide bir diriliş, bir yeniden doğuşla taçlanan bir ölüm duygusu yaratmaya yönelik törenler, ritüeller ve teknikler dizisinden oluşmuştur.

Tüm uygulanan tören, ritüel, ayin, allegorik öykü ve efsanelerin simgesel özü, birbirine oldukça benzeyen bir ana tema etrafında şekillenir: tüm ezoterik örgütlerde, inisiyasyon süreci, "karanlıklar" (ölüm) içine yapılan bir girişle başlar. Bu aşama boyunca, inisiyasyonya aday kişi, kendisinde öldüğü duygusunu yaratmayı hedefleyen, bir takım korkutucu olaylar ve mekânlar içine sokulur, çeşitli "sınav" lara tutulur. Bu aşama, bir tür "cehenneme iniş" tir (Orpheus, Isis, Persephone, Tammuz gibi).

İniş ya da ölüm aşamasını izleyen aşama, genellikle tüm ezoterik inisiyasyon törenlerinde, belirli duygulanımlarla yüklü olmasına özen gösterilen, yine de bir takım simgesel sınavların uygulandığı, bir çıkış, yükseliş aşamasıdır. Bu noktada, genellikle, dar bir geçitten geçişle simgelenen, tipik bir doğum olgusu da yer alır. İnisiye olan kişinin gözleri daima bağlıdır, ve bu da, henüz karanlıktan kurtulamadığını vurgulamaktadır. Son aşamayı, göz bağlarının çözümü ve ani bir ışıklandırmayla (Aydınlanma, Nurlanma) ile başlayan, çeşitli güzellikte sahnelerle süslü, neredeyse kendinden geçişi andıran, bir doruklanma oluşturur.

Alabildiğince çeşitlendirilmiş, ama hemen tüm ezoterik örgütlerde birbirini andıran, simgelerle canlandırılan ve inisiyasyon töreninin iskeletini oluşturan, bu "iniş-yükseliş" ya da "ölüm-doğum" temasının aktarmak istediği öz nedir?

İnisiyasyon süreci, bir yandan, "evrendoğum" (kozmogoni) sürecinin aşamalarını, Kaos' un Işık tarafından düzenlenmesini simgesel olarak canlandırmakta, temsil etmektedir; diğer yandan, kişinin, Adem'in İlk Günahıyla yitirilen ayrıcalıklara fiktif bir şekilde yeniden kavuşması, Eksiksiz Bilgi'ye ermek için gerekli mistik koşulların içine yeniden doğmasıdır.

Evrendoğum (Kozmogoni), evrenin oluşumu, yaradılışı ile ilgili ilksel ve inançsal tasarımlardır. Genel olarak evrenin yoktan, hiçlikten, kaostan varedildiği inancı, yani Yaradılış kavramı evrendoğumu ifade eder.
Adem'in İlk Günahı, Tevrat'ın Tekvin bölümündeki Cennet'ten elma çalma öyküsüdür. İnsan soyunun bu nedenle her zaman günahkar olarak yaşayacağı dogmasının temellendiği ve Aziz Paul ve Aziz Augustinus tarafından oluşturulan bu dogma, İsa'nın bu yüzden cisimleşerek, günahkar insan soyunu bağışlatmak için kendini feda ettiğini ileri sürer. Bu ilk günah insan soyunun mutsuzluğunun nedeni sayılır.
Özetle, inisiyasyon;

Bir arınma' dır. İnsan böylece, eksiksiz, yetkin bir varlık olabilmek için, dış yaşamdan getirdiği tutku ve yanlışlarından sıyrılır.

Bir nurlanma' dır. İnsan böylece, yitirilmiş bilgi'ye erme, "Yitik Kelâm"ı yeniden bulma umuduna kavuşur.

Bir bütünlenme' dir. İnsan böylece, Günah'tan önceki ayrıcalıklı durumuna yeniden doğar ve evrenin özündeki "Büyük Varlık" la birleşir.

Yitik Kelâm, Yitirilmiş Bilgelik, insanoğlu'nun yaradılış sırasında sahip bulunduğu, ama sonradan yitirdiği, sonsuz özgürlük ve mutluluk veren eksiksiz bilgiyi simgeler. Tanrı bu bilgiyi insanlara vermiş, ancak haketmediklerini görünce geri almıştır. Bu "bilgi"ye yeniden ulaşabilmek için, haketmek yani çileli bir çaba göstermek şarttır. Bu nedenle, gelişigüzel her insan bu bilgiye ulaşamaz, sadece seçkin kişiler, belirli sınav ve aşamalardan geçerek bilgiyi elde edebilirler.

B) Ta başlangıçtan beri, insanoğlu, nereden gelip nereye gittiğini, varoluşunun amacını, ölümden sonraki yazgısını öğrenmek arzusuyla yanmış; buna koşut olarak da, bütün çağlar boyunca, bir takım ezoterik örgütler, evreni yöneten yasaları kavramış olduklarını, temel soruları çözen "Dile Getirilmez Giz" e ulaştıklarını ileri sürmüşlerdir. "Nereden Geliyoruz? Kimiz? Nereye Gidiyoruz?". İnsanoğlu, sınırsız kudrete ve Tanrıya ulaşmaya duyduğu susuzlukla, hep bu üç soruyu soragelmiştir kendine. Bu kesin ve eksiksiz bilgiye açlıktır. İster dini, ister felsefi, ister mistik ya da isterse Gizlici (Occult) olsun, tüm ezoterik örgütleri besleyen ana kaynak bu açlıktır.

Gizlicilik (Occultisme), evrenin gizli gerçeğine ancak doğaüstü ve büyüsel işlem ve yöntemlerle varılabileceği inancıdır. Teosofik inançlar ve Hermetik Bilimler (Astroloji, Simya, Teürji, Fal, Kehanet, Büyü ve Sihir gibi işlemler) bu kapsamdadır.


Ezoterizm ve Din

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, ezoterik örgütlerle dinlerin eski çağlarda hemen hemen tümüyle (örneğin Mısır'da Hermetizm, Yunan'da Eleusis, Dionysos Misterleri ve Orfizm, Yahudilerde Kabalacılık ve Essen'liler, Ortadoğu ve Akdeniz çevresinde Mithracılık, Manicilik, Hristiyanlık'ta Gnostikler, Katarlar, Şovalye Tarikatları, İslam'da Batıni Tarikatlar), yakın çağlara kadar da kısmen içiçe oluşup geliştiklerini görebiliriz. Bu gün bile, ezoterik örgütlerden bazısı belirli bir din çerçevesi içinde kendini sürdürme çabasındadır.

Yapısal açıdan değerlendirildiğinde, ezoterik örgütlerle dinler arasındaki benzeşim ve ayrımlar kolayca ortaya çıkar. Her iki kurumda da, inançlar ve/veya öğretiler, belirli ayin, tören, ritüeller aracılığıyla pekiştirilmekte; ve bunlar belirli bir hiyerarşinin gözetim ve denetiminde gerçekleştirilmektedir. Gene her iki kurum da, çeşitli simgeler, mitler, efsane ve allegorilerden geniş boyutlarda yararlanmakta; "olumlu bilimlere" ancak kendi ilkelerinin koyduğu sınırlar içinde göz yummaktadır.

Ayrımlara gelince, tek bir temel ayrım bulunur: Dinler, inançlarını yayma çabası içinde olduklarından, herkese açık kurumlardır. Diğer bir ifade ile, ekzoterik (exotérique)'dirler. Oysa, ezoterik kurumlar, ilkesel olarak, özel nitelikler ve eğilimler taşıyan kişilere açıktırlar.


İnisiyasyonun Kökeni: İlkel Topluluklarda "Erginlenme" Törenleri

Yapılan bilimsel araştırmalar, tüm ilkel topluluklarda, zaman ya da mekân farkı olmaksızın tümünde, bilimsel adı "Geçiş Ayinleri" (Rites de Passage) olan, bir tür inisiyasyon töreninin varlığını ortaya koymuştur.

Genel olarak, ilkel toplulukların sosyal yapılarında, dört temel gruba ayrılma ilkesi geçerlidir. Bunlar; çocuklar, gençler, yetişkinler ve evlileri de kapsayan yaşlılar (ya da eskiler) grupları olarak belirlenmektedir.
Bir toplumsal gruptan, bir diğerine yükselme her zaman bir "geçiş ayini" vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Bu tür ayinler, ilkel topluluğun tüm üyelerine açık (ekzoterik) törenlerdir. Kuşkusuz en önemli ve en yetkin geçiş ayini, yeni yetmenin yetişkinler topluluğuna katılması sırasında yapılır. Bu geçişe "erginlenme" adı verilir.

Erginlenme, tüm ilkel topluluklarda görülmüş, örneğin Fiji'liler ve Avustralya'lılar gibi en geri kültür aşamalarında bile yaygın olduğu saptanmıştır.

Erginlenme, düzenli olarak, üç aşamada gerçekleştirilmektedir; adayın toplumdan yalıtılması, bekletme ve eğitim, yeni duruma geçiş. Bu aşamaların tamamlanmasıyla kişi, artık yetişkinler arasına kabul edilmekte, hem varoluşsal rejiminde, hem de toplumsal konumunda kökten bir değişim olmaktadır.

Törenin amacı, bireyi bir önceki toplumsal statüsündeki kurallar ve davranışlar sisteminden tümüyle kurtarmaktır. Ama bu kurtuluş sırasında, adayın oynadığı rol bütünüyle edilgendir. Adaya, neredeyse kirli bir nesne gibi davranılmakta, arıtılması gereken bir eşya olarak bakılmaktadır.

Sonuçta, erginlenen kişi, eski toplumsal etkinliği ile ilgili nesne ve teknikleri artık tanımıyormuş, kullanamazmış durumuna zorla itilir. Tümüyle eski benliğini yitirmiş, eski yaşamından kopmuş olduğu varsayılır. Bu kopuş, bu yapay bellek yitimi yanlızca kuramsal düzeyde kalmamakta, çeşitli aşağılamalar, işkenceler, ağır sınavlar aracılığı ile somut şekilde yaşanmaktadır. Örneğin: Masai'lerde (Kenya) ayinle sünnet edilen erkekler, yaraları kapanıncaya kadar kadın giysileri ile dolaşmak ve küpe takmak zorundadırlar. Kimi topluluklarda, diş sökmek (Afrika), göğüs adalelerinden bağlanıp asılmak (K.Amerika), parmak kesmek (Okyanusya) gibi daha gaddarca uygulamalar da vardır.

Hemen tüm erginlenmelerde rastlanan bu zorlamalı bellek yitimi, anılardan arınma yoluyla, kişinin bilincinde bir tür bekaret sağlamakta, kişiyi artık geçersiz ve yetersiz duruma gelmiş eski bağlarından kurtarıp, kendi kendinden sıyırmaktadır.

Böylece, kültürün en ilkel düzeylerinden başlayarak, "erginlenme"nin, kişinin oluşumunda önemli bir rol oynadığını ve özellikle de gençlerin varoluşlarında esaslı bir sıçramayı ifade ettiğini görüyoruz.

En ilkel toplum insanı bile, kendini doğal durumuyla "eksik" görmekte, doğa tarafından yaratılmış, verilmiş haliyle "tamamlanmamış" olarak kabul etmektedir. Asıl anlamıyla insan olabilmesi için, bu ilk eksikli durumunda ölmesi, hem kültürel, hem tinsel ve hem de sosyal olarak daha üst bir yaşama doğması gerekmektedir.

Erginlenme eylemi, sonuçta, paradoksal ve doğa-üstü bir ölüm ve yeniden diriliş/ikinci doğuş deneyine indirgenebilir. Erginlenme insanın "başka" olmak istediğini, doğal düzeyinde kalmak istemediğini, ideal bir imgeye göre kendini yeniden yaratmaya çabaladığını gösterir. İlkel insan, insanlığın tinsel ülküsüne ulaşmaya böylece adım atmaktadır.

Tören, her ilkel toplulukta, adayın ailesinden uzaklaştırılması ile başlar. Uzakta, çayırın ortasında ya da ormanın içinde bir kulübede, bazen bir mağarada bekletilir aday. Daha bu ilk adımda ölüm simgesi vardır. Yanlızlık, orman, karanlıklar ölümü vurgular. Bazı ilkellerde bir kaplanın gelip adayı ormanın içlerine götüreceği inancı vardır. Banda kabilesinde adayın bir canavar tarafından yutulmuş olduğu varsayılır. Aslında kulübe ana rahmini simgelemektedir. Burada adayın ölümü ve cenin durumuna geri dönüşü söz konusudur. Genç adaylar sınavlarının bir kısmını burada vermekte, kabilenin sırlarını burada öğrenmektedirler. Bu aşamada ölüm simgeciliği alabildiğine abartılır. Bazı toplumlarda, adaylar yeni açılmış mezarlara gömülürler, ölü gibi hareketsiz kalırlar, ölüye benzemek için vücutlarına beyaz toz sürerler. Diş sökme, parmak kesme gibi işlemlerin yanı sıra sünnet, dövme yapma, deride iz açma bu aşamada uygulanır.

Ölüm simgeciliği, her zaman, yeniden doğuş simgeleriyle içiçedir. Adaylar, erginlenmeden sonra başka adlar almakta (Dede Korkut Masallarında ad kazanmaya çalışan gençler), önceki yaşamlarına ait herşeyi unutmuş sayılmakta, ayinin peşisıra bebekler gibi başkalarınca beslenmekte, kollarına girilerek yürütülmektedirler. Örneğin; Bantu' larda adayın yatağa yatıp bebek gibi ağlaması zorunludur.

Erginlenen kişi, yanlızca ölüp, yeniden doğan olmayıp, aynı zamanda, metafizik düzeyde açıklamalar edinen, bilgilenen, sırları öğrenen kişidir. Kabilenin tanrılarını, onların gerçek adlarını, dünyanın oluşumuna ait efsaneleri öğrenmiştir. Erginlenen kişi, bilen kişidir. Bu nedenle, erginlenme, bilinc körlüğü veren doğal durumun aşılması anlamına gelir. Adayın varoluşunun gerçek boyutlarını keşfe, insan sorumluluğunu üstlenmeye çağrıdır.


Simgesel Açıklamalar

İlkellerdeki erginlenmelerde rastlanan bazı uygulamaların simgesel anlamları aşağıda açılanmaya çalışılmıştır:

A) Katılma Kulübesi:

Simgesel olarak, mezar ya da ana rahmini belirtir. Doğum, yaşam, ölüm ve yeniden doğum çevriminde bağlantı noktasını oluşturur.

B) Dar Kapıdan Geçiş:

Bir varlık durumundan diğerine, bir varoluş sürecinden başkasına dönüşümü, yani doğum olayını simgeler. Kapı ya da sıkça görüldüğü üzere "tehlikeli geçit, köprü" olgusu, dışarı ile içeri arasındaki sınırlamayı olduğu kadar, bir durumdan ötekine geçişi de simgelemektedir. Bu geçiş olayı aslında varoluşsal bir şıçramadır. Bir kopuşu ve bir aşkınlığı vurgular. Çeşitli mitler ve dinsel geleneklerde yeralmaktadır. Örneğin: Yunan mitolojisinde Hades'in kapısı, kapıda duran Kerberos, geçilmesi gereken Styx ırmağı, İran mitolojisinde Cinvat köprüsü, İslam inancında Sırat köprüsü, Ortaçağ efsanelerinde Kutsal Kâse Graal'i arayan Lancelot'nun geçtiği sularla örtülü köprü ve şato kapısı, İskandinav mitolojisinde cehennemin üzerinden geçen köprü.

Kutsal Kâse Graal, İsa'nın son yemekte kullandığı ve sonradan içine kanının toplandığına inanılan kutsal tasa verilen addır. İnanışa göre bu kase, Batı Avrupa'ya Arimethea'lı Joseph tarafından getirilmiş, fakat kaybolmuştur. Bir çok Breton efsanesinin konusu ve özellikle Kral Arthur Efsanelerinin eksenini Graal'in aranışı oluşturur. Graal bu efsanelerde, insanlığın evrensel mutluluğunu ya da gerçek bilgiyi simgeler. Yitirilmiş Bilgelik kavramına denk düşer.

C) Yardım Gerektiren Yolculuklar

Yürümeyi yeni öğrenen bebek simgesi, bir önceki yaşamdan herşeyin silinmesini simgeler. Yolculuk eski yaşamdan kopuş ve yeni yaşama ulaşma anlamındadır. Yolculuğun hedefi Gerçek Bilgi' ye ulaşmaktır. Graal'in aranışında olduğu gibi zorlu sınavlar ve tehlikeler içerir.

D) Sıvı Simgeciliği

İlkel topluluklarda, erginlenme sırasında adayın su, yağ, sidik ya da kan ile yıkanması, vücudunun ovulması en sık görülen uygulamalardandır. Özellikle tüm vücudun suya batırılması dikkat çeker. Bu uygulama bir yandan Hristiyanların vaftiz işlemini anımsatırken, diğer yandan bir çok ezoterik örgütte yapılan su ritüellerine denk düşer. Sıvı simgeciliği hem adayın sıvı içinde bulunan cenin durumuna dönerek yeniden doğuşunu vurgularken, hem de suyun arıtıcı niteliği sayesinde önceki yaşamın pisliklerinden kurtuluşu amaçlar.

E) Ateş ile Arınma

İlkellerin erginlenme törenlerinde, yine sıkça görülen bir uygulama da, ateşin kullanımıdır. Ateş sayesinde adayın cesareti ve özverisi sınanır. Ateş üzerinden atlama, korlar üzerinde yürüme, vücudun bir bölümünün dağlanması gibi zorlu uygulamalar yapılır. Burada, ateşin hem arıtıcı, hem de dönüştürücü-değiştirici niteliği ön plana çıkar. Zaten ateş tapımı bilinen en eski dinsel inançlardan biridir. Ateş tapımına Mısır'da, Slavlar'da, Germen'lerde, Kelt'lerde eski Yunan ve Roma'da, İran'da, Hindistan'da, Kuzey Amerika yerlilerinde, Meksika'da, Çin'de, Afrika'da ve Polinezya'da rastlanmıştır. Ancak en yetkin uygulaması Mazdeizm'de bulunur, Zerdüşt dininde ateş, Ahura Mazda'yı simgeler ve hiç söndürülmeden korunur. Günümüzde Hindistan'da Parsi'lerde ateş tapımı sürmektedir.

F) Toprak Simgeciliği

Toprak Ana (Terra Mater) en ilkel toplumlarda bile rastlanan, temel imgelerden önde gelenidir. Bu imge tüm kültürlerde, sayılamayacak kadar çok biçim altında görülmüştür. İnsanların toprak tarafından doğurulması evrensel yaygınlığa sahip bir inançtır (Adem'in topraktan yaratılması inancı). En genel anlamıyla, toprak insanoğlunun kozmik anası olarak değerlendirilir. Ana ve doğum kavramlarında olduğu gibi, Ölüm ve mezar kavramları da, toprakla bütünleşmektedir. Bu nedenle, ölüm ve ikinci doğum simgeciliğinde baş rolü toprak oynamaktadır.


Ekzoterikten Ezoteriğe

Evrensel düzeyde, her ilkel kültürde rastlanan herkese açık, ekzoterik "Erginlenme" olgusu, nasıl olmuş da, ezoterik bir yapıya evrimlenmiştir?

Bu değişimin temelde iki ayrı nedeni gözlemlenmiştir. İlki; tektanrılı dinlerin gelişmesi ile bağdaştırılabilir. Bu dinler, bir yandan panteistik inançları törpülerken, diğer yandan insan iradesini hor gören bir niteliktedirler. Doğaya açık, doğanın içinde onurlu bir konum sahibi olan ilkel insanı, bu durumundan uzaklaştırıp, kul düzeyine indirgemişler, "kader" olgusu ile özgürlüğünü yoketmişlerdir. Üstelik, pagan inançlarla kıyasıya savaşım vermişler, insanoğlunu "tanrılaştıracak" her türlü yaklaşım ve düşünceyi sapkınlıkla suçlamışlardır.

Diğer neden, ezoterik örgütlerin, sömürge oluş koşullarının zorlamasıyla, "ilkel" anlayışın "uygar" anlayışa karşı kendini savunma güdüsü gereği, siyasal nitelik kazanmalarına bağlıdır. Amaç, uygarlığın karşısında sarsılan eski gelenek, örf ve inançları pekiştirmektir. Afrika'da Ngui-Goril adamlar, Nkee-Pars adamlar, Bwiti ve Poro, Malenezya'da Duk-duk ve İniet, Orta Amerika'da Kakçek, Kuzey Amerika'da Didewiwin, Hamatsa ve Kaçina bu tür ezoterik örgütlerdir.


Son Söz

Ezoterik yaklaşım çerçevesinde, inisiyasyon olgusu bir süreçtir. İster en ilkel uygarlık düzeyinde, isterse en gelişmiş teknoloji toplumlarında olsun, yapılan törenler, bu sürecin simgesel olarak başlangıcını temsil ederler. Hangi uygarlık düzeyinde olursa olsun, inisiyasyon süreci, mevcut kültür ve üretim biçimlerinde, belirli bir rasyonalizm (akılsallık) gereğini öngörür. Burada söz konusu olan rasyonalizm, temel olarak, insanın doğa ve toplum içinde kendi özgünlüğünün ayrımına varması demektir. Bu farkındalık kavramı, ezoterik anlayışa göre "bilinçlenme" anlamına gelir.

Özetle, ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. İşte, toplumun kültür yapısından bireyin yaşamına uzanan inisiyasyon süreci budur. Her simge ve temsil ettikleri her kavram, uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Ne simgeler, ne kavramlar, ne de bilinçlenme-inisiyasyon, insanlığın kültür tarihinden bağımsız olamaz.



Sübjektif ve Objektif Zihin:

Basit bir gözlem bile insanların zihinsel olarak objektif ve sübjektif olarak ayrıldığını gösterir. Bunlar sanki iki zekâ çeşididir ve kiminde biri ağır basar ve kiminin de diğeri ağır basar. Her ikisinin dengeli oluşu idealdir, ancak insanlık bilindiği gibi genelde idealden uzaktır. Objektif zihin beynin sol küresi tarafından idare edilir, mantık, hesap, bilimsel düşünce burada yürütülür, sağ küre ise sanatsal ve sezgiseldir. Sol küre ağırlık biriyle sağ küre ağırlıklı biri pek anlaşamaz. Zira görüş zaviyeleri tamamen farklıdır.

Ezoterizm dediğimiz şey beynin sağ küresindeki bilinçaltı bağlantılardan ortaya çıkmaktadır. Beş duyudan gelen sinyaller ve sol kürenin yürüttüğü mantıksal hesaplar onu anlamak için yeterli değildir. Ancak ezoterizm salt sağ küresel zihniyetiyle yürütülemez. Mutlaka beynin her iki küresi birlikte çalışmalı ve ancak insan bu haldeyken ezoterik bilgi anlaşılır veya ortaya çıkar. O halde, ezoterizm = içrek, batıni ve egzoterizm = dışrek, zahiri. Yani ezoterizmi anlamak için bir yol, yordam (metot) gereklidir.

Yol

Tarikat yol demektir. Öyleyse bu kelimenin anlamı her ne kadar günümüzde yozlaşmışsa, bir zamanlar birisi veya birileri karmaşa içinde bir anlam arayışına girmiş ve nihai bir hedefe varmak için bir yol haritası hazırlanması gerekli olduğunu tespit etmiş. Belirli bir program dâhilinde takip edilmesi gerekli adımları içeren bir sistem geliştirmişlerdir. Kendisi veya kendileri bu nihai hedefe varmış olan başkalarına yol göstermek isteyen kişilerdir. Bu sisteme de tarikat adını vermiş. Bunun başka bir izahı yoktur. Ancak zaman zarfında, tarikat kelimesi bu ilksel saf anlamını yitirmiş, karanlık emellere yönelik bir örgüt veya taraftarlarının kesin inançla karizmatik bir lidere bağlı olduğu bir ideolojik sistem anlamına gelmiştir. Batıda kült denilen bu yeni tarikatlar, taraftarlarının zihinlerini belirli kalıplar içerisinde hapsetmektedir.

Şimdi buradan aldığımız ders, ezoterik açıdan belirli bir yol vardır, ama buna tarikat demeyeceğiz. Çünkü tarikat kelimesi artık ne yandan bakarsak, ender durumlar hariç genelde ezoterizmden uzak anlamlar ifade etmekte.

Modern hakikat yolcusuna birçok yol sunulmakta. O bütün yollar aynı yere gider gibi banal klişelere aldanmaz. Tüm seçenekler arasında doğru yolu bulmak onun için hayatidir. Ağzından bal akan her kılavuza teslim olmayacak kadar uyanıktır. Çünkü bilir ki yolu yürüyecek olan kendisidir. O yol başkasının sırtında gidilecek bir yol değildir. Yolun kestirmesi ve kolayı yoktur.

Ezoterizm, Okültizm ve Maji

Şimdi ezoterimz ve okültizm terimlerine gelelim. Ezoterizm ve okültizm aynı mı ayrı mı? Kimi der ki bunlar aynı şey, biri dışa kapalı diğer gizli demektir. Kim der ki bunlar ayrı, okültizm ezoterizmin bir kolu veya ezoterizm okültizmin bir kolu; veya okültizm kötü amaçlı ve ezoterizm iyi amaçlı; veya ezoterizm salon okültizmidir. Bana kalırsa, okültizm ve ezoterizm birbirine yakın şeyler.

Günümüzde okültizm kelimesini tamamen ekarte eden giderek artan bir trend vardır. Onun yerine giderek benimsenen maji kelimesi ilk bakışta radikal bir ifade olarak gözükmekte. Ancak şöyle düşünün bizi derinden etkileyen bir şeye büyüleyici demiyor muyuz? Büyü ve yaşlı bilge büyücü veya şaman bilinçaltımızda yatan güçlü bir sembol değil mi? Geleneksel kökenlerimize indiğimiz zaman bu arketipe her toplumda önemli bir rol verildiğini görebiliriz. O halde bizi iktidarsız kılan tüm görüşleri bir kenara koyarak erk ve bilgeliği kucaklayan bu korkusuz hakikat yolcusunu örnek alabiliriz. Zira riyakarlık, vasatlık, yapaylık, doğa düşmanlığı hakim olduğu bu çağda, tüm bu sapmalara dur diyecek cesaret, karşı koyabilecek güç gerekir.

Kardeşlik Örgütü

Şimdi diğer bir terime gelelim. Batıda “Order” kelimesi düzen demektir. Oysa birçok kelimede olduğu gibi batı dillerinde bu kelimenin birbirinden farklı çeşitli anlamaları vardır ve bu anlamlar cümleye göre değişir. Bu kelimenin bir karşılığı da örgüt veya tarikattır. Genelde order dini ise ona tarikat denilir, özellikle siyasi veya diğer organize bir kurumsa örgüt denilir. Ezoterik örgüt veya gizli örgüt esasında sıkı kurallara bağlı tüm örgütsel davranışlar belli prosedürlere bağlı (ritüel) bir cemiyettir. Gizlilik ilkesi ona işlevsellik kazandırmak içindir. En ilkel topluluklarda bile ancak özel şartlarla girilen gizli cemiyetler vardır. Bazı ilkel kabilelerde bu cemiyetlere girmek erginlik yeterdir. Bir çocuk örneğin 13 yaşına bastığı zaman acıya dayanıklılığı gibi bazı testlere tabii tutulur, geçtiğinde de kabilenin sırları ona öğretildiği bir merasimden geçer. Antik çağlarda gizem okullarıma girmek için erginlik yeterli değildi. Gizem okullarının amacı kişide ezoterik bilgeliğe vakıf, üstün bilinç haline sahip insan yaratmaktı. Bu tür insanlara özel unvanlar verilirdi. Bunlar arasında üstat, adept, magus vs. daha genel bilinenlerdendir. Bu kişiler ezoterik örgüt içinde birer otorite ve eğitmen sayılırdı. Günümüzde mevcut ezoterik örgütlerin en tanınmış olanı Hürmasonluktur, ancak bunun dışında başka kardeşlik cemiyetleri vardır. Kardeşlik cemiyeti üyeler arasında sıkı ailevi bağ üzerine kurulmuştur. Bu tür cemiyetlere fraternite denilir. Örneğin Gül Haç kaynaklı cemiyetlerde erkeklerin adları önünde Frater, hanımların adları önünde Soror konulur. Her ikisi Latince’de kardeş demektir. Ayrıca genelde kullandıkları adlar motto denilen bir deyimdir. Buna bazen majikal isim de denilir. Kişi örgüte inisiye olduğu zaman kendi majikal amacını veya kişiliğini yansıttığı inandığı bir takma isim alır. Bu da inisiyasyonun bir yeni başlangıç, yeni doğuş olduğu esasını vurgular.

Fraternitelerin esas itibarıyla ikiye bölündüğü söylenir, sosyal kardeşlikler ve majikal kardeşlikler. Majikal kardeşlikler fizik ötesini hedefleyen çalışmalarla ezoterik esasları sübjektiflikten objektifliğe dönüştürmeye yöneliktir. Bunu yapabilmek için birkaç yıl süren yoğun bir günlük çalışma programı sunarlar. Bu çalışma programı azimle takip eden aday sonunda adept seviyesine ulaşır ve bu tür operasyonları yapabilecek kapasiteye ulaşır. Ancak bu yol herkese göre değildir.

Gelenek veya Tradisyon

Çok eski çağlarda bilgi sözlü olarak aktarılıyordu, ancak daha sonra kaybolması istenilmeyen bilgiyi aktarmak için başka yöntemler uygulandı, bunların arasında yazı, resim müzik, ritüel de vardı. Zamanla birikimler oldu ve kadim bilgelik öğretileri gelişti. Bütün bilgi dallarında olduğu gibi, kadim bilgelik öğretilerinin de kendine özgü bir dili vardır. Bu dilde, doğru sözcüğü doğru yerde kullanmanın, sözcüğün kökenini, telaffuzunu ve tam karşılığını bilmenin, diğer bilgi dallarına göre önemi daha da fazladır. Çünkü söz konusu bilgiler çok ince hususlardı ve doğru bir şekilde aktarılması gerekiyordu. Dili doğru kullanmak ve ayrıca bilgileri doğru bir şekilde deşifre etmek de kadim bilgeliğin içerdiği konular arasında birer okült bilim/sanattır. Bu evrensel bir dildir. Hiçbir bilgi dalı yoktur ki, geçmişi onun kadar eski çağlara dayansın ve onun kadar değişik uygarlıkların katkısıyla zenginleşmiş olsun. Bünyesinde taşıdığı sözcükler, ne yer, ne de zaman gözetmeksizin, farklı kaynaklardan türemişlerdir. Terimler değişse de kavramlar değişmez. Dolayısıyla, aynı anlama gelen birçok sözcük de oluşmuştur.

Evrensel Dil, Semboller ve Arketipler

Tarihte zaman zaman bazı sözcükler anlamını yitirir, sözcüklerin gerçek anlamı ya tercüme, ya kültürel yozlaşmadan dolayı unutulur veya dejenere olur. Özellikle metafizik, ezoterik ve teolojik konularda bu genel bir kuraldır. Sözcük ve terminoloji anlaşmazlığı birçok gereksiz tartışmaya neden olmuştur. Özellikle din ve metafizik çevrelerde garip sapmalara ve gerçekdışı doktrinlerin yayılmasına yol açmıştır. Bu konuda sözcük ve terimlerin, hatta imlânın yerleşmesi ve doğru anlamda kullanılması amacıyla ileride bir genel sözlük yayınlamakta belki fayda olur.

Her kelimenin kendine özgü bir titreşimi vardır. O halde, neden belirli bir sözcüğü temel kavramların ifadesinde kullanıyoruz diye sorulursa, yanıtımız şudur: O sözcüğe vermek istediğimiz anlamı daha iyi bir şekilde hissetmemizi, sezmemizi sağlıyor ve ayrıca bizi daha somut bir anlayışa sevk ediyor. Bazı sözcüklerin ifade gücü yetersiz kalmaktadır ve bu da açıklamak istediğimiz bazı kavramların ülkemizde henüz tam gelişmediğini göstermektedir. Bu açıdan, bazı temel kavramlarda yabancı kelimeleri kullanmak zorundayız. Çünkü, bu kelimelerin titreşimleri, taşıdığı anlamı daha iyi bir şekilde yansıtır. Örneğin, Latince'den gelen "ekinoks" (equa/eşit, nox/gece) sözcüğün içerdiği anlam, kadim gizli ilimlerde bu sözcüğe verilen önemi vurgular. Bu nasıl olur? Bunu anlatmak zor, burada bir sezgisel aktarma söz konusu. Örneğin, neden müzik dediğimiz ses düzeni bize belirli bir mesaj verir? Oysa, ekinoks'ın Türkçe karşılığı olan "ılım" sözcüğü basit bir türevdir, farklı karşılıkları olup özelliği yoktur ve "müsbet ilimler" uğruna yeni üretilmiştir. Bizim konumuz ise kadim bilimlerle ilgilidir. Üstelik, okült görüşe göre belirli sözcükler asırlar boyunca kullana kullana belirli enerjiler toplar ve belirli düşünce formlarıyla yakından irtibatlıdır, ilgili konularıyla yineden çağrıştırabilir zihinsel ve duygusal kayıtlar tutarlar ve ayrıca evrensel olarak her dilde kullanılıp evrensel bir olayı temsil ederler.

O halde, konumuza girerken, yurt dışında olduğu gibi bu "evrensel dil"e uyum sağlamamız gerekir ve ister Çince veya Arapça olsun, ister Latince veya Grekçe olsun, kavramların özgün iletimlerini taşıyan sözcükler kullanmakta yarar vardır. Bu kilit sözcüklerin bazılarında, anlamlarına anlam katan ebced değerler de bulunmaktadır. Bazen de ses tonlarının gizli özelliklerine dayanarak sözcükler türetilmiştir veya hecelerinin köklerine inip çeşitli anlamlar elde edebiliriz.

Evrensel dil bağlamda diğer kavram da semboldür. Sembol de belirli bir anlamı taşıyan bir resim veya şekildir. Görsel oluşu açısından beynin sağ küresine, bilinçaltına, hatta kolektif bilinçaltı arketiplere direkt bağlantı kurar. Sembollerin eozterizmde geniş bir kullanma alanı vardır. Arketipler farklı insanlarda aynı aktarım yaratan, masal, efsane ve destanlarda işlenen ve bazen spontane olarak rüyalarda ortaya çıkan sembol ve temalardır.

Platon felsefesinde "anamesis" sözcüğü, bilgilerin sadece duyu ve akıl yolu ile değil, fakat hatırlama yolu ile geldiğini açıklar (1). Bu görüşe göre evrensel bilgi, şu veya bu şekilde şuurun derinliklerinde vardır. Gizli öğretiler ruhu eğitmeye değil, fakat bildiklerini hatırlatmaya yarar. Modern okültizm, evrensel bilginin akaşik kayıtlar olarak adlandırılan bir çeşit bilgi okyanusunda veya kitlesel şuur (toplu bellek) kaydında bulunduğunu açıklar. Kilit sözcükler de bu ortak bellekten yararlanmak için birer vasıtadır.

Kadim Bilgelik

Zaman gözetmeksizin, insanoğlunun bulunduğu her yerde bazı ortak öğeler paylaşılmıştır, bir yandan insan beş duyusu ile tanımladığı evreni incelemiş ve ona göre yaşamını idame etmiştir, diğer yandan, en ilkel toplumlarda dahi, insan duyu-üstü halleri, alemleri ve varlıkları tanımlamış, ruh ile madde ayrımı yapmış ve ona göre ruhsal disiplinler, felsefeler ve inançlar kurmuştur. Kimi insanlara göre, insan yaşamının ruhsal veya doğa-üstü bir boyutu yoktur. Böyle görüşlü insanlara söyleyecek bir şeyimiz yok, gülüp geçeriz. İnsan olarak sezgilerimiz ve kültürel birikimimiz bize farklı şeyler söylüyor, bunlara da biraz kulak vermemiz gerekiyor, aksi halde sürekli kendimize bir baskı uygulamamız gerekiyor. Bu tür baskıları Sigmund Freud cinsel baskılar olarak tanımladı, ancak farklı alanlarda da baskılar ve blokajlar olabilir. Bize geçmişten ve manevi zirveye çıkmış insanlar tarafından sunulan miras, bilgelik hazinesi inkar edilemez.

Hayatta daha farklı bir şeyler olduğunu inanan veya bazı deneyimlerden dolayı inanmak zorunda kalan kişiler için, ki onlar artan bir azınlığı oluştururlar, artık hazır bir inancın çelişkilerini sorgulamadan kabul etmek mümkün değildir. Bu inanç günü gününe değişen bilimsel ideoloji de olabilir, din konusunda oluşan bir takım varsayım veya yorum da olabilir veya genel olarak halk tarafından doğru olarak kabul edilen bir takım değer veya varsayım olabilir.

Sorgulama cesaretini gösteren böyle bir yolu seçmiş insanlar da bir arayış içersindedirler. Diğer yandan, yaşamlarını sorgulamadan, her şeyi bire bir kabul eden ve bilinçsiz yaşayan insanların sayısı da az değildir. Ancak bu konudan kaçış yoktur, insan kim olursa olsun, er geç yaşamın temel gerçekleri ile yüz yüze geleceklerdir. Yine en doğru ve güvenilir rehberimiz içsel sesimizdir, buna sezgi deriz. Bu sezgilerin üzerine gitmek onların bizi nereye götüreceklerini saptamak daha cesur bir yol olacaktır. Objektif tarzda düşünerek kendimizi her tür yanılgıdan arındırabiliriz. Ruhsal bir varlığın gerçekliliğine temas ettiğimizde, ilk işimiz bu olgunun kaide ve kurallarını öğrenmektir. Bunun bizim için hayati bir zorunluluk taşıdığını da idrak etmekten kaçınamayız.

Ancak, bu yanıta varmadan birçok evreden geçmemiz gerekir. Çeşitli yollardan kanıtlar aramamız gerekir. Bilimsel meyillimiz varsa, bu konuda yapılan laboratuar deneylere başvurabiliriz. Sübjektif olarak da böyle bir kanıya varabiliriz, psişik veya içsel bir deneyimimiz bütün şüphelerimizi bertaraf edebilir. Yılların arayışı sonunda gerek içsel, gerekse de dışsal olarak bu yanıtın kanıtlarını görmeye başlayabiliriz ve aklımıza uyacak felsefeler üretebiliriz. Yaşam biçimi ve davranışları ruhsal bir realitenin gerçeğini yansıtan biri de, bizi bu konuda ikna edebilir. Üstün sanat veya edebiyat eserleri bizi farklı bir boyutta yükseltebilir ve orada ruhun hakikati ile yüz yüze gelebiliriz veya en azından sezebiliriz.

Eğer bu konuda yazılan edebiyatı araştıracak olursak, ruhu tanımlamada karşımıza çeşitli doktrinler serilecektir. Kutsal kitaplarda, en azından Orta-Doğu kökenli olanlarda, ruhu tanımlamada es geçtiğini ve ancak çeşitli imalar verildiğini göreceğiz. Oysa, farklı dinlerden mistikler, evliyalar ve mürşitler içsel deneyimlerine dayanarak daha ayrıntılı bilgiler vermişlerdir. Ezoterik anahtarlarla kutsal metinlerde bulunan örtülü sembolleri çözebiliriz.

Ekoller farklı da olsa, kadim ve modern ezoterizmde hemen hemen aynı öğelerin paylaşıldığı görülür. Ruhsal tekamül, ilahi kıvılcım, yeniden doğuş, kaynağa dönüş kavramları da bunlara dahildir.

Ruhsal Tekamül

Ruhsal tekamül biyolojik tekamül veya evrimden farklıdır. Ayrıca beşeri tekamül vardır ki bu uygarlık seviyesine ulaşmaya yönelliktir. Uygar bir toplum ruhsal gelişmeye elverişli bir ortamı sağlar. Karşılıklı saygı ve dayanışma ve insanın her türlü yönünü özgürce geliştirmesi ruhu besler. Ancak uygarlıkla teknolojiyi karıştırmamak gerekir. Uygarlık düzgün davranış ve dayanışma şekilleri barındıran toplumda vardır. Ruhsal tekamülün bireysel boyutu olduğu gibi kitlesel boyutu da vardır. Ancak kitlesel tekamül bireysel tekamülden başlar. Krishnamurti'nin dediği gibi: "Dünyayı değiştiremezsiniz, sadece kendinizi değiştirebilirsiniz ve böylelikle de zamanla dünyayı da değiştirirsiniz ... ". Ancak ruhsal tekamüle girmeden ve insan-üst olma yollarını aramadan önce, insan olmayı öğrenmemiz gerektiği de acı bir gerçektir. Ancak yaşamın amacı ruhsal tekamül ise, insanların bunu pek başaramadıkları, hayatta çok basit dersleri öğrenmekle ömürlerini tükettiklerini görürüz. Adeta daha uzun bir yaşam gerektiği veya sınıfta kalanın tekrar aynı dersleri alabilmesi için bir yöntemin gereği hissedilir. Çünkü insan genelde potansiyelinin çok gerisinde faaliyet gösterir, hatta onun idrakinde bile değil. Bu da bizi başka bir kavrama getiriyor... reekarnasyon.

Ölüm Ötesi, Reenkarnasyon

Ölüm ötesi yaşam Reenkarnasyon, helak olma gibi kavramları ister mecazi olarak, ister metafizik bir gerçek veya yanılgı olarak kabul edin, bu konuda geliştirilen başlıca kavramlara aşağıda kısaca değineceğiz. Ölüm ötesi yaşam ruhçuluk (spiritüelizm) ve parapsikolojinin ana konularından biridir.

Reenkarnasyonu yeniden doğuş, ruh göçü veya Osmanlıca'sı tenasüh olarak tanımlayabiliriz. Bu kurama göre ruhsal varlığımız ölümsüzdür, ölümden sonra hayat olduğu gibi doğumdan önce de vardır. Beden sadece fiziksel dünyada var olmamız için bir vasıtadır. Eğer dünyasal planda yeteri kadar ders almamışsak, bedensel ölümden sonra ruhsal varlığımız bir müddet sonra alması gerektiği ders ve deneyimlere uygun diğer bir bedende yeniden doğma ihtiyacı duyar ve enkarne olacaktır (bedenlenme). Ezoterik açıdan reekarnasyonda sadece insan bedeni söz konusudur. Yani hayvan olarak tekrar doğmak söz konusu değildir.

Kutsal metinlere göre Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştı ve ciğerlerine can nefesi üfleyerek ona can vermişti. Ezoterik açıdan bu sembolik bir ifadedir ve tasavvufta da yeri vardır. İnsanoğlu Tanrı'nın suretindedir çünkü o bedensel olarak küçük bir evrendir, bu kuram ileride kapsamlı olarak işlenecektir. Ayrıca Tanrı'nın içimize üflediği nefes evvel zamanda içinde O'nun özünden gelen ve ilahi özelliğini koruyan parçacıklar olarak tanımlanır. Bu ölümsüz "İlahi Kıvılcımları"dan dolayı hepimiz aslında birer tanrıyız İlahi kıvılcım ruhtan farklı olup ondan daha yüksek bir titreşime sahiptir ve insanın en yüksek en içsel benliğini, cevherini ve özünü içerir ve her zaman yüksek bir boyutta bulunur. Oysa ruh enkarnasyondan enkarnasyona olgunlaşır. Bedensel yaşından tamamen ayrı olarak bazı ruhlar gençtir ve bazıları yaşlıdır. Ruh ancak, tam kıvamına eriştikten sonra, yaşamdan, "dünya okulundan" alabildiği her şeyi aldıktan sonra ruhsal dünyalara girmeye, ilahi kaynağına yanaşmaya hazırdır ve artık içsel muhasebesinde (karma) ödeyecek borcu kalmamıştır.

Batı ezoterizmde reenkarnasyon doktrini kabul etmek zorunluluğu yoktur. Bazı sistemlerde sözü dahi geçmez. Ancak, reenkarnasyon sadece Doğu felsefeye has bir görüş değildir, Eski Grek Filozoflar, Kadim Mısırlılar, Yahudi Kabalistler ve birçok İslam tarikatı bu görüşü kabul etmişti. Eğer İlahi adalete inanacaksak reenkarnasyon doktrini bize yegane çözüm gibi gelebilir. Ancak, bu ilahi adalet kavramı için karma yasasını reekarnasyon doktrini ile birlikte ele almak zorundayız. Karma konusunda birçok yanlış algılamalar vardır. Karma basit olarak sebep ve sonuç kanunudur. Ne ekersek onu biçeriz. Sadece bir ahlaki karma söz konusu değildir, çünkü her niyetlendiğimiz, düşündüğümüz, yaptığımız şeyden her an sorumluyuz. Bu hem bir doğal kuralıdır, hem de ruhsal yanı da vardır. Karma Sanskritçe'de fiil anlamına gele "kr" kökünden türemiş bir sözcüktür. Esasen biz kendi karmamızı üretiriz ve başımıza gelen olayları kendimiz yaratıyoruz. Kör talih, feleğin silesi ve kaderin cilvesi diye bir şey yoktur. Bu tür kavramlar ilahi düzene karşı hakarettir. Arabesk müziğin acı haykırışları sadece mazoşistlerin kendi başına gelenleri örmesi ve bundan sapık bir zevk almasından ibarettir. Arabeskçileri kötülemek amacımız yoktur, ancak negatif negatifi çağrıştırır, dolayısıyla onlara pozitif olmalarını öneririz.

Ruhsal tekamülün sonucu ruhsal olgunluktur, bir de İnsani Kamil evresi vardır ki, o söz ettiğimizin biraz ötesinde bir evredir. Ruhsal olgunluk birçok erdemlere sahip olup, kendimizi ve ortamımızı tanıdığımız, ona uyum sağladığımız ve olumlu bir şekilde yönlendirmeye hazır olduğumuz bir evredir. Bu evrede sanki artık insanların ortak yazgısı gibi süren çocukluk hali sona erir. Ruhun belki de binlerce yıl süren uzun tırmanışı, kendisiyle ve başkalarıyla kıyasıya uğraşmasıyla buraya erişir.

Yaşlı ruhlar ruhsal gerçekleri daha kolay idrak ederler, oysa genç ruhlar henüz yolun başındadırlar, onlar daha fiziksel ortamın derslerini tam olarak idrak etmemişlerdir. Bu yolda ruh kendi içsel kararlarıyla mükemmelliğe doğru adım atar. Yolun türlü şekilleri vardır ve kişiye göre değişir. Yollar temelde bir olmak üzere, farklı toplumlara ve farklı kişisel yapılara göre değişir, duygu ağırlıklı insanlar mistik bir yol ararlar ve ilahi aşka varmaya çalışırlar, akıl ağrılıklı insanlar okült bir yol ararlar ve sırlara vakıf olmak isterler, onlara ilahi bilgeliğe ulaşmaya yönelirler. Daha pratik insanlar uygulamalarla direk deneyimler peşindedir onlar majikal bir yol ile tanrısal erke ulaşmak isterler.

Okültizm, Sır ve Gizlilik

"Okültizm", anlamı "gizli" olan Latin kökenli (occultus) bir sözcükten gelmektedir. Osmanlıca'sı "ilmi-i gayb" veya "ilm-i ledün"dür. Türkçe karşılığı "gizli bilimler"dir. Kelimenin karşılığı bazı kişileri hoşnut etmemiştir ve farklı sözcükleri türetilmesine yol açmıştır. Ancak, daha uygun bir sözcük de bulunamamıştır. "Sır" anlamı taşıyan bu kelimenin karşılığında insanın aklına, imtiyazlı gizli bir örgütün elinde kıskançlıkla korunan bilgiler yerine, arayanın önünde perde perde açılan ve çözüldükçe bilinenin ötesinde kalan bir konu gelmelidir.

Okült bilgiler ve uygulamalar tarih boyunca gizli tutulmuştur. Belirli sebeplere dayanan bu gizlilik perdesi, ancak gerektiğinde aralanmıştır. Zamanla sırlar konusu gevşeklik kazanarak, günümüzde her yerde bilgi kırıntıları, arayanın bulacağı bir şekilde serpilmiştir. Bu perde daha ziyade konunun içeriğinden kaynaklanır. Sembolik olarak, "İsis'in Peçesi" deyimi ile ifade edilen bu perdeyi açmak, arayanın gayret ve inisiyatifine bağlıdır. Gerçi zamanımızda "okült" konular ne kadar açık konuşulsa da, bu konuda, ne kadar çok kitap yazılıp dağıtılsa da, yine de her zaman bir sır payı vardır ve sırların olduğu yerde tabii ki sırları tutan veya tuttuğunu ima edenler de vardır. Bunlar kimdir? Bunu bilmek kolay değildir. Okültistler genelde kendilerini pek bildirmezler. Kendilerini açıklayanlar ya bir misyon üstlenmiştir veya da şarlatanlardır. Tarih boyunca, cahil ve fesat insanlar arasında okült ilimler konusunda birçok batıl inanç ve olumsuz tanımlar yapılmıştır. Bu yüzden, konuyla ilgilenenler kendilerini saklamayı tercih etmişlerdir.

Sır tutmak için başka nedenler de verilmiştir. Her şeyden önce sır tutmak bir disiplindir ve bilginin dışa yansımasından ziyade içe dönüşmesini sağlar. Ayrıca, zamanın inançlarına ters düşen doktrinler, tarih boyunca gizli tutulmuştur. Hazırlıksız şahıslara ileri seviyede bir uygulama veya bilgi vermenin, bir el fenerine yüksek gerilimli elektrik yüklemek gibi etki yapacağı söylenir. Eski çağlarda Mister Kültlerinde ve günümüzde bazı hiyerarşik ve ezoterik cemiyette, giriş yapan aday (inisiye) bir çıraklık döneminden sonra bazı derecelerden yükselir. Cemiyet yetkilileri onun derecesine ve kapasitesine uygun bilgi ve uygulamalar verirler. Kendi derecesinden yüksek olan öğretiler onun için sırdır ve öyle olması gerekir. Yeni bir öğreti verildiği zaman onu taze bir idrakle karşılaması beklenir, bazen dramatik bir şokla bu bilgi belleğe adeta mühürlenir. Sırlar öğretisini almak isteyen aday bir hazırlık döneminden geçirildikten sonra onun liyakatine kavuşur. Artık sınavı geçmiştir ve zor koşullarda kazanılan öğretilerin değerini bilecektir.

Çağlar boyunca ve dünyanın her tarafında ezoterik cemiyetler sırlarını büyük yeminlerle muhafaza etmişlerdir. Bu yüzden antik çağlardaki Misterlerin sırlarını halen kimse bilmemektedir. Roma İmparatorluğu zamanında Sodalitas Kardeşliği'nin yeminleri kutsal sayılırdı ve onları tutmayanlara ölüm cezası tatbik etmek Roma kanunlarında bile yer alırdı.

Bir görüşe göre, okült formüller, sırrı açıklandığı anda güçlerini kaybederler. Halk arasında bir inanca göre, eğer bir niyet sessizce tutulursa o gerçekleşir, açıklanırsa gerçekleşmez. Ayrıca, gücün yanlış ellere geçip istismar veya suiistimal edilmemesi için formülü gizli tutulduğu bilinmektedir. Günümüzde okültistler bilgileri sır tutmaktansa, daha ziyade mahremiyetlerini korumak istemişlerdir, onlar iyi eğitim görmüş ve toplumda belirli yerleri olan kişilerdir ve ilgi alanlarının başkaları tarafından anlayışla karşılanmayacağını ve doğru algılanmayacağını bilmektedirler.

Biz yeni bin yıla, Yeni Çağa girdikçe ve ruhsal, metafizik konular yayıldıkça, şüphesiz okült sözcüğü yerine farklı anlam taşıyan bir sözcük gelecektir. Zira okültizm, ruhsal bilgilerin bir azınlık tarafından korunduğu karanlık bir çağı anımsatır. Ayrıca, Yeni Çağda farklı disiplinler, bilimler, sanatlar, kültürler kaynaşacaktır, oluşan tek sistem ayrıca bireysel tercihlere göre farklılıkları da içerecektir.

Ezoterizm ve İnisiyasyon

Ezoterik'in Türkçe karşılığı "içrek", Osmanlıca karşılığı "batıni" dir. Genel de sanıldığı gibi bir azınlık tarafından korunan bilgi anlamına değil de, insanın içsel realitelerine yönelik bilgi kütlesi anlamına gelir ve burada dışsal realiteye yönelik bilgi arasında bir sınır çizilir. Ezoterik'in karşıtı olan "Egzoterik" ise, Türkçe'de "dışrak" Osmanlıca'da "zahiri" anlamına gelir. Ezoterik'in kökeni Grekçedir (esotericos). Grekçe derken, tabi ki Eski Yunanca kastediliyor. Batı Okültizmi'nde Grek kökenli kelimeler oldukça fazladır. Burada önemle belirtmek gerekir ki ezoterik açıdan zengin olan Grek felsefesi, antik çağlarda Anadolu, Yunanistan ve civar Akdeniz ülkelerinde yaygındı. Grekler, istila ettikleri yerlerde kendilerinden önceki kadim Pelask ve diğer kayıp Anadolu uygarlıklarının bilgilerini özümsemişlerdi. Roma İmparatorluğun yayılması ile bu değerlerde bir çöküş yaşandı ve Romalıların varisi Bizans İmparatorluğunun kuruluşu ile Hıristiyanlık yayıldı, kadim bilgelik, ilim ve uygarlığına sırt çevrildi, anıtları yağmalandı, yazılı eserleri yakıldı ve karanlık bir devire girildi. Bu karanlık devir, Rönesans döneminde, Hıristiyanlık öncesi bilgeliğin keşfedilmesine dek devam etti. Bu nedenle, Anadolu, Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarının varisi olan eski Grek uygarlığı, ona sırt çeviren Bizans'a kıyasla oldukça farklı bir nüansa sahipti ve insanlığa yerel değil evrensel değerler bıraktı.

Serge Hutin'e göre ezoterizm, "sembolik olarak saklı bir hakikati, gizli manayı meydana çıkarmaktır" (2). İnisiyasyonun karşılığı ise ikrardır. İkrarı Atilla Tokatlı "Gizli Örgütler" adlı eserinde iyi bir şekilde tarif etmiştir: "İkrar, dışardaki yabancı, biğane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınmasıdır. `Bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir' (Serge Hutin). Burada söz konusu olan, `bir takım sembolik fiiler edimler), manevi ve fizik tecrübeler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir ve ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Oysa, kişi ancak ikrara dayanan (initiatique) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. Oysa, bu örgüt yeni mensuba eli yüzü düzgün bir doktrin'den çok ruhsal etki aşılar. Müritler ikrar'ın `biğane aktarılmaz' karakteri üzerinde dururlar hep. Burada söz konusu olan şeyin deruni bakımından (içten) gerçekleştirilmesi gerekli haller olduğunu söylerler. R. Guenon'a göre, `Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır... Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, `öğrenmek yerine duymak' diyordu... Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı imkanlarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir."(3)

Bu konularda sık sık kullanılan başka bir sözcük "tradisyon" dur, tam karşılığı anane veya gelenektir. Ezoterik anlamda tradisyon nesilden nesile intikal eden kadim bir öğreti sistemidir. Genel anlamda, bir ezoterik veya okült tradisyon'dan söz edildiği gibi, bir Batı Okült Tradisyonu veya Doğu Tradisyonu'ndan söz edilir. Ayrıca daha da ayrıntıya girerek bir Tibet Tantrik Budhist Tradisyonu veya Grek Orfik Tradisyonu'ndan söz etmek mümkündür. Burada aktarılan metod mürşidden müride, guru'dan çela'ya, inisiyatör'den inisiye'ye aktarılır. Ayrıca, bazı çevrelere göre, ölmüş bir tradisyonu akaşik kalıplarından yeniden canlandırmak da mümkündür.

Günden güne bu site ekleyeceğimiz sayfalarda sık sık kullanacağımız diğer bazı sözcüklerin anlamı kısaca şöyledir: Kadim, genel tarih anlayışını aşan çok eski çağlar; Kozmos, kadim ilimler açısından evren anlamına gelen Grekçe bir sözcük, ancak evreni canlı ve ilahi bir düzen olarak ifade eder; Hiyerarşi, yetki ve etkilerin üsten aşağıya indiği, kademe kademe yükselen bir yönetim zinciri; Doktrin, belirli kurallar veya kuramlar içerisinde bulunan ve bazı kilit öğeleri içeren öğreti; İrtibat, başka bir varlıkla kurulan duyu-üstü iletişim. Diğer terimler talep üzerine eklenecektir ve diğer yazılarımızda açıklanacaktır. Simya konusu ruhsal veya maddi dönüşüm, basit bir şeyi mükemmel bir şeye dönüştürmektir. Maji, irade doğrultusunda değişiklik yaratmanın sanatı ve ilmidir (Aleister Crowley'nin tanımı) vs.  


İnisiyatik Bağlanma Üzerine:

Çağdaşlarımızın —en azından Batı'dakilerin— çoğunluğunun anlamakta güçlük çeker göründükleri ve dolayısıyla hemen hemen sürekli olarak tekrar değinmek gereken şeyler vardır. Bunlar çoğunlukla gerek genel olarak tradisyonel bakış açısıyla, gerekse daha özellikle ezoterik ve inisiyatik bakış açısıyla ilişkili olan her şeyin bir tür temelinde yer almakla birlikte, normalde, daha çok, basit (ya da ilksel —elementaire— ) olduğunun kabul edilmesi gereken bir düzeyde olan şeylerdendir. Örneğin, törenlerin (ya da, kudsiyetle ilişkili usul ve yolların— ÇN.) rolü ve etkinliği konusu da böyledir. Bununla çok yakından ilişkiselliği nedeniyle, inisiyatik bağlanmanın gerekliliği konusu da, en azından kısmen, aynı durumda görünmektedir. Gerçekte, inisiyasyonun temelde belirli bir mânevi etkinin naklini içerdiği ve bu naklin ancak, işlevi herşeyden önce söz konusu etkiyi muhafaza etmek ve iletmek olan bir örgenleşmenin uyguladığı bir usul (ya da izlediği bir yol) vasıtasıyla mümkün olabileceği kavranıldığında artık hiçbir güçlük kalmaz gibi görünmektedir, iletim ve bağlanma, sonuçta, bir ve aynı şeyin, inisiyatik "zincir"in aşağıdan yukarıya ya da yukarıdan aşağıya doğru alınmasıyla ilişkili olan, iki ters yönüdür. Ancak, böyle bir bağlanma içinde olan bazıları için bile güçlüğün söz konusu olduğunu daha önce gördük; bu daha şaşırtıcı gelebilir, fakat, kuşkusuz, bunda, bu kişilerin ilişkili oldukları ergenleşmelerin mâruz kaldıkları "nazariyatçılık" ile gerçek işlevlerinde oluşan zayıflamanın bir sonucunu görmek gerekir. Zira, açıktır ki, yalnızca bu "nazari" bakış açısında kalan için, söz etmiş olduğumuz düzeydeki konular ve tüm özgün "teknik" hususlar ancak çok dolaylı ve uzak bir perspektifte yer alırlar ve bu nedenle de, bunların —temel nitelikteki—önemleri az ya da çok bilinmeyebilir. Yine, bu durumun fiili inisiyasyon ile bilkuvve inisiyasyon arasındaki mesafeyi ölçmeyi mümkün kılabileceği söylenebilir; kuşkusuz, bundan birincinin ihmal edilebilceği anlamı çıkmaz, durum bunun tersidir, zira özgün anlamında inisiyasyon, yani gerekli "başlangıç" (initium) odur ve o, tüm daha sonraki gelişmeleri sağlayıcı imkânları kendisiyle birlikte getirir; fakat, mevcut şartlarda, bu bilkuvve inisiyasyon ile en küçük bir tahakkuk başlangıcı arasında her zamankinden daha fazla mesafe bulunduğunu iyi anlamak gerekir. Her ne olursa olsun, biz inisiyatik bağlanmanın gerekliliğini yeterince açıklamış bulunuyoruz Ancak, bu konuda bize yöneltilmiş olan bir kaç sorunun daha var olması nedeniyle, bu ifade etmiş olduklarımıza bir kaç tamamlayıcı hususu daha eklemekte yarar görüyoruz.

Öncelikle, (bir din, vd.,ye sonradan giren) bir dönmenin manevi etkileri aldığı anda bile hiçbir manevi etki hissetmemesinin bazılarında oluşturacağı düşünceleri açıklığa kavuşturmamız gerekiyor; aslını söylemek gerekirse, bu durum, yine bir manevi etkinin iletildiği ve en azından genelde, söz konusu durumdakinden daha fazla hissedilmediği, ancak bunun o etkinin gerçekten var olmasını ve onu almış olanlarda, o olmaksızın oluşamayacak olan, bazı tutumların ortaya çıkmasını sağlamasını engellemediği, papazlık aşaması törenleri örneği, egzotik (zahirî) düzeydeki törenlerdekiyle tamamen kıyaslanabilirdir. Fakat, inisiyatik düzey açısından konuyu daha derinlemesine ele almamız gerekiyor: dönmenin kendisine iletilen etkiyi hissetmesi bir tür çelişki oluştururdu, zira o, bu bağlamda, ve tanım itibarıyla da daha henüz salt bilkuvve ve "gelişmemiş" durumdadır, oysa etkiyi hissetmek kapasitesi, tersine, belirli bir gelişmişlik ya da işleyiş kazanmışlık derecesini zorunlu olarak gerektirir; ve bu nedenledir ki, az önce bilkuvve inisiyasyonun başlangıç oluşturuculuğundan söz ettik. Yalnız, egzoterik (zahirî) alanda, sonuçta, alınan etkinin dolaylı olarak ve etkisel sonuçlarıyla dahi, bilinç düzeyine hiç çıkmamasında hiçbir uygunsuzluk yoktur; buna karşın, inisiyasyonda durumun tamamen farklı olması gerekir, ve İnisiyenin tamamladığı içsel çalışmadan sonra bu etkinin içsel olarak hissedilmesi gerekir, ki bu da kesinlikle herhangi bir derecede fiili inisiyasyona geçişi belirtir. Normalde, ve şayet inisiyasyon ondan beklenmekte haklı olunan sonuçlan veriyor ise, olması gereken budur; ancak, gerçekte, çoğu durumda inisiyasyonun hep bilkuvve olarak kaldığı Doğrudur, yani söz ettiğimiz etkisel sonuçlar sürekli olarak gizil halde kalırlar; ancak, bu durum inisiyatik açıdan, bazı yetersizliklerden kaynaklanan, bir anomalidir (ya da, bir aykırılıktır), burada gerek inisiyenin yeterli niteliklere sahip olmaması, yani, —dışarıdan hiçbir katkıda bulunulamayacak olan— kendi yapısındaki imkânların kısıtlı olması, gerekse de bazı örgenleşmelerin yeterince gelişmemişlikleri ya da —gerekli asgari niteliklere sahip olanlara bilkuvve inisiyasyonu her zaman verebilirken, yani manevi etkinin ilk iletimini yapabilirken— fiili inisiyasyona ulaşmayı sağlayabilecek yeterli desteği artık veremez hale gelmelerine ve hatta, buna ulaşmaya yetenekli olanlara, böyle bir şeyin var olabileceği düşüncesini bile veremez hale gelmelerine yol açan dejenereleşmişlikleri söz konusu olabilir.

Yine, konunun başka bir yönüne geçmeden önce, sırası gelmişken şunu da belirtelim ki, bu iletimin, daha önce özellikle belirttiğimiz gibi, "büyü" ile kesinlikle hiçbir ilişkisi yoktur ve olamaz, zira burada temelde söz konusu olan bir manevi etkidir, oysa büyüsel düzeye dahil olan her şey tamamıyla yalnızca psişik etkilerin kullanımıyla ilişkilidir. Manevi etkiye, ikincil (ya da yan etki) olarak, bazı psişik etkilerin eşlik ettiği vâki olsa bile, bu hiçbir şeyi değiştirmez, zira bu, sonuçta tamamen kazai olan ve çeşitli gerçeklik düzeyleri arasında birbirini tutmanın kaçınılmaz olarak daima mümkün olmasından kaynaklanan bir durumdur. Her halükârda, yalnızca manevi etkiyle ilişkili olan ve inisiyatik olması açısından, bunun dışında hiçbir var olma nedeni olmayan inisiyatik yol (ya da usul, yöntem) ne bu psişik etkiler üzerinde, ne de bunlar vasıtasıyla işler. Kaldı ki, egzoterik (zahirî) alanda da, dinsel usuller açısından da bu böyledir; ve bu da, bunlarda, bir kez daha belirteceğimiz üzere, manevi alan ile ilişkili olan her şeye tamamen yabancı olup, sadece, tamamen bayağı ve hatta çok aşağı düzeyden, ikincil bir tradisyonel bilim olan; büyü ile ortak olan hiçbir şeyin bulunmaması için kesinlikle yeterlidir.

Şimdi bize en önemlisi olarak görünen ve konunun temeliyle daha yakından ilişkili olan noktaya gelebiliriz; bu bağlamda şöyle bir görüş öne sürülebilir: hiçbir şey llke'den ayrımlanamaz, zira ondan ayrımlanabilen bir şeyin ne herhangi bir gerçek varoluşu ne de, en aşağı düzeyden bile, herhangi bir gerçekliği olabilir. Dolayısıyla, gerçekleştirilme vasıtaları neler olursa olsun, sonuçta, sadece —kopmuş olan bir bağın tekrar kurulmasını sağlayabilecek biçimde— Ilke'nin kendisine olan bir bağlanma olarak kabul edilemeyecek olan bir bağlanmadan nasıl söz edilebilir? Bu tür bir sorunun, yine bazılarınca sorulan şu soruya yeterince benzediği fark edilebilir: Kurtuluşa ulaşmak için çaba sarf etmeye ne gerek var, değil mi ki, "Bizatihi varlık" (Atma) değişmez, hep aynı kalır ve hiçbir şey tarafından hiçbir biçimde etkilenmez ya da değiştirilemez? Bu tür sorular yöneltenler, böylece, konulara salt kuramsal bakış açısından baktıklarını gösteriyorlar, ki bu da onların konuların sadece bir yanını gördüklerini ya da, bir anlamda birbirini tamamlamakla birlikte, aslında birbirinden açıkça ayrı olan iki bakış açısını, yani ilkesel bakış açısı ile tezahür etmiş varlıklarla ilişkili bakış açısını birbirine karıştırdıklarını ortaya koyuyor.

Kuşkusuz, salt metafizik açıdan yalnızca ilkesel yön dikkate alınarak tüm geri kalan, bir tür, kenara atılabilir. Fakat, özgün inisiyatik bakış açısı, tersine, mevcudatın —aşılmalarını amaçladığı— koşullarından, ve özellikle, içinde bulundukları halleriyle, beşeri bireylerden hareket etmek zorundadır; dolayısıyla, zorunlu olarak, ve onu saf metafizik bakış açısına kıyasla karakterize eden temel nitelik olarak, bir gerçek hali ele almak ve bunu ilkesel düzene herhangi bir biçimde tekrar bağlamak durumundadır. Bu noktaya tamamen açıklık kazandırmak için şunu belirteceğiz: ilkede hiçbir şeyin değişime uğramasının asla söz konusu olmayacağı açıktır; dolayısıyla, kurtulacak olan hiçbir biçimde "Bizatihi Varlık" olmayıp —zira, o asla koşullanmamıştır, -hiçbir sınırlamaya tâbi değildir— "Ben"dir (Moi) ve, bu kurtuluşa ancak ona kendisinin "Bizatihi Varlık" tan ayrı olduğu zannını veren yanılgının bertaraf edilmesiyle ulaşacaktır; yine, tekrar kurulması gereken, gerçekte, ilke ile olan bağ değildir, çünkü o daima vardır ve varlığının sona ermesi de mümkün değildir. Fakat tezahür etmiş olan varlıkta bu bağın gerçek bir bilincinin oluşturulmasıdır; ve beşeriyetin bugün içinde bulunduğu koşullarda bunu gerçekleştirmek için inisiyasyonun sunduğunun dışında başka hiçbir imkan yoktur.

Dolayısıyla, inisiyatik bağlanmanın gerekliliğinin bir ilkesel gereklilik değil —bu durumda onun kadar önemli olan ve bu nedenle hareket noktası olarak almak zorunda olduğumuz— bir zuhurat gerekliliği olduğu anlaşılabilir.

Oysa, kadim çağların insanları için inisiyasyon gereksiz ve hatta kabul edilemezdi, zira, ilkeye yakınlıkları nedeniyle, onlarda mânevi gelişme, tüm dereceleriyle, tümüyle doğal bir biçimde ve kendiliğinden oluyordu; fakat, sonraları "düşüş"ün oluşmasından itibaren kozmik tezahürün kaçınılmaz vetiresi uyarınca, halen içinde bulunduğumuz devrenin koşullan o zamankilerden tamamen farklı hale gelmiştir ve bu nedenle, kadim zamanlardaki imkanların tekrar oluşturulması inisiyasyonun önde gelen amaçlarındandır. Dolayısıyla, bu koşullan gerçekte oldukları şekilleriyle dikkate alaraktır ki, biz inisiyatik bağlanmanın gerekliliğini kabul etmek durumundayız, yoksa, hiç kısıtlamasız biçimde, genel olarak ve her çağ için -hele de her dünya için- değil. Bu bağlamda, canlı varlıkların kendiliklerinden ve ana-babasız olarak doğabilmeleri konusunda daha önce başka yerde söz etmiş olduklarımıza özellikle dikkati çekeceğiz. Bu "kendiliğinden" oluşan nesil aslında ilkenin bir imkânıdır, ve bunun gerçekten mümkün olabileceği bir dünya pekâlâ düşünülebilir; ancak, bizim dünyamız için, .ya da en azından dünyamızın Şimdiki durumunda, böyle bir şey söz konusu değildir. Birer "doğuş"u ifade eden mânevi hâllere ulaşmak konusunda da böyledir ve bu kıyaslama söz konusu durumun kavranılmasına yardımcı olmak açısından bizce en uygun olanıdır. Bu bağlamda, yine şunu da belirtebiliriz: dünyamızın bugünkü halinde toprak bir bitkiyi kendiliğinden, ya da daha önceki bir bitkiden elde edilmiş bir tohum ekilmiş olmaksızın, üretemez. Ancak, pekâlâ da böyle bir zamanın olmuş olması gerekmektedir, aksi takdirde hiçbir şey başlayamazdı, fakat artık böyle bir imkân söz konusu değildir, içinde bulunduğumuz koşullarda, önceden ekilmeden hiçbir şey biçilmez, ve bu manevi açıdan olduğu kadar, maddî açıdan da böyledir; varlığa, onun manevi gelişimini mümkün kılmak için, aktarılması gereken öz, ona, inisiyasyon vasıtasıyla, tamamen tohumunkine benzeyen "örtülü" ve bilkuvve bir halde, iletilen etkidir.

Bu fırsattan aynı zamanda, bazı örneklerini ortaya koymuş olduğumuz, son zamanlardaki bir yanlış değerlendirmeye de değinmek için yararlanacağız: bazıları, inisiyatik bir örgenleşmeye bağlanmanın sadece "inisiyasyona doğru" atılmış bir tür ilk adım olduğunu zannediyorlar. Bu, ancak gerçekten bir fiili inisiyasyon söz konusu olduğunda doğrudur; oysa, bizim söz konusu ettiğimiz kişiler bilkuvve inisiyasyon ile fiili inisiyasyon arasında hiçbir ayrım yapmıyorlar, ve belki de, çok büyük ve hatta temel bir öneme sahip olduğunu söyleyebileceğimiz, böyle bir ayrımın var olduğundan bile haberleri yok; ayrıca, anlam karışıklıkları yaratmaya çok müsait olan, "büyük inisiye"lere ilişkin okültist ve teosofist kökenli bazı kavrayışlardan az ya da çok etkilenmiş olmaları çok mümkündür. Her halükârda bu kişiler inisiyasyon sözcüğünün "giriş" ve "başlangıç" anlamlarına gelen "initium" sözcüğünden türetilmiş olduğunu unutuyorlar; bu, kat edilecek olan, bir yola giriştir, ya da, olağan insanın dar sınırlı yaşamınınkinden farklı olan bir düzeydeki imkânların geliştirileceği yeni bir varoluşun başlangıcıdır; ve inisiyasyon, en dar ve en kesin anlamında, gerçekte, tohum filizi halindeki, mânevi etkinin iletilmesinden, yani, başka deyişle, inisiyatik bağlanmanın oluşturulmasından başka şey değildir.
Yine inisiyatik bağlanmayla ilişkili olan bir diğer konu da son zamanlarda gündeme getirildi; bu konunun şümulünün tam olarak anlaşılması için, bunun inisiyasyonun normal ve olağan olmayan yollardan elde edildiği durumlar ile ilişkili olduğunu hemen belirtmek gerekiyor.

Böyle durumların istisna olmaktan öteye hiçbir zaman geçmediklerinin ve ancak bazı koşullar normal iletimi imkânsız kıldıklarında, bu iletim eksikliğini belirli bir ölçüde gidermek için, ortaya çıktıklarının iyi bilinmesi gerekir. Yalnızca, belirli bir ölçüde diyoruz, zira, hem böyle bir şey ancak, olağanın çok üzerinde olan niteliklere sahip olup, kendi özgün imkânlarıyla arayamadıkları manevî etkiyi bir tür kendilerine çekmek için yeterince güçlü esinleri olan kişilikler için söz konusu olabilir hem de kusurlu bir tradisyonel örgenleşme ile sürekli temas sonucu sağlanacak inisiyatik gelişmelerin az ya da çok kısmi ve noksan olmamaları, böyle kişilikler için bile, çok enderdir. Bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız, yine de, buna rağmen, bu imkândan sırf söz etmiş olmak bile tehlike yaratmaktan tamamen uzak olmayabilir, zira pek çok kişi kendileri için bu bağlamda bir takım kuruntulara kapılabilir; yaşamlarında biraz olağanüstü olan, ya da aslında olağanüstü olmayıp da onlara öyle gelen, bir şeyin ortaya çıkması, onların o şeyi böyle bir inisiyasyon elde etmekte olduklarının işareti olarak yorumlamaları için yeterli olur. Özellikle, günümüz Batılıları için, sürekli bir bağlanmadan kurtulmayı sağlaması nedeniyle, böyle bir şeyi kabullenmek çok kolay olur; bu nedenle, normal inisiyasyon imkânı ortadan kalkmadıkça, onun dışında herhangi bir inisiyasyonun söz konusu olamayacağını özenle vurgulamak yerinde olur. Bir diğer çok önemli nokta şudur: böyle bir durumda bile, aslında, daima bir inisiyatik "zincir"e —hangi vasıta ve tarzlarla olursa olsun— bağlanmak ve bir manevî etkinin iletilmesi söz konusudur ve bu vasıtalar ve tarzlar, kuşkusuz, normal durumlardakilere kıyasla çok farklı olabilirler ve de, örneğin olağan zaman ve mekân koşullarının dışında oluşan bir eylem içerebilirler; ancak, her halükârda, burada kaçınılmaz olarak gerçek bir temas vardır ve bu temasın, kuşkusuz, —yalnızca hayal gücünden kaynaklanan— "görü" ile hiçbir ortak yönü yoktur. Daha önce, başka bir yerde, imâda bulunmuş olduğumuz Jacob Boehm'ninki gibi bazı bilinen örneklerde bu temas —bir kez görülüp, bir daha görülmeyen— gizemli bir Şahsiyete rastlanılmasıyla oluşur. Bu gizemli şahsiyet nasıl biri olursa olsun, burada sadece, herkesin istediği gibi yorumlayabileceği, muğlak ve (pek) anlaşılmaz bir "işaret" değil, fakat tamamen "müspet" bir olgu söz konusudur.

Şu var ki, bu tarzda inisiye olan kişi, kendisine sunulmuş olanın ve böylece bağlanmış olduğu şeyin gerçek doğası konusunda açık bir bilince sahip olmayabilir ve —onu bu konuda azıcık dahi bilgi sahibi kılabilecek bir "eğitim"i olmadığından dolayı— haliyle bu konuda hiçbir açıklama dahi yapamayacak durumda olabiliriz. Hatta, gerek kendisinin, gerekse içinde yaşadığı çevrenin, ne inisiyasyon sözcüğünden ne de öyle bir olgunun varlığından haberleri bile olmayabilir. Fakat, bunların, temelde fazla önemi yoktur ve bu durum, inisiyasyonun gerçekliğini hiç etkilemez. Ancak bu tarz inisiyasyonun normal inisiyasyona kıyasla bazı kaçınılmaz dezavantajları vardır Bunu belirttikten sonra, anımsatmış olduğumuz soruya gelebiliriz, zira bu birkaç vurgulama bu konuda daha kolayca yanıt sunabilmemizi olası kılacaktır. Bu soru şuydu: inisiyatik nitelikte içeriği olan bazı kitaplar, bir tradisyonel "zincir" ile hiçbir doğrudan temas söz konusu olmaksızın, sadece okunmalarıyla, özellikle nitelikli olan ve o kitapları gerektiği gibi inceleyen kişilere, sözünü etmiş olduklarımız türünden bir inisiyasyon sağlayabilecek olan, bir manevi etkinin iletilmesinde vasıta olabilirler mi? "Kitaplarla bir inisiyasyonun elde edilmesinin olanaksızlığı" yeterince açıkladığımızı zannetmekte olduğumuz bir husustur, ve ne türden olurlarsa olsunlar sadece kitap okumanın, kimi kez olağan inisiyasyon vasıtalarının yerini alan, şu istisnai vasıtalardan birini oluşturabileceğinin düşünülebileceği hususunun hiç aklımıza gelmemiş olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor. Kaldı ki, inisiyatik bir etkinin tam anlamıyla iletilmesinin söz konusu olduğu, özel ve belirli durum bir yâna, böyle bir şey, sözlü iletişimin gerçek tradisyonel eğitimin, her yerde ve her zaman, gerekli bir koşulu olarak kabul edilmesi olgusuna açıkça aykırı olurdu. Öyle ki, bu (tradisyonel) eğitim yazılı olarak yapıldığında bile, sözlü iletişimden asla vazgeçilemez, zira bu iletişimin gerçekten geçerli olabilmesi bir tür "canlısal" (vital) öğenin iletilmesini gerektirmektedir, oysa kitaplar böyle bir iletişimi sağlayamazlar. Fakat, belki de en çok şaşırtıcı olan, sorunun, tam da, hiçbir yanlış anla-, taya yol açmamak için, "kitabî" incelemeye ilişkin olarak —inisiyatik tertipte içeriği olan kitapların durumunu da özellikle belirterek—yeterince açıklama sunmuş olduğumuzu zannettiğimiz bir bölüm ile bağlantılı olarak sorulmuş olmasıdır; dolayısıyla, tekrar bu konuya dönüp, söylemek istediğimizi biraz daha tam olarak geliştirerek sunmak yararlı olacak gibi görünmektedir.

Açıktır ki, bir kitabı okumanın pek çok farklı tarzları vardır ve bu (farklı tarzda) okumalardan elde edilecek sonuçlar da aynı şekilde çok farklı olurlar: örneğin, bir tradisyonun kutsal Metinleri söz konusu ise, sözcüğün tam anlamıyla din-dışi olan bir kişi, ya da modern "eleştiri", bunlarda sadece (bir) "edebiyat" bulacaktır ve —en zahirî anlamda bile olsa, en ufak bir gerçek kavrayış edinmeden (zira, okumuş olduğunun bir hakikati ifade edip etmediğini bilmediği gibi, böyle bir soruyu kendi' kendine sormaz dahi)— bu okuduklarından tümüyle kelimelerde kalan bir bilgi edinecektir; ve bu, en dar anlamda "kitabî" diye nitelendirilebilecek olan bilgi türüdür. Oysa, tradisyona bağlanmış olan kişi, bunun sadece zahirî anlamını bilse dahi ve her ne kadar anlayışı henüz hâlâ "kelâm" düzeyiyle sınırlanmış durumda ise de, bu Metinlerde tümüyle başka şeyler görecektir ve onlarda bulacağının onun için —sadece derin bilgi ile kıyaslanamayacak denli— büyük bir değeri olacaktır; bu en aşağı derece için, yani öğretisel hakikatleri anlayamayıp, bu Metinlerde sadece —onun, hiç değilse, tradisyona kendi olanakları ölçüsünde katılmasını sağlayacak olan— bir davranış biçimi bilgisini arayan bir kişinin durumunda bile böyledir. Örneğin; ilahiyatçının yaptığı gibi, öğretinin zâhiriliğini tam olarak özümsemeyi amaçlayan kişinin durumu ise, kuşkusuz, öncekinden çok daha yüksek bir düzeydedir. Ancak, yine de hep kelâmî anlam söz konusudur ve diğer, daha derin, anlamların yani, sonuç olarak, bâtını anlamlarının var olup olmadıklarından bir kuşku bile duyulmayabilir. Tersine, bâtınî olana ilişkin biraz kuramsal bilgisi olan ise, bazı yorumların yardımıyla ya da başka biçimde, kutsal Metinlerde içerilen anlam zenginliğini sezinlemeye ve ardından da "kelâm"ın ardında saklı olan "ruh"u ayırdetmeye başlayabilir; dolayısıyla, onun kavrayışı egzoteristlerin en bilgin ve en yetkin olandan çok daha derin ve yüksek düzeydedir. Dolayısıyla, bu Metinlerin incelenimi, normalde, her tahakkuktan önce yapılması gereken öğretisel hazırlığın önemli bir aşamasını oluşturabilir. Fakat, bu arada, böyle bir çalışmaya girişen kişi şayet başka yerden hiçbir inisiyasyon almazsa, hep —böyle bir (kitabî) incelemenin, ondan ne denli yararlanılsa da, ' aşılmasına tek başına, haliyle, hiçbir yardımının olamayacağı— kuramsal bilgi düzeyinde kalır.

Kutsal Metinler değil de, özgün inisiyatik nitelikte olan —Şankaraşarya, ya da Muhittin-i Arâbî'ninkiler örneği— bazı metinler söz konusu olduğunda ise bir nokta hariç olarak, yine hemen hemen tümüyle aynı şeyleri söyleyebiliriz: Dolayısıyla, bunları okumanın bir doğu uzmanına sağlayacağı tüm yarar, falanca yazarın (ki, o şahsiyet onun için gerçekten sadece bir "yazar"dan başka hiçbir şey değildir) falanca şeyleri söylemiş olduğunu bilmektir. Yine, şayet bunları, basit bir hafıza çabasıyla metin olarak aynen tekrar aklanmakla yetinmeyip tercüme etmeye kalkarsa, çok büyük bir olasılıkla, bozar, zira bunların gerçek anlamını hiçbir derecede özümsemiş değildir. Daha önce söylediklerimizden tek farklılık olarak, burada, artık zâhirîlik söz konusu değildir, zira bu yazılar yanhzca bâtınî olan ile ilişkilidirler ve böyle olmakla da, onun uzmanlık alanının tümüyle dışındadırlar. Bunları gerçekten anla-yabilmişse, zâhirîlik ile bâtınîliği birbirinden ayıran sınırı aşmış demektir ve o zaman da aslında, kuramsal bâtınîlik ile karşıkarşıyayızdır, ki, daha önce söylemiş olduklarımızı—hiçbir değişiklik yapmadan— bu durum için de yineleyebiliriz.

Şimdi sıra son, ancak bakış açımız için aynı derecede önemli olan, bir farklılığı ele almaya geldi: bir aynı kitabın, "kuramsal" bâtınîlik durumunda olan ve henüz bir inisiyasyon almamış olduğunu farz ettiğimiz biri tarafından okunması ile, —tersine— bir inisiyatik bağlılığa sahip olan biri tarafından okunması arasındaki farklılıktan söz etmek istiyoruz, inisiyatik bağlanma içinde olan kişi de, doğal olarak, bu kitapta diğerinin gördükleriyle aynı tertipten şeyler görecektir, fakat onları muhtemelen daha tam olarak görecektir ve özellikle, onlar ona bir tür farklı bir ışık sunacaklar. O kişi, sadece bilkuvve bir inisiyasyon durumunda bile olsa bu yine böyle olacaktır. O kişi kendisinde tamamlanmamış olarak bulunan bir öğretisel birikimi ancak belirli bir derecede daha derinleştirmiş olacaktır. Fakat, tahakkuk aşamasına ulaşmış olan biri için durum tamamen değişiktir. O kişi için, kitabın içeriği sadece —törensel denilebilecek bir anlamda ve içsel çalışmada kullanılan çeşitli tertipten simgeler bağlamında— bir tefekkür vasıtası oluşturmaz. Kaçınılmaz olarak, doğaları itibarıyla, simgesel olan tradisyonel metinlerin böyle (değişik) bir rol oynamalarında, kuşkusuz, anlaşılmayacak bir şey yoktur. inisiyatik bağlanma durumunda olan kişi için "kelâm" yitip gider ve -gerçekten- o kişi için sadece, "kelâmın ötesinde olan "ruh" söz konusu olur ve böylece ona —bir mantra yada bir yantra üzerinde yoğunlaşarak zikir yaptığı sırada olduğu gibi— sadece kuramsal bir kavrayış için geçerli olabilecek olanlardan tamamen farklı olanaklar sağlanabilir. Fakat, bunun böyle olması, tekrar belirtelim ki, sadece o kişinin almış olduğu ve—o olmadan bir kişinin, ne tür niteliklere sahip olursa olsun, böyle şeyleri en ufak bir ölçüde bile tahakkuk ettirmek olanağına sahip olamayacağı— gerekli koşulu oluşturan inisiyasyon sayesindedir, bu da, sonuçta, tamamen, her fiilî inisiyasyon, bil-kuvve inisiyasyonu zorunlu olarak gerektirir demektir. Şunu da ekleyelim ki, inisiyatik türden bir metin üzerinde zikire dalan bir kişi, bu şekilde, o metinin yazarından kaynaklanan bir etki ile gerçekten temas haline girerse —ki, böyle bir durum, gerçekte, şayet bu metin tradisyo-nel tarzdan kaynaklanıyorsa ve özellikle o kişinin kendisinin dahil olduğu özel "zincir" ile ilişkiliyse olasıdır— bir inisiyatik bağlanmadan çok uzak bir durum olmakla birlikte, bu durum da asla o kişinin birikiminin bir sonucundan başka bir şey değildir. Böylece, konuya nasıl bakılırsa bakılsın, kitaplar vasıtasıyla bir inisiyasyon elde etmek kesinlikle hiçbir biçimde söz konusu olamaz, ancak, bazı koşullarda kitap kuşkusuz, tamamen başka bir şeydir. Bu kez konu üzerinde, hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak ve (kitaplarda), istisnai olarak dahi, inisiyatik bağlanma gerekliliğinden muaf tutabilecek bir şeyin bulunabileceği düşüncesine kapılmamayı sağlayabilecek denli yeterince durmuş olduğumuzu umarız.

GURU VE UPAGURU

Guru'nun ya da "Manevi Üstad" ın (Mürşid'in) inisiyatik rolünden çok söz edilir (kuşkusuz bunun böyle olması, bundan söz edenler bu konuyu her zaman tam olarak anlıyorlar demek değildir). Ancak, buna karşın, genel olarak sessizlikle geçiştirilen bir başka husus vardır: bu, Hindu tradisyonunda upaguru olarak adlandırılanın (inisiyasyondaki) rolüdür. Upaguru adı ile, nasıl olurlarsa olsunlar, herhangi bir kişi için rastlanılmaları halinde belirli bir manevî tekâmül vesilesi ya da (bu yönde) bir hareket noktası oluşturan tüm varlıklar ifade edilir. Genel olarak, bu varlığın kendisinin oynamış olduğu bu rolün bilincinde olması hiçbir biçimde gerekli değildir. Her ne kadar burada bir "varlık"tan söz ediyorsak da, tamamen aynı şekilde (bu bağlamda), aynı etkiyi yaratan bir nesneden ya da hatta aynı etkiyi yaralan herhangi bir durumdan da söz edebilirdik. Bu, sonuçta —daha önce sık sık belirtmiş olduğumuz üzere— herhangi bir şey, duruma göre, bu açıdan bir "vesile" oluşturabilir demektir. Bunun (upaguru1-nun) sözcüğün tam anlamında bir "neden" olmadığı ve aslında gerçek "neden"in bu etkiye maruz kalan kişinin doğasında bulunduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Zira o kişide böyle bir etki uyandıran şey başka bir kişide hiç de böyle bir etki yaratmayabilmektedir. îşlevlerinin böyle olması nedeniyle, bir ve aynı manevî tekâmül süreci içinde doğal olarak pek çok upaguru'nun varlığının söz konusu olduğunu da ekleyelim. Zira upaguru'ların her biri ancak geçici bir role sahiptir ve sadece belirli bir süre boyunca etkin olabilir ve ondan sonra artık onunla karşılaşıldığında o ancak —her an karşılaştığımız ve az çok kayıtsızlıkla karşıladığımız— tüm diğer şeyler kadar önem taşır.

Upaguru terimi, temelde, gerçek Guru'nun yardımcısı gibi kabul edilebilecek olup (Guru'ya kıyasla) ancak ikincil ve bağımlı bir rolü olanı ifade ediyor. Aslında, gerçek Guru'nun müritlerinin tekâmülüne yarayışlı olan tüm durumları —müritlerinin her birinin yetenek ve eğilimlerine uygun bir biçimde— değerlendirmeyi bilmesi gerekir. Hatta, şayet gerçekten tam anlamıyla bir manevî Üstat (Mürşit) ise, kimi kez —gerektiğinde— böyle durumları kendisi de tezahür ettirebilir. Dolayısıyla, bir varlık tarafından kendi etkinliğini oluşturmak ya da güçlendirmek için kullanılan araçların ve çeşitli imkanların o varlığın uzantıları olmaları gibi, bunların da sadece Guru'nun bir tür "uzantıları" oldukları söylenilebilir. Açıktır ki, bunun böyle olması Guru'nun kendi özgün rolünün azalmasına hiç yol açmaz, tersine, onun daha tam ve —olağan durumların sınırsız çeşitliliğinin bu durumlardan bireysel doğalara uygun düşen birkaçının bulunmasını daima mümkün kılmasıyla— her müridinin doğasına daha uygun düşen bir uygulama yapabilmesini sağlar.

Bu söylemiş olduğumuz "normal" denilebilecek olan ya da en azından inisiyatik süreç açısından "normal" olması gereken, yani bir beşerî Guru'nun fiilî varlığım gerektiren durumlarla ilişkilidir. Bunun dışındaki az ya da çok istisnai durumlarda söz konusu olan bir başka tarz ile ilişkili değerlendirmelere geçmeden önce bir başka vurgulama daha yapmak uygun düşüyor. Özgün anlamında inisiyasyon bir manevi Üstad (Mürşid) olmak için gerekli olan niteliklere sahip olmayan ve bu nedenle yalnızca —yapmakta olduğu işlem ile bağıntılı olan etkiyi— "nakledici" olarak hareket eden biri tarafından oluşturulmuşsa, söz konusu inisiyatör tamamen özel bir önem taşıyan ve tarzında bir tür "tek" olan bir upagtıru olarak da kabul edilebilir. Zira, "ikinci doğuş"u gerçekten belirleyen husus o inisiyatörün işin içine girmesidir. Inisiyasyonun sadece bilkuvve olarak kalması gerekse bile bu böyledir. Bu durum aynı zamanda upaguru'nun rolünün, en azından belirli bir derecede, bilincinde olmasının gerektiği tek durumdur da. "En azından belirli bir derecede" diyoruz, zira az ya da çok dejenere olmuş ya da zayıflamış inisiyatik örgenleşmeler söz konusu olduğunda inisiyatör naklettiği şeyin gerçek doğasından habersiz olabiliyor ve hatta törenlerde mündemiç olan etkinlik hakkında hiçbir fikri bile bulunmayabiliyor. Oysa ki, bu durum, başka vesilelerle açıklamış olduğumuz üzere, bunların —usulüne uygun olarak yapıldıklarında— geçerli olmalarını hiçbir biçimde engellemez. Yalnız, tabiî ki, bir Guru'nun bulunmaması nedeniyle, böyle elde edilmiş olan inisiyasyonun —belki başka bir sefer sözünü edebileceğimiz bazı istisnai durumların dışında— hiçbir zaman fiilî hâle geçememesi riski fazladır. Şimdilik bu hususta' tüm söyleyeceğimiz —burada kuramsal olarak mutlak bir imkânsızlık söz konusu olmasa bile— fiilî hâle geçişe aslında hemen hemen olağan-dışı imkanlarla elde edilen inisiyatik bağlanma kadar ender rastlanıldığıdır. Öyle ki, sonuçta, söz konusu olan en yaygın kapsamlı uygulama olduğunda bunu dikkate almakta yarar yoktur.

Bunu belirttikten sonra, upaguru'nun —sunmuş olduğumuzdan daha derin bir anlamını belirtmek üzere— genel değerlendirmesine dönelim. Beşeri Gürü temelde gerçek "içsel Guru"nun dışsallaşmış ve adeta "maddeselleşmiş" temsilinden başka bir şey değildir ve gerekliliği inisiyenin, belirli bir manevi tekamül derecesine ulaşmamış olduğu sürece, "içsel Gürü" ile bilinçli olarak doğrudan temas kuramamasından kaynaklanır. Beşeri bir Gürü bulunsun ya da bulunmasın, içsel Gürü, her durumda, daima vardır (ya da, hazır bulunur -ÇN.). Zira o "kendilik" (Soi) ile "bir"dir ve, kısaca belirtilecek olursa, inisiyatik gerçeklikleri tam olarak kavramak isteniliyorsa bu bakış açısında bulunmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında az önce sözünü etmiş olduğumuz türden istisnalar artık yoktur. Sadece "içsel Guru"nun etkinliğinin söz konusu olduğu çeşitli tarzlar vardır. Upaguru'lar da beşerî Gürü gibi —fakat daha düşük bir derecede ve, deyim yerindeyse, daha "kısmi" olarak— "içsel Guru"nun tezahürleridirler. Dolayısıyla, onlar, deyim yerindeyse, onun —henüz kendisiyle doğrudan iletişim oluşturamayan varlık ile mümkün olduğu ölçüde iletişim oluşturabilmek için— büründüğü görünümlerdir. Söz konusu varlık o durumdadır ki, onunla iletişim ancak dışsal vasıtalarla Tutulabilmektedir. Bu durum, örneğin, müstakbel Buda'nın art arda rastlamış olduğu yaşlının, hastanın, kadavranın ve keşişin onu Aydınlanma'ya (illumination) yöneltmek isteyen Deva'ların büründükleri şekiller oldukları rivayetinin de anlaşılmasını mümkün kılmaktadır. Bu Deva'larm kendileri de burada "içsel Guru"nun görünümleridirler. Fakat, burada bunların illa da sadece "görüntü"ler olduklarını düşünmemek gerekir. Ancak, kuşkusuz, bazı durumlarda bu da mümkündür. Bir upaguru rolünü oynayan varlığın bireysel gerçekliği bu durumdan hiç etkilenmez ya da herhangi bir tahribata uğramaz. Onun geçici olarak "vasıta "lığını yaptığı yüksek düzeydeki gerçeklik karşısında bir tür silinmesi yalnızca —onun bilinçli ya da çoğu kez bilinçsiz olarak taşıyıcısı haline gelmiş olduğu— "mesaj"in özellikle yönelik olduğu kişi için (ya da, o kişi açısından; söz konusudur.

Hiçbir yanlış anlamaya yol açmamak için, son olarak belirtmiş olduğumuz hususa, "içsel Guru"nun tezahürlerinin sadece "sübjektif" (öznel) bir şey oluşturdukları şeklinde yorumlamaktan çok kaçınmak gerektiğini ekleyeceğiz. Biz bunu hiç de bu şekilde anlamıyoruz, ve, bizim bakış açımıza göre, "sübjektiflik" (öznellik) en boş (ya da, temelsiz) yanılgılardan biridir. Sözünü etmekte olduğumuz yüksek gerçeklik "psikolojik" alanın çok üzerindedir ve "sübjektif" (o yüksek düzeyde) artık gerçekten hiçbir anlam ifade etmez. Hatta kimileri bunun üzerinde durmayı gerektirmeyecek denli çok açık bir şey olduğunu bile düşüneceklerdir. Fakat, biz çağdaşlarımızın çoğunun zihniyetini bize böyle belirlemelerin gereksiz olmadıklarını düşündürecek denli iyi bilmekteyiz. "Manevi Üstat" (Mürşid) söz konusu olduğunda işi bunu "Bilincin Yöneticisi" (Directeur de conscience) olarak yorumlamaya dek vardıran kişiler görmedik mi?

GERÇEK VE SAHTE MÂNEVİ EĞİTİCİLER

Bir inisiyatik organizasyona tamamen bağlanmak olan ve bir mânevi etkinin iletilmesini gerektiren tam anlamıyla inisiyasyon ile önceleri sadece bilkuvve olarak var olan bir inisiyasyonu fiilî hâle geçirmek için, sonradan kullanılacak olan imkânlar doğal olarak, her durumda, zorunlu önsel bağlanmayla bağıntılı olan bir etkinliğe sahip olan imkânlar arasında yapılması gereken ayrımın sık sık üzerinde durduk. Varlığın manevi gelişimini oluşturacak olan "içsel çalışma"ya dışarıdan yapılmış birer yardım olan (ve, tabî ki, hiçbir zaman bir içsel çalışmanın yerini tutmayan) bu imkânlar bütünlüklerinde, -en geniş anlamında alınıp ve öğretisel düzeydeki bazı verilerle sınırlandırılmayıp, yaptığı çalışmada (hangi derecede olursa olsun) bit manevi tahakkuka ulaşmasında inisiyeye rehberlik edecek nitelikte olan her şey onun bağlamına dahil edilerek- "inisiyatik eğitim" deyimiyle ifade edilebilirler.

Özellikle çağımızda en zor olan, kuşkusuz, bir inisiyatik bağlanma elde etmek değildir. Fakat nitelikli, yani -onların dışında hareket ettiğinde en yetkin Üstadın bile hiçbir fiilî sonuç alamayacağının belli bir şey olduğu- kendi özel yeteneklerine uygun olan tüm imkânları kullanarak, manevi rehber işlevini gerçekten yerine getirebilecek olan bir eğitici bulmaktır. Böyle bir eğitici bulunmadığında, daha önce açıklamış olduğumuz gibi, inisiyasyon -uygun tören (ya da, ibadet) ile manevi etki gerçekten nakledilmiş olduğunda kuşkusuz geçerli olmakla birlikte, çok ender istisnaların dışında hep sadece bilkuvve olarak kalır. Güçlüğü daha da artıran, bu rolü oynamak için gerekli hiçbir niteliğe sahip olmayıp da, manevi rehber olmak iddiasında olanların sayısının hiçbir zaman günümüzde olduğu kadar fazla olmamış olmasıdır. Bunun yol açtığı tehlike bu kişilerin çok güçlü ve az ya da çok anormal bir psişik yapıya sahip olmaları -ki, kuşkusuz bu durum manevi gelişme açısından hiçbir şey kanıtlamaz ve hatta daha çok olumsuz bir göstergedir- oranında daha fazladır. Bu hususta gerekli ayrımları yapmak için yeterli bilgiye sahip olmayanları bu konuda uyarmak gerekir. Dolayısıyla, ancak kendilerine meyil gösterecek olanları -ve bunun sonucunda sadece zaman yitirmekle kalırlarsa kendilerini mutlu saymaları gereken kişileri- yanlış yola saptırabilen bu sahte eğiticilere karşı elden geldiğince temkinli olmak gerekir, ister zamanımızda pek çok rastlanıldığı üzere basit aldatıcı üfürükçüler olsunlar, ister kendilerinde bu tür yetenek olduğuna kendileri de inanmış olsunlar, sonuçta bunların bir şey ifade etmeyeceği açıktır. Hatta, bir anlamda, az ya da çok samimi olanları (zira bu hususta birtakım dereceler söz konusudur) bu bilinçsizlikleri nedeniyle, daha da tehlikelidirler. Çağdaşlarımızda maalesef çok yaygın olarak görülen ve defalarca değinmiş olduğumuz bir husus olan psişik olan ile manevi olanın birbirine karıştırılmasının en kötü yanılgılara yol açabildiğini eklemeye gerek bile yoktur. Buna sözde "güç"ler ve, az ya da çok olağanüstü "olay"ların cazibesi eklendiğinde, ki bunlar hemen hemen daima eklenir, bazı sahte eğiticilerin başarılı olmalarının nedeni anlaşılır.

Ancak, bunların, hepsinin değilse bile çoğunun kolayca tanınmasını sağlayan bir nitelikleri vardır ve bu, sonuçta, inisiyasyona ilişkin olarak değişmez biçimde hep söylemiş olduklarımızdan doğrudan doğruya ve kaçınılmaz biçimde çıkan bir şey olmakla birlikte, az ya da çok kuşkulu olan çeşitli kişiler hakkında bize son zamanlarda yöneltilmiş olan sorular nedeniyle bunu daha bir belirginlikle yine açıklamanın yararsız olmayacağı kanaatindeyiz. Belirli bir tradisyonel tarza bağlı olmadan ya da bu tarzların oluşturdukları kurallara uymadan, kendini bir manevi eğitici gibi gösteren kişi, kendine atfetmiş olduğu niteliğe gerçekten sahip olamaz. O, duruma göre âdi bir düzmeci ya da inisiyasyonun gerçek niteliklerini bilmeyen bir "gafil" olabilir ve birinciden çok bu ikinci durumda çoğu kez, kesinlikle, o kişi belki de kendisinin bile bilmediği bir şeye hizmet etmektedir. Etkinliğin bir ilk koşulu olarak, düzenli bir organizasyona bağlı olmak gerekliliğini bir yana bırakarak, herkese ve hatta inanmayanlara bile inisiyatik nitelikte bir eğitim verdiğini öne süren (ki, bu durum öncekiyle biraz benzeşir) ya da tradisyonel olarak bilinen inisiyasyonlardan herhangi birine uymayan yöntemlerle etkinlikte bulunan herkes için bunun böyle olduğunu söyleyeceğiz. Bu birkaç hususa dikkat edilip ciddi olarak üzerlerinde durulursa, "sahte inisiyasyon" yaratıcılarının maskeleri —bunlar hangi şekle bürünmüş olurlarsa olsunlar— hemen düşer. Bir de, gerçek olmakla birlikte, sapmış ve tradisyonel hak mezheplere uygunluğunu yitirmiş olan inisiyasyonların temsilcilerinden gelebilecek tehlikeler söz konusudur. Fakat, kuşkusuz bu, en azından batı aleminde çok daha az rastlanan bir durumdur. Dolayısıyla, bu koşullarda bununla uğraşmak çok daha az acil olan bir konudur. Kaldı ki, en azından, böyle inisiyasyonlara bağlı olan "eğitici"lerin genelde sözünü etmiş olduklarımızla ortak bir yönleri olarak, her fırsatta ve hiçbir geçerli neden bulunmadan (zira, onları olağan bir amaçlarını oluşturan, öğrencilerini bu yolla cezp etmeyi ya da elde tutmayı geçerli bir neden olarak kabul edemeyiz) psişik "iktidar"larını ortaya koymak ve bu düzeyden yetilerin aşırı ve az ya da çok düzensiz biçimde geliştirilmelerine ağırlık vermek —ki, bu durum tüm gerçek manevi gelişimlerin her zaman aleyhinedir— alışkanlıklarının olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan, gerçek manevi eğiticilere gelince, bunlar ile sahte eğiticilerin arasındaki belirtmiş olduğumuz hususlara ilişkin farklılık, bunların tam olmasa da (zira, bu sözünü etmiş olduğumuz koşullar gerekli olmakla birlikte yeterli olmayabilirler) büyük ölçüde kesinlikle ayrımlanabilmelerinde yardımcı olur. Ancak, burada yine bazı yanlış fikirleri yok etmek için bir vurgulama daha yapmak uygun düşer. Çoğunun zannettiğinin tersine, bir kişinin bu rolü belirli sınırlar içinde yerine getirmeye elverişli olması için, o kişinin kendisinin de tam bir manevi gelişmeye ulaşmış olması her zaman gerekli değildir. Aslında, açıktır ki, bir öğrenciye, onun inisiyatik kariyerinin ilk aşamalarında, geçerli bir biçimde rehberlik edebilmek için bundan daha azı da yeterlidir. Tabiî ki, bu öğrenci, onun artık rehberlik edemeyeceği bir noktaya ulaştığında, eğitici onun için artık hiçbir şey yapamayacağını söylemekte ve onu -çalışmasını en uygun koşullarda sürdürebilmesi için- mümkünse kendi Üstadına ya da tanıdığı kendinden yetkin olan başka bir eğiticiye göndermekte tereddüt etmez. Durum böyle olduğunda, sonuçta, öğrencinin ilk eğiticisinin manevi düzeyini aşmasında anormal olan hiçbir şey yoktur. Zaten o kişi şayet gerçekten olması gerektiği gibi biri ise, öğrencisinin bu düzeye ulaşmasına katkıda bulunmuş olmaktan ancak onur duyabilir. Aslında, kişisel kıskançlıklar ve rekabetlerin gerçek inisiyasyon alanında hiçbir yeri yoktur, oysa sahte eğiticiler söz konusu olduğunda böyle durumlara hemen hemen daima rastlanılır. Sadece gerçek mânevi Üstatların değil, inisiyasyonun ne olduğu konusunda biraz bilgiye sahip olan herkesin de teşhir etmeleri ve mücadele etmeleri gerekenler böyle kişilerdir.

DOĞUŞTAN BİLGELİK VE SONRADAN ELDE EDİLEN BİLGELİK

Konfüçyüs, iki tür bilgenin var olduğunu öğretiyordu: doğuştan bilge olanlar ve, Konfüçyüs örneği, sonradan kendi çalışmalarıyla bilge olanlar. Burada, Konfiçyüsçü hiyerarşinin en yüksek derecesini oluşturan "bilge"nin (chong) aynı zamanda daha önce başka yerde açıklamış olduğumuz üzere, zahirî ve bâtını alanların birleştikleri bir jûr sınır-nokta'da bulunması nedeniyle, Taocu hiyerarşinin ilk basamağını oluşturduğunu hatırlamak gerekir. Bu koşullarda, Konfüçyüs'ün “doğuştan bilge"den söz ederken, sadece doğası itibariyle, bir hazırlık ,(ya da, çalışma) yapmasına gerek kalmadan, inisiyatik hiyerarşiye gerçeklen dahil olmak için gerekli tüm niteliklere sahip olan ve dolayısıyla az ya da çok uzun ve zahmetli çalışmalarla dışsal hiyerarşi derecelerinde yavaş yavaş yükselmeye hiçbir gereksinimi olmayan kişileri mi kastetmek istemiş olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Bu, aslında, çok mümkündür ve hatta en gerçeksi (vraisemblable) yorumu oluşturur. böyle bir durum o denli doğru (ya da, gerçek) olabilir ki, kendi özgün yetileriyle, deyim yerindeyse, doğrudan—Konfüçyüs'ün bile kendisinin hep içinde olarak kabul ettiği— bu zahirî alanın ötesine geçebilecek varlıklar söz konusu olabilir. Öte yandan, özgün Konfiçyüsçü bakış açısının içerdiği sınırlanmalar aşıldığında doğuştan bilgeliğin —belirtmiş olduğumuzun sadece özel bir durumunu oluşturduğu— daha geniş ve daha derin bir anlam ifade edip etmeyeceği sorusu da akla gelebilir.

Böyle bir sorunun söz konusu olabileceği kolayca anlaşılır. Zira, sık sık belirtmek fırsatını bulmuş olduğumuz üzere, her gerçek (ya da, doğru) bilgi, varlık tarafından ilk ve son olarak edilmiş olan ve hiçbir şeyin hiçbir zaman kaybettiremeyeceği, daimi bir kazanç (müktesebat) oluşturur. Sonra, bir varoluş halinde belirli bir tahakkuk derecesine ulaşmış olan bir varlık başka bir hale geçtiğinde, kaçınılmaz olarak, bu şekilde elde etmiş olduğu —ve, dolayısıyla, bu yeni hâlde "doğuştan" gelmeymiş gibi belirecek olan— bilgiyi de kendisiyle birlikte (o yeni hâle) götürmek durumundadır. Tabiî ki, burada eksik kalmış olan bir tahakkuk söz konusudur. Zira, aksi takdirde, başka (ya da, yeni) bir hâle geçmek anlamsız olurdu. Bizi burada esas ilgilendiren durum olan beşerî hâle geçmiş olan varlık durumunda ise, bu tahakkuk (ya da, tekâmül) henüz bireysel varoluş koşullarını aşamamıştır. Fakat, bu tahakkuk en basit (ilkel) derecelerden, beşerî halde, bu halin kemâl durumuna tekabül edene en yakın olan noktaya dek uzanabilir. Hatta, beşer olarak doğan tüm varlıkların bu sonuncu durumda olmalarının gerektiği bile öne sürülebilir. Zira bu bireysel tekâmül düzeyine doğal ve kendiliğinden (spontane) sahiptirler. Bu durum onların beşeri halde doğmadan önce böyle bir düzeye ulaşmak noktasına gelmiş olduklarını gösterir. Dolayısıyla, onlar gerçekten de doğuştan bilgedirler ve bu sadece Konfüçyüs'ün kendi bakış açısından onu anlayabileceği kısıtlı biçimde değil, fakat bu deyime verilebilecek olan tüm anlam genişliği için de böyledir.

Daha uzağa gitmeden önce, burada beşerî hâlin dışındaki varoluş hallerindeyken elde edilmiş olanların söz konusu olduğunu vurgulamak yerinde olur. Dolayısıyla bunun herhangi bir "reenkarnasyoncu" kavrayış ile hiçbir ilişkisi yoktur ve olamaz. Kaldı ki, bu, her durumda, ona ters düşen metafizik düzeydeki nedenler bir yana, ilk insanlar durumunda da açıkça saçmadır. Bu da bu konunun üzerinde daha fazla durmanın yararsız olması için yeterlidir. Belki de, daha önemle vurgulanması gereken kolaycı bir yanlış anlamaya yol açabilecek olması nedeniyle, beşerî hâlden söz ettiğimizde, bu öncelik (anteriorite), beşerî halde söz konusu olan geçici (fânî) süreklilik ile, gerçekten ve harfi harfine, az ya da çok özdeşleştirilebilecek olan bir sürekliliği içerir olarak değil de, sadece çeşitli hallerin bir nedensel zinciri enimi olarak anlamak gerektiğidir. Aslını söylemek gerekirse, bunlar böyle tamamen simgesel bir biçimde, birbirini izleyen haller olarak ifade edilemezler. Fakat, anlaşılacağı üzere, dünyamızın koşullarına uygun olan böyle bir simgeciliğe başvurulmadığında, bu konuları beşerî dil ile anlaşılabilecek biçimde ifade edebilmek tamamen imkânsız olur. Bu husus belirtildikten sonra, yine konumuza dönelim: Bir varlığın beşerî hâlde doğmadan önce belirli bir tahakkuk düzeyine ulaşmış olduğundan söz edilebilir. Konunun bu tarzda ifade edilişinin —ne denli yetersiz olsa da— hiçbir uygunsuzluk içermemesi için, bunu hangi anlamda kavramak gerektiğini bilmek yeterlidir. Bu şekildedir ki, böyle bir varlık, beşeri dünyadaki bu tahakkuk için gerekli olan tekâmül derecesine, chong-jen, ya da Konfüçyüsçü bilge, derecesinden tchen-jen ya da "hakiki insan" düzeyine dek gidebilen derecelere doğuştan sahip olacaktır.

Ancak, yeryüzünün bugünkü koşullarında, bu doğuştan bilgeliğin ilk baştaki kadim çağlardaki gibi tamamen kendiliğinden tezahür edebileceğini zannetmemek gerekir, zira, ortam kesinlikle dikkate alınması gereken engeller çıkarır. Dolayısıyla, söz konusu olan varlığın bu engelleri aşmak için mevcut olan imkanlara başvurması gerekir, bu demektir ki, o varlık, yanlış olarak zannedildiği gibi, bir inisiyatik zincire bağlanmak zorunluluğundan muaf değildir, böyle bir bağlanma olmadığı takdirde, beşeri hâl içinde bulunmakta olması nedeniyle, sadece, -onun tahakkukunda daha ileriye gitmesine izin vermeyen, bir tür mânevi "uyku"ya dalmışçasına beşeri hale girerken nasıl idiyse öyle kalır. Yine, duruma göre, o varlığın- tedrici bir biçimde geliştirmek gereği söz konusu olmaksızın- chong-jen hâlini, dışsal olarak, tezahür ettirdiği düşünülebilir, zira bu hâlde yine zahiri alanın üst sınırında bulunur; fakat bu sınırın ötesinde olanlara ulaşmak için, kelimenin tam anlamıyla inisiyasyon daima zorunlu ve aynı zamanda böyle bir durumda yeterli olan bir koşul oluşturur. O zaman, bu varlık, görünüşte, alelade beşeri halden yola çıkmış olan inisiyeninkiyle aynı olan derecelerden geçebilir, fakat (aslında) gerçek tamamen farklı olacaktır, zira, sadece, normalde önce bilkuvve olan inisiyasyon o varlık için hemen fiilî hale gelmekle kalmayacak, fakat aynı zamanda, o varlık bu "derece"leri, deyim yerindeyse, -kuşkusuz, aslında, bunu ifade etmekte olan, eflatuncu "hatırlama ya benzetilebilecek biçimde- onlara daha önceden sahip olmuş gibi, tanıyacaktır". Bu durum, kuramsal bilgi düzeyinde, bazı öğretisel bilgilerin bilincine içsel olarak önceden sahip olan fakat bunları—gerekli deyimleri bilmediğinden dolayı— ifade edemeyen ve bunlar ifade edilir edilmez bunları hemen tanıyan ve bunları özümsemek için hiçbir çalışma yapmasına gerek kalmadan bunların anlamlarına tamamen nüfuz eden birinin durumuyla da kıyaslanabilir. Hatta, inisiyatik törenler ve simgeler ile karşılaştığında, bunlar da ona sanki o bunları, bir tür "zaman-dışı" olarak hep biliyormuş gibi gelebilir, zira, özel biçimlerin ötesinde ve onlardan bağımsız olarak özü oluşturan her şey aslında onun kendisinde bulunmaktadır ve aslında bu bilginin gerçekten hiç bir " zamansal başlangıcı " yoktur. Zira o bilgi, zaman tarafından gerçekten koşullanmış tek hal olan, beşeri hal sürecinin dışında tahakkuk ettirilmiş olan bir kazancın (müktesebatın) sonucudur.

Söylemiş olduğumuzdan çıkan bir diğer sonuç da, inisiyatik yolda ilerlemek için, sözünü etmekte olduğumuz türdeki bir varlığın dışsal ve beşerî bir Guru'nun yardımına ihtiyacı olmadığıdır. Zira hakiki guru olan "içsel Guru" o varlıkta başından beri etkindir. Bu durum tüm geçici müdahaleleri gereksiz kılar ve dışsal Guru'nun rolü de bu tür bir müdahaleden başka şey değildir ve bu, daha önce atıfta bulunmuş olduğumuz istisnai durumdur. Yalnız, iyi anlaşılması zorunlu olan bir şey de şudur ki, bu durum, insanlığın devre'nin iniş sürecinde ilerlemesi ölçüsünde, daha da istisnalaşan bir durumdur. Bu durum ilk bakıştaki hâlin ve onu izlemiş olan hallerin, Kali-Yuga'dan önceki bir son kalıntısı, kaçınılmaz olarak karartılmış olan bir kalıntı olarak görülebilir. Zira doğuştan, "hak olarak", "hakiki insan" niteliğine ya da ufak bir derecede (manevi) tahakkuk ettiricilik niteliğine sahip olan varlık o niteliğini artık tamamen kendiliğinden ve tüm olağan koşullardan bağımsız olarak geliştiremez. Tabiî ki, o varlık için olağanlıkların etkisi asgariye inmiştir ve zaten, sonuçta söz konusu olan sadece bir insiyatik bağlamadır, ki o varlık, doğasının bir sonucu olan bir "cezbe" ile karşı konulmazcasına yönelerek, bu bağlanmayı her zaman elde edebilir. Fakat, özellikle önüne geçilmeye çalışılması gereken şey, gerek doğal olarak kendilerini inisiyasyonu aramaya yönelmiş hissetmeleri nedeniyle —ki, bu durum, çoğu kez, sadece onların bu yola girmeye hazır olduklarım gösterir. Yoksa onların bu yolu daha önce, başka bir hâldeyken, kısmen katletmiş olduklarını değil—, gerekse, her inisiyasyondan önce kendilerinde bazı —muhtemelen manevi olmaktan çok psişik düzeyden olan— az ya da çok belirsiz "kalınırların (ya da "iz"lerin) varlığını hissetmeleri nedeniyle, kendi durumlarının da böyle bir durum olduğu zaman çok kolayca kapılabilmeleridir. Manevi, düzeyden olmaktan çok psişik düzeyden olan bu hisler, sonuçta, hiçbir fazla olağan üstülük taşımazlar ve yeterli, insanların geneline kıyasla, biraz daha az olarak sınırlanmış olan ve bu nedenle de, bireyselliğin bedensel tarzına daha az kapatılmış olan (enferme) —ki, bu durum, o kişilerin inisiyasyon için gereken niteliklere gerçekten kesinkes sahip olduklarını da göstermez— her insanın sahip olabileceği birtakım "önsezi"lerden başka bir şeyi ifade etmezler. Tüm bunlar, kuşkusuz, kişinin kendisinin bir mânevi Üstat olduğunu öne sürmesi ve fiilî inisiyasyona ulaşması ve de bu bağlamda kişisel çabalar göstermekten kendini muaf zannetmesi için hiç de yeterli olan nedenler değildir. Hakikat, şunu belirtmemizi zorunlu kılıyor ki, böyle bir imkân vardır, fakat bu çok küçük bir azınlığa özgüdür. Öyle ki, sonuçta, pratik olarak dikkate alınmayabilir. Gerçekten bu imkâna sahip olanlar, sözünü ettiğimiz duruma daima varacaklardır. Aslında önemli olan tek şey budur. Diğerlerine gelince, onların boş hayalleri, o hayallere inancı da eklemeye ve bunun sonucuna göre davranmaya kapılırlarsa, onları ancak en üzücü (ya da sıkıcı) düş kırıklıklarına sürükleyebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder