24 Ocak 2012 Salı

Gizemli Medeniyetler




Akkadlar (M.Ö. 4000 - M.Ö. 2100)

Akkadlar, M.Ö. 4000'de Arap Yarımada'sından Mezopotamya'ya ilk gelen ve yerleşen Sami asıllı bir kavimdir. Akkad kralı Sargon, Sümerleri yenmiş ve bu devleti kurmuştur.

Devletin başkenti Akad'dır. İlk düzenli ordu sistemini kurmuşlardır. Sümerliler'in kuzeyinde, Fırat Nehri boylarında tarihte ilk bilinen imparatorluğu kurdular. Sümer kültüründen etkilendiler ve bu kültürü Ön Asya'ya yaydılar. Sargon'un ölümünden sonra devlet zayıfladı ve Sümerliler tarafından ortadan kaldırıldı (M.Ö. 2100).

Sami kökenli bir halk olan Akadlar (veya Akkadlar), 3. 1000 yılın ortalarında yaklaşık iki yüzyıl boyunca Mezopotamya'da hüküm sürmüştürler. Bütün Mezopotamya'yı egemenlikleri altına alan ilk topluluk oldukları gibi idarecileri önceki Kent Kralı imgesinin yerine Evrenin Kralı simgesini ortaya çıkarmışlardır. Bu kavramı belki de ilk kullanan topluluk olarak Akadlar kültürel anlamda Sümerlerin mirasçılarıdırlar ve Sümer kültürünü büyük oranda benimsemiştirler.

Akad sülalesinin kurucusu Sargon ve torunu Naram-Sin Akad İmparatorluğunun en önemli liderleri olmuşlardır. Akadlar'ın zayıflama döneminde Sümer kentleri tekrar egemenliklerini elde etmiş ve 3. Ur Sülalesi'nin Mezopotamya'daki yükselişiyle birlikte Akadlar'ın dönemi son bulmuştur.

Kuzey Mezopotamya'dan güneye doğru genişleyen Sami halkının yerleşim yerleri, Sümer şehirlerine kadar dayanmıştır. Hatta birçok şehirde, Samiler ücretli asker olarak Sümer ordularında yer almışlardır.

Sümer tarihinde çok önemli bir yer alan Kiş şehrinin sarayında kral Urzababa'nın baş muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon, M.Ö. 2350 yılında bir savaştan yenik dönen kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir. Sami halkının ilk kralı olan Sargon, Kiş şehrini ele geçirdikten sonra, güneye doğru ilerleyerek diğer Sümer şehirlerini de sınırları içine aldı. Sargon yaptığı bütün seferlerinde kuşattığı topraklara, Sami kültürünü ve dilini de götürmüştür. Sümer kültürünü temel alan ve kendi kültürüyle bütünleştirerek özümseyen Akadlılar, büyük bir medeniyeti geliştirdiler. Böylece dünyada ilk kez, bu kadar geniş bir alan üzerinde, merkezi bir devlet kuruldu.
Akad Kralı Naram-Sin

Akad şehrinin merkez haline gelmesinden sonra Sargon'un kurduğu devlete Akad Devleti, konuştukları doğu Sami diline de, Akadça denildi. Akad dili bütün Mezopotamya'da Sümer dilinin yerine geçerek, günlük yaşamda ve ticarette kullanılandı.

Kral Sargon kurduğu merkezi devletiyle asırlar boyu Mezopotamya'da süren teokrat tapınak şehir yönetimine son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir devlet kurmuştur. Sargon, Mezopotamya'da iktidarı ele geçirmekle beraber sosyal, siyasal ve ekonominin yanında sanatta da değişiklikler yapmıştır.

Dinsel açıdan Güneş tanrısı Şamaş, Ay tanrısı Sin ve Venüs tanrıçası İştar en çok tapılan tanrılardı. Sargon'dan sonra güçlü bir otorite kuran torunu Naram-Sin, kendisini "Akad'ın tanrısı ve dünyanın dört bölgesinin kralı" ilan ederek, ilk tanrılaştırılan kral olmuştur. Sınırlarını Zagros Dağlarına kadar genişleterek burada yaşayan savaşçı Lulubi kabilelerini dağıtmıştır.

Naram-Sin döneminde Elam ve Lulubiler Akad dilini ve alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Naram-Sin'in ölümünden sonra Akad devleti parçalanır ve egemenlik Zagroslar'dan gelen barbar Gutilerin eline geçer.

Mezopotamya'daki insanlar tarafından "dağların canavarı'" olarak adlandırılan Gutiler, hüküm sürdürdükleri 70 senelik süre içinde Mezopotamya'da büyük tahribatlar yaratarak, en karanlık bir dönemine neden olmuşlardır. Barbarlık ve talandan başka bir şey yapmayan Gutiler, Mezopotamya'da açlığa ve sefalete yol açtılar. Olumlu hiçbir gelişme kaydedemeyen Gutiler yenilip bölgeden çıkarıldılar.


Anasaziler:


Zaman: 13. yüzyıl



Mekân: Kuzey Amerika'nın güneybatısı


Geçmişimizde insanlar oradan oraya göçmüşler, birbirlerinden ayrılmışlar ve yine kavuşmuşlardır ve bizler bunu şarkılarımıza, hikâyelerimize ve efsanelerimize kalmışızdır. Çünkü hareket olmadan yaşam olmayacağını aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekir. TESSIE NARANJO, 1995


Anasaziler 800 ile 1600 yılları arasında Amerika'nın güneybatısının kuzey Rio Grande bölgesiyle Colorado Platosu'nda yaşamış olan tarihöncesi bir tarımcı halktır. "Anasazi" adı ilk arkeologlar tarafından benimsenmiş bir Navajo sözcüğüdür. "Eskiler" ya da "düşman ata" anlamına gelir. Bu anlamda düşman "bizden olmayan insanlar" demektir.

Bu ilk çiftçilerin soyundan gelen Pueblo halkları "irsi Pueblo Halkı" terimini tercih ederler. Bunlar Four Corners Bölgesinde -Arizona, New Mexico, Colorado ve Utah- Canyon de Chelly, Mesa Verde, Chaco Canyon, Canyonlands ve Bandelier gibi günümüzde çoğu milli parklar olan yerlerde yaptıkları yamaç evleri, çok katlı taş mimarileri ve kaya resimleriyle ünlüdürler.

Ancak bu mimari örnekler bu yerlerine çok kolaylıkla adapte olabilen ve çoğunlukla küçük ve dağınık yerleşim birimlerinde yaşayan ve mısır, fasulye, kabak yetiştirip vahşi hayvanlar avlayan bu insanların yalnızca en çok görülebilen taraflarını temsil ederler.



Mesa Verde'deki Yamaç Saray'ın 220 odası ve 23 kivası vardır. Burası da 1250'den I280'e kadar Anasazi kültürünün Mesa Yerde kolu tarafından iskân edilmiştir. (Sağda) Betatakin Harabesi: Bu yamaç barınağında 120 oda ve 3 kiva vardır. 1250 ile 1300 yılları arasında Anasazi kültüründen Kayenta halkı burada yaşamışlardır.

Coğrafyadaki, ekolojik kaynaklardaki, iklim ve kültür tercihlerindeki bölgesel farklılıklar her biri kendi çömlek süsleme gelenekleri, taşçılık stilleri ve mimari biçimlerine sahip ayrı Anasazi alt-geleneklerinin çıkmasına neden olmuştur.

Anasazilerin bu alt-gelenekleri arasında Virgin, Kayenta, Mesa Verde, Chaco ve Rio Grande kolları vardır. Bunlar 11. yüzyılın sonundaki en gelişmiş dönemlerinde Güney Nevada'dan Orta New Mexico'ya ve Kuzey Arizona'dan Güney Utah'a kadar bir alanı iskân etmekteydiler, insanı şaşkına çeviren toplum merkezleri kuzeybatı New Mexico'nun San Juan Havzası'nda olan Chacolar 12. yüzyılda ata topraklarını terkedenlerin ilki olmuşlardır.

Ancak 13. yüzyıl sonunda Virgin, Kayente ve Mesa Verde kolları halkları da güney ve doğuya gitmek üzere yurtlarını terk etmişlerdi. Yalnızca Rio Grande kolu ve Colorado Platosu'nun güney eteklerindeki birbirinden kopuk topluluklar ata topraklarında yaşamaya devam etmişlerdir.

1600 yılında, hatta 1450'de, bu Anasazi soyundan gelenler, bizce çağdaş Arizona ve New Mexico' nün Hopice, Zunice, Keresçe, Tewaca, Tiwaca ve Towaca konuşan Pueblo Kızılderilileri olarak bilinmektedirler. Bu dirençli insanların göçleri ve ayakta kalabilmeleri gözlemcileri 100 yıldan uzun bir süredir kendilerine hayran bırakmıştır.

Pueblo atalarının yurtlarını terk etmeleri konusunda arkeologların ve Amerikan Yerlileri'nin farklı ama birbirlerini tamamlayan kuramları vardır. Pek çok arkeolog halkı yerlerinden göçe zorlayan şeyin çevre koşulları olduğunu düşünmektedir.

Bunlar uygunsuz iklim koşullarının insanların yaşamaları için yeterli besin maddesi yetiştirilmesine izin vermediğini iddia etmektedirler. Diğerleri ise insanları göçe zorlayan şeyin toplumsal sorunlar olduğu düşüncesindedirler. Bunlar iç çatışmaların, savaşın ve şiddet korkusunun sonucunda insanların önce evlerini büyük ve kalabalık köylerde ya da kendilerini savunabilecekleri yamaçlarda yaptıklarını ve sonra da daha güvenli yerler aramaya çıktıkları görüşünü benimsemektedirler.

Diğer bazı arkeologlar insanları Four Corners bölgesinden uzaklaştıran şeyin aralarında yeni bir din, daha fazla güvenlik, ürün yetiştirmek için daha iyi bir iklimin de olduğu değişik unsurlar olduğunda ısrar etmektedirler.

Kısacası, bazı arkeologlar Anasaziler'in güç koşullar nedeniyle yerlerinden "itildikleri"ne, diğerleri de cazip koşullarla başka yerlere "çekildikleri"ne inanmaktadırlar. Ancak bugün çoğu bir tek nedenden çok çevre ve toplumsal nedenlerin birleşmesinin Anasaziler'i 13. yüzyılda Four Corners bölgesinden göçe zorladığını kabul etmektedirler.



Haritada, 1600 yıllarında Anasaziler'in yaşadığı 13 tarihi pueblonun yeri görülüyor.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "İTMELER"

Ürün kaybına neden olabilecek çevresel sorunlar ağaç-halkaları, eski bitki kalıntıları ve su baskınları ölçümleriyle belgelenmiştir. Bunların arasında 13. yüzyıl sonunda olan ve 1276-1299 "Büyük Kuraklığı" olarak sözü edilen 24 yıllık bir kuraklık dönemi vardır.

1200'lü yılların başlarıyla ortaları arasında sık sık tekrarlayan soğuk hava dönemleri de ürünlerin yetişme mevsimini ciddi biçimde kısaltmış olacaktır. 1250'den sonra yağmurlar ürünün büyümesine yardımcı olamayacak kadar geç başlamıştır. Ve 1200'lerin sonunda da yeraltı suları iyice azalmıştır.

Bu faktörlerin birleşmesi gerek kuru gerek sulu tarımcılığı İmkânsız kılmasa bile son derecede güçleştirmiş olmalıdır.

Güç çevresel koşullar nedeniyle toplumsal sorunlar da çıkmış olabilir. En iyi tarım arazisi için şiddetli bir rekabet çıkmış, yiyecek stoku olmayanlar olanları yağmalamış, açlık, hastalık ve ölümler başlamış olabilir.



Anasaziler'in anayurdunun, l100 yılında Anasazi kültürünün dağılımını ve beş büyük alt-geleneği gösteren harita.

ÇEVRESEL VE TOPLUMSAL "ÇEKİMLER"

13 ve 14. yüzyıllarda Four Corners'in güneyi ve doğusundaki yerler, kuzey ve batıya kıyasla daha güvenilir kar ve yağmur yağışlarına sahipti. Bu farklılıklar dost ve akrabaların bulunduğu ve ekilebilir arazinin hâlâ bulunabildiği daha güvenlikli bu yerlere planlı bir göçün nedeni olabilir.

14. yüzyılda Four Corners'in güneyinde yeni dini ve toplumsal hareketler belgelenmiştir. Bunların arasında dini örgütler ve toplumlar, tıp (sağaltıcı) ve savaş toplulukları ve kamu mimarisinin farklı türlerini içeren kasaba boyutunda yeni köyler vardır. Bu gelişmelerin 13. yüzyılda başlamış ve eski Pueblo halkını önceki anayurtlarından cezbetmiş olmaları mümkündür.



Mesa Yerde bölgesinde 1200-1300 arasında yağışlar. I276'da başlayan 24 yıllık normalin altındaki yağış dönemine dikkat.

PUEBLOLAR'IN GÖRÜŞÜ

Pueblo halkları genelde arkeolojik açıklamalara karşı çıkmamaktadırlar. Bunlar nüfusun boşalmasını terk olarak değil, daha çok Pueblo tarihini belirleyen sürekli bir göç hareketi içinde sıradan bir göç olarak görmektedirler. Sözlü geleneklere göre Four Corners bölgesinde atalar hâlâ yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca, Four Corners hâlâ ziyaret edilmekte ve çağdaş Pueblo halkı tarafından çeşitli amaçlar için kullanılmaktadır.

Çevresel ve toplumsal faktörler birleşerek bir halkı daha az verimli ve iklimi belirsiz bir bölgeden daha güvenli ve umut vaat eden bir bölgeye göç zorunda bırakmıştır. Anasazi insanları çevrelerindeki fiziksel ve toplumsal koşullara karşılık vermişler, koşullar değişince onlar da yollarına devam etmişlerdir.


Pueblo Bonito, doruk noktasında 4-5 katlı olan büyük bir topluluktu. Terk edildiğinde 600 oda ve 40 kiva bulunduğu tahmin edilmektedir. Burada Anasazi kültürünün Chaco kolunun halkı yaşamaktaydı.



Ari Irkın Kökenleri Dünyadışı mıydı?

" Oh! Aryaman senin birçok yolların, Tanrıların gittikleri yoldur. Ki Onlar; o yollardan, göklerden geldiler."

Hint kutsal yazılarından Taittirya Samhita'dan

Mars Gezegenin Mirası

Bazı eski yazılarda, bizim zaman kavramımızın Mars'tan çok etkilendiği belirtilir. 19. yüzyıl sonlarında kurulan "Altın Şafak", OTO ve Teozofi örgütleri de Mars gezegeni ile çok ilgilenmişlerdi.

İddialara göre, Mars'ın yörüngesi her 108 yılda bir dünya'ya yaklaşmaktaydı. Bu yakınlaşma dolayısı ile Mars'taki kanalların gözlemlendiği bile iddia edilmiştir. Yine iddialara göre, Mars'ın bu periyodik yaklaşımı dünya üzerinde bir seri teröre ve felakete sebep olmaktaydı. Bu nedenle anti-halklar Marsı savaşçılar gezegeni olarak adlandırmışlardı.

Bazı bilim adamları, yaşamın genetik olarak Mars'tan dünyaya geldiğini iddia etmişlerdir. Pireneler ve İtalya'nın St. Angeles bölgesine göç eden Gali ırkların %60-90 oranlarında Rh negatif kan taşıdıkları tespit edilmiştir. Rh pozitif kana mensup insanlar bu dünyalıdır, bu dünyada yaratılmışlardır. Halbuki Gali ırklar ve/veya kim Rh negatif kana sahipse o pekala Mars'lı olabilir. George Hunt Williamson ve George Adamski 1940'lı yıllarda, ABD'de UFO2larla temas kurduklarını iddia eden ilk şahıslardı. Williamson, Colarado Üniversitesi'nde Arkeoloji profesörü idi. UFO'larla ilgili aykırı görüşleri yüzünden bu unvanını kaybetmişti Williamson'un aykırı iddiaları daha çok dünyaya gönderilen bir Mars kolonisi hakkındadır. Williamson'un iddiasına göre, başlangıçta dünyaya yerleşen bu ırka "Yaşlılar ırkı" veya Elohim deniyordu. Elohim'in niyeti, dünya gezegeni üzerinde gelişmekti. Onların dünyaya geldikleri tarihte, mevcut insan ırkı fazla gelişmemişti. Elohimler dünyaya gelmek için dinozorların tamamen ortadan kalkmasını beklemişti. Elohimler ruhsal bakımdan fazla tekamül etmemiş olmakla beraber, çok ileri bir teknik düzeydeydiler. Williamson'un iddialarına göre, Elohimler dünyadan evvel Mars'ı kolonileştirmişti ve bu gezegendeki yaşamları ile ilgili yazılı bir tarih bırakmışlardı. Mars, o zamanki yörüngesinde iken, gezegenin yüzeyinde muhtelif yaşam formları mevcuttu. Gezegenin yörüngesinin değişmesi ile, Mars'ta iklimlerde büyük değişiklikler gözlemlenmeye başladı. Buzlanma ve havanın buzları eritecek kadar ısınması çok hızlı olarak birbirini takip etti ve bunun sonucunda seller mevcut kanalları genişlettiler. Bu olaylardan sonra gezegenden yaşayanlar buradan göç etmeye karar verdiler. Ruhsal olarak tekamül etmiş olan Mars'lılar, gezegenden ayrılmayarak başka bir boyuta geçtiler. Psişik olarak bu kadar gelişmemiş bir grup ta zaman makinelerini veya uzay araçlarını kullanarak fiziksel formları ile dünyaya göç ettiler.

Bu göç, Marslı bir bedenden dünyalı bir bedene reenkarne olmak şeklinde de sürdü. Williamson bu inanılmaz hikayesini, bu varlıkların bilgilerini kristallerde sakladıklarını söyleyerek bitiriyordu. Onun iddiasına göre, bu kristallerden bazıları And dağlarındaki "Yedi Işın" mabedinde saklanıyordu. Williamson dünya dışı varlıklarla temas kurduğunu iddia ettiği zamanlarda, gezegenin bir başka tarafında Mars'la ile ilgili ani bir canlanma olmuştu. Naziler Tibet'teki arkeolojik araştırmalarının sonucunda, Mars tarihinin bir diğer yüzünü keşfetmişlerdi. Bu araştırmalarda bulunan muhtelif eşyalarda Mars'taki bir medeniyetin izlerine rastlanmıştı. İlginçtir ki bu buluntular, Williamson'un bu kayıtlardan bazıları günümüzden 450.000 yıl, daha eskileri ise 1 milyon yıl geriye gidiyordu. Williamson, And yerlilerinin çanak ve çömleklerine Mars haritası çizmelerinden çok etkilenmişti. Uzakdoğu'da ve Güney Amerika'da bulunan tarihi eşyalar içinde en önemlisi, insanların şuurluluğunu yükseltmek için yapılan, kristal tabletlerdi. Bu tabletler 2 boyutlu olmakla beraber, üç boyutlu bir görüntü verebiliyor ve 4. boyut deneyimini veya aşkınlık sürecini yaşatıyordu. Bu çeşit malzemeler, "Aslanın gizli yerleri" adı verilen yerlerde saklanıyordu. Bu tip yerlerde giriş kapılarını (Mısır'daki Sfenks'te olduğu gibi) aslan heykelleri koruyordu. Bütün bu yerler en kutsal yerler olarak iliniyordu. Bu yerlere fiziksel olarak veya boyutlar arası bir giriş yapmak mümkün değildi. Günümüzde bu yerlerden en önemlisi Çin'de bulunan Şensi piramitleridir. Şensi'de 10 tane büyük, 3 tane küçük piramit ve 3 tip Sfenks vardır. Mao'nun ordusu Tibet'i ele geçirdiği zaman Nazilerin buradaki etkisi sona erdi. Bu bölge günümüzde de ziyaretçilere yasaktır. Williamson'a göre, Şensi piramitleri gezegenimizdeki açılacak son mühürdür. Eğer onlar açılabilirse, dünyanın enerji (Ley) hatları ile temas kurmak, yani kayıp bir bilimi yeniden keşfetmek mümkündü. Bu enerji hattının keşfi yalnız "Serbest Enerji"nin temininde değil, insanların şuurluluğunda da büyük bir değişime yol açabilirdi. Naziler, Tibetli rahiplerden işte bu sırrı öğrenmişlerdi. Fakat bu sırrı veren Tibetli rahipler de ne yazık ki Mao'nun askerlerinin kurbanı olmuşlardı.

Tabii ki bu tabletlerin Mars'tan gelebileceği düşüncesi, "Normal Amerikan Düşüncesini" çok rahatsız ettiği için, bu gerçeklerin kabulü o zamanlar için imkansız görülmüştü.

Eski Mısır'a ait ezoterik yazılarda, Sirius gezegeninden gelen ışığın ayin sırasında bir inisiyeye gelmesi önemli bir olay olarak belirtilmişti. Eski Mısır gibi, eski Mars medeniyeti de bu yıldızdan çok etkilemişti. Mars üzerinde görülen geometrik şekiller, Sirius gezegenini övmek için yapılmıştı. Bir efsaneye göre, Mars üzerindeki yüz, "Sukon" denilen bir tanrı veya solar logos için yapılmıştı. Siriuslular, onun izni ile Mars'a yerleşmişlerdi. Mısırlılar, onu "Seth" olarak bilirlerdi. Siriuslular Mars'a yerleştikleri zamanlarda Mars hayatın beşiği idi.

Sümer-Aryan Bağlantısı

Hitler'in çevresindeki bazı okültistlere göre, Aryanlar ve onların genetik mirası eski Sümerler'e dayanıyordu. Bu "aydınlanmış" ve "pozitif" insanlar, "Sümer Yılan Kardeşliği" veya "Vril" kimliği ile tanımlanıyorlardı. Bu kardeşlik örgütü, tarih boyunca "Haşhaşiler" ve "Esensiler" ile birlikte çalışmıştı. Bu kişilerin öncelikli misyonu "Aryan kanının saflığını" korumaktı.

Bu kardeşlik örgütü üyeleri, misyonları gereği Ortaçağlarda "Tapınak Şövalyeleri"ne, daha sonra da "İlluminati" ve üst derece Masonluğa sızmışlardı.

"Sümer Yılan Kardeşliği" Örgütü

W. Bramley, "Gods of Eden" (Cennetin tanrıları" adlı kitabında gizli örgütlerin insanlık tarihinin arka planındaki itici güç olduğunu iddia etmektedir. Bramley'e göre, gizli örgütler, tarih öncesi "Yılana tapanlar" kültü tarafından, insanlığı zalim "Nezaretçilerin" (Dünya dışı ziyaretçilerin[1]) tuzağından kurtulmak için kurulmuştu. Bu uğraşları başarısızlığa uğrayınca, "Yılan Kardeşliği" örgütüne "Nezaretçiler"in ajanları sızdı ve örgüt insanlığa karşı cephe aldı. Bu örgüt, bugün de muhtelif gizli örgütler içinde yeniden doğarak yaşamakta ve insanlarla ile ilgili birçok olayı yönlendirmektedir. Bramley'in "Yılana tapanlar" kültü ve gizli örgütlerle ilişkileri oldukça gerçekçidir. Bilindiği gibi, yılan insanlar tarafından bilinen en eski dinsel sembollerden biridir. Tevrat'ta, Musa'nın Yahudiler arasında "Yılana tapan" bir mezhebe rastladığı anlatılır. Bu mezhep, yüzyıllar boyunca yılan için insanları kurban etmişti.

Modern dinler tarafından, yılan –diğer bütün pagan sembollerle beraber- kötülüğün ve şeytanın bir sembolü sayılmıştır. Yılana tapanlar dinlerini devam ettirmek ve baskılara maruz kalmamak için gizli örgütleri kurmuşlardı. Bramley'e göre, bütün gizli örgütler –Masonlar, Gül haçlılar, İran ve Asya mezhepleri, eski "giz" mezhepleri, paganlar, yılana tapanlar v.b- birbirlerinden ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, hepsinin ortak motifleri ve inançları vardı. Örneğin "her şeyi gören göz bütün bu örgütlerde çok sık karşımıza çıkan bir semboldür. Bramley, "Her şeyi gören göz" (Bir üçgen içinde ışık saçan göz), Masonlukta da kutsal olarak kabul edilen bir semboldür, demekteydi. İlk Hıristiyanlar ve Mısır dini de "Horus'un gözü" bu göz sembolünü kullanmışlardı. Peki bütün bunları birbirine bağlayan halka ne idi?

Bramley, bu insanların "tanrılar" dedikleri varlıklardı diye cevaplamaktadır. O, mitolojide tabletlerine kadar geriye giderek, tarih öncesi çağlarda da aynı hikayeleri bulduğunu iddia etmiştir.[2] Bramley'e göre bu tanrılar havada uçabiliyor ve insanlara benziyorlardı. Bazı iddialara göre, Führer'in yardımcısı R. Hess adı geçen örgütün (Yani Vril veya diğer adı ile Sümer Yılan Kardeşliği) önde gelen inisiyelerindendi ve Hitler'den daha üstü bir derecede idi. Hess, 1941 yılında Hitler Almanyası'nı terk ederek, özel bir kişi ile görüşmek ve bir çeşit büyüsel ayine katılmak üzere İskoçya'ya gitti. Bu ayin bir "Zaman Yolculuğu" ile ilgili idi. Kontrol grubu, "Marduk" diye bilinen Aryan gezegeninin [3] Mars'la aynı yörüngede rezonansa girmesini beklemişti. Çünkü ancak bu şekilde zamanda yolculuk yapılabiliyordu. Hess'in İngiltere'de Crowley'in Ashdown ormanında Hess'i İngiltere'ye getirmek üzere bir büyü ayini yaptığı biliniyor. Başka bir iddiaya göre de, gerçek Hess başka bir zamana gönderilmişti. Yerine Hess'e benzeyen başka birisi geçmişti. Birçok muhafazakar kaynaklar ve Nürnberg mahkemelerini eleştirenler, R. Hess'in bir ikizi (genetik kopyası mı) ile değiştirildiğine inanmışlardı.

William Bramley, "The Gods ef Eden" (Cennetin tanrıları) adlı kitabında Orange hanedanı üstündeki görünmeyen Alman etkisini, "Yılan kardeşliği" örgütüne bağlar. Bramley adı geçen kitabında Avrupa'daki monarşi kurumunun eski Sümer tanrılarına kadar uzandığını ileri sürmüştü. Sümer tabletlerinden anlaşıldığına göre, ilk insan krallar, insan kadınları ile evlenen dünya-dışı nezaretçi yöneticilerin soyundan geliyordu. Böyle bir soy, kraliyet kanı kimliğini kazanmayı hak ediyordu. Bu tanrılar "Mavi Derili" veya "Mavi Kanlı" olarak ta biliniyordu ki, "Mavi kan"ın soylular için kullanılmasının bir sebebi de budur.

William R. Lyne, "Space Aliens From The Pentagon" (Pentagonlu uzaylı-yabancılar) kitabında, Sümerlilerin dünya dışı kökenli olduğunu iddia eder. Lyne göre, "Sümer"="Marduk"un "Kara Güneş halkı" anlamına geliyordu. Yine ona göre, Cermen kabilelerin kökeni Hyperborea'ya dayanıyordu. Bazı CIA araştırmacılarının yaptığı araştırmalar da Sümerlilerin kökenlerinin Aldebaran denilen yıldıza kadar uzandığı tespit edilmişti.

(1) Gri'ler ya da Marduk'lular olabilir.
(2) Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Zecharia Stichin'in "12. Gezegen" isimli kitabına başvurabilirler.
(3) Marduk, 12. gezegen olarak da bilinir. Sümerliler bu gezegeni "NİBİRU" diye adlandırıyorlardı. Yörüngesinin Jüpiter ile Mars bir yerde göründüğü iddia edilir. (Maldek mi? Astreoit Kuşağı mı?)


Vril-Medyumlarına Gelen Kanal Bilgilerine Göre Sümer-Aldebaran İmparatorluğu (Summi Dünyası)

Aldebaran, Boğa takım yıldızının en önemli yıldızıdır.(1) Ortaçağ'da Kara Taş Tapınakçıları gizli örgütünün medyumsal ve/veya trans-iletişimi yoluyla elde ettiği bilgiler, 20. yüzyılda Vril örgütünün elindeki bilgilerle tam bir uyum içindeydi. Bu elde edilen bilgilere göre, Aldebaran bilinmeyen sayıda gezegene sahipti. Ama bu gezegenlerden ancak ikisinde yaşam vardı. Aldebaranlılar güneşlerine "SUMİ" ve üzerinde yaşam olan iki gezegene de "Sumi-Er" ve "Sumi-An" diyorlardı. Aldebaran İmparatorluğu "SUMERAN"Lar ve "SUMMİ" olarak da bilinmekteydi. (Dünyaya gelen Aldebaranlılar da kendilerine "Sümerliler" diyorlardı.) Daha evvel de belirttiğim gibi, Sümer kral tabletleri şu kelimelerle başlıyordu; "Kraliyet gücü göklerden geldiği zaman.." Yani göklerden tanrılar değil kraliyet gücü Sümeran Aldebaranlı insanlar gelmişti. Bunun en belirgin izini, eski Mezoptamya kültürlerindeki kanatlı boğa tasvirlerinde görmekteyiz. Bu sembole Sümerlilerde ve onların kültürel mirasçısı olan halklarda sıkça rastlanmaktayız. 13. yüzyıl Alman Isais açıklamalarında bu çok açık olarak belirtilmişti: "Yardım boğanın başından gelecektir." Yani Boğa takım yıldızının ana yıldızı Aldebarandan… İncil'de ise Aldebaran Summi sembolü olan kanatlı boğa kötülüğün sembolü Moloch'a dönüştürülmüştü.[2]

Summi gezegenler sistemi, bizim güneş sistemimize benziyordu. Sumier ve Sumeran adlı gezegenler kendi güneşlerine 2,5 milyar km. ve takriben 80 dünya yılı uzaklıktaydı. Bir "Aldebaran Yılı" takriben "80 Dünya Yılı" ediyordu. Medyumsal bilgilere bakılırsa, Summi-Aldebaran kültürü kesiksiz bir evrim çizgisi takip ettiği için, birkaç milyon yıl yaşında ve bizim dünyamızdan daha eski, hem de çok daha ileri bir seviyede idi.

Şayet dünyamızın teknolojik ilerlemesinin son 70 yıl içine sığdığını düşünürsek, Summi-Aldebaranın biz dünyalılardan milyonlarca yıl ilerde üstün bir medeniyet olduğunu anlarız. Summi Aldebaran sisteminde insanlar uzun süredir ayrı ırklar halinde yaşıyorlardı.

"Işıklı tanrısal insanlar" Sumi-Er gezegeninde yaşıyorlardı ve bu "Alfa-Aldebaranlılar" İmparatorluğun tek egemen gücü idi. Diğer "Aşağı Irklar" Sumi-An gezegeninde yaşıyorlardı ve Sumi-Er'e girmeleri yasaklanmıştı. Gezegenler arası nükleer savaşların sonunda kolonilerde yaşayan bir kısım halk, yüksek radyasyona maruz kaldıkları için mutasyona uğrayarak, "Maymun Adamlar" haline gelmişlerdi. Dünyamızda da tarih öncesi çağlarda yaşadığı iddia edilen maymuna benzer insanlar, böyle bir mutasyon sonucu oluşmuş olabilirler. Günümüzde de Avustralya ve Yeni Gine'deki ilkel bir yaşama sahip zencilerin varlığı, yukarıdaki ihtimali güçlendirmektedir. (Eski doğu yazılarında büyük ve korkunç bir savaş olduğu ve bunun sonunda yaratıklar halinde geldiğinden bahseder. Asurlular, zencilerin böyle bir savaşın sonunda ortaya çıktığına inanırlardı. Bu inanca göre, büyük tufan, nükleer bir savaştan sonra hayatta kalan tanrısal insanlar tarafından hayvanlaşmış insanları yok etmek amacı için, bilinçli olarak yaratılmış bir felaketti. Gılgamış destanında da bir atom bombasının hatıraları korkunç sahnelerle anlatılmaktadır.) Aldebarandaki "aşağı" renkli ırk ile, kolonicilerin birbirileri ile karışmalarının sonucunda, kolonicilerin düşünsel ve manevi kabiliyetleri yok olmaya başlamıştı. Takriben 500 milyon dünya yılı sonra, Summi-Aldebaran'ın güneşi genişlemeye başladı. Summi-Aldebaran güneşi "kızıl bir dev" halini almaya başladığı zamanda, bu güneş sisteminin sadece 2 gezegeninde yaşam vardı. Yani Sumi-Er ve Sumi-An'da.. Kurtulan kolonicilerin torunları, Sumi-An gezegenini Alfa ırkının acil bir göçü için, muhtemel rezerv bir gezegen olarak görüyorlardı.

Aldebaranlılar, yaklaşık 500 milyon yıl önce –yani dünya daha Kambrium devrinde iken- gelmişlerdi. Bu devirde yaşam okyanuslarda ve sularda daha yeni başlamıştı. 500 milyon yıllık fosilleşmiş bir ayakkabı izi ve ayakkabının ezdiği, 400 milyon yıl önce nesli tükenmiş olan bir yengeç türü olan Tribolit. Bu iz yegane örnek değildir, 200 milyon yıllık, 60 milyon yıllık ve Dinozorlar devrine ait insan ayak izlerine rastlanmıştır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Aldebaranlılar 500 milyon yıl önce ilk defa dünyaya ayak basmışlar ve muhtemelen burada bazı üsler kurmuşlardı. Bu üslerden Thule, Atlantis ve Mu gibi ilk efsanevi dünya medeniyetleri türemiştir. Aradan geçen binlerce senelik zaman dilimi içerisinde, Aldebaranlılar gezegenlerinin genişleyen güneşinin tesirinden korunmanın çaresini buldukları için, dünyada devamlı kalmaları için artık bir sebep kalmamıştı. İlk gelişlerinin üstünden yüz binlerce yıl geçtikten sonra, üslerini ortadan kaldırarak geri döndüler. Bazı Aldebaranlılar ise dünyada kalarak burayı yeni vatanları olarak benimsediler. Dünyada kalan Aldebaranlılar, Mezopotamya'da yüksek bir uygarlık kurdular. Sümer uygarlığı işte bu insanların eseridir! Aldebaranlılar bu uygarlığa, güneşleri olan Summi'den türettikleri "SÜMER" adını verdiler.

Yukarıda verdiğim bilgilerden de anlaşılacağı gibi, Sümerler ve ilk Cermenler, Aldebaranlıların soyundan gelmekteydi. 1970'li yıllarda Özbekistan'ın Fergana şehri yakınındaki "Ohma"da binlerce yıllık kaya resimleri bulundu. Bu resimlerin birinde, uzaylı astronot diyebileceğimiz bir şeklin yanında, Alman Vril-1 uçan dairesine çok benzeyen bir disk bulunuyordu!!!..

Vril uçan daireleri gerçekten de Aldebarandan gelen medyumsal mesajların sonucunda Almanya'da imal edilmiş miydi? Yoksa bu bir "Zaman Uzay Deliğinin" içine düşerek, binlerce yıl önceki geçmişe mecburi bir yolculuk yapan bir Alman uzay gemisi miydi?

Summi İmparatorluğu, yani Sumeran-Aldebaranlılar, "Capella" ve "Regullus" güneş sistemlerindeki imparatorluklarla savaş halindeydiler. Capella, Samanyolu'ndaki "Arabacı" takım yıldızının ana yıldızı, Regulus ise "Aslan" takım yıldızının ana yıldızıdır. Oraya yerleşen "yabancı ırklar"ı belki de Summi-Aldebarandan gelen yıldızlar arası kolonicilerin, mutasyona uğramış, torunları oluşturuyordu. Summi-Aldebaran ve düşmanları Capella/Regulus arasındaki savaş çok uzun bir zaman devam etmiş ve hiçbir taraf şu savaşta teknik üstünlüğe sahip olmalarına karşılık, Capella ve Regulus'un da çok büyük sayıda insan malzemesi vardı. Bizim dünyevi zaman hesaplarımıza göre 20. yüzyılın 40'lı ve 50'lı yıllarında Aldebaranlılar düşmanlarına son ve kesin darbeyi vurarak, arkalarını serbest bir duruma geçirmişlerdi. Şunu da kabul etmek gerekir ki, çok eski zamanlarda dünyamızı yalnız Aldebaran-Sümerliler değil, Capella ve Raguluslular da ziyaret etmişlerdi. Dünyadaki üç ana ırk zenciler hariç bunlara bağlı olarak gelişmiş olabilir.

Sumeran (Aldebaran) İmparatorluğu siyasi olarak "Teokrasi" olarak nitelendiriliyordu. İmparatorluğun başında –aynı zamanda baş rahibe olan- bir imparatoriçe vardı. Böylece imparatoriçe hem siyasi, hem de manevi bir önder oluyordu. (Ortaçağdaki Papalığın gücüne benzer bir güce sahipti.) İmparatoriçenin altında en yüksek yasama organı olan "İmparatorluk Bakanlığı" vardı. Başkan her zaman bir erkek olurdu. Başkan, bütün uzay filosunun ve savaş gücünün de komutanı idi. Başkan ayrıca hem ekonomik alanda, hem de diğer alanlarda alınan kararlardan sorumlu idi. Sonuç olarak Aldebaran imparatorluğunun üçlü bir yönetim tarzı ile yönetildiğini söyleyebiliriz;

1. İmparatoriçe, rahip ve rahibeler,
2. İmparatoriçe ve imparatorluk başkanı, başkan imparatoriçe ile birlikte ekonomik ve askeri yönetimi belirlerdi.
3. Her şeyi kontrol eden Süper Bilgisayar "Malock" ve onun kutsal muhafızları.

1944 yılında Vril örgütü mensubu medyumların aldıkları mesajlara göre (Kanal Bilgileri) Aldebaranlıların gezegenler arası "Uzay-Savaş" gemileri:

Aldebaran Gezegenler arası Uzay Savaş Kruvazörü

• Uzunluğu: 1,5 km.
• Genişliği: 1,0 km.

Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 3 adet disk şeklinde gezegenler arası keşif gemisi.
• Çapı: 45 m Yüksekliği: 20
• 1 adet puro şeklinde gezegenler arası yolculuk ve taşıyıcı nakliye uzay gemisi.
• Uzunluğu: 150 m. Genişliği: 50 m.

Aldebaran Gezegenler arası Uzay Savaş Gemisi:

• Uzunluğu: 3,0 km.
• Genişliği: 2,0 km.

Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 14 adet puro şeklinde gezegenler arası taşıyıcı uzay gemisi.
• Uzunluğu: 150 m. Genişliği: 50 m.
• 3 adet disk şeklinde uzay keşif gemisi: Bu gemiler daha küçük boyutlarda 42 adet gezegenler arası keşif gemisi ihtiva etmekte idi.

Aldebaran Gezegenler arası Süper Uzay Savaş Gemisi:

• Uzunluğu: 6,0 km.
• Genişliği: 3,0 km.

Taşıdığı Diğer Uzay Araçları:

• 10 adet puro şeklinde gezegenler arası taşıyıcı uzay gemisi.
• Uzunluğu: 450 m. Genişliği: 150 m.
• 81 adet disk şeklinde uzay keşif gemisi: Bu gemiler de daha küçük boyutlarda 810 adet disk şeklinde gezegenler arası uzay keşif gemisini ihtiva ediyordu.

Aldebaran-Summi uzay filosu başkomutanı Amiral Zoder, Nazi Almanyasının emrine 280 savaş gemisini tahsis etmeye hazır olduğunu ve bu gemilerin Srock cephesinde hazır tuttuğunu bildirmişti. Zoder, eğer Almanya yardım talep ederse, gemilerin Mars'taki üslerden dünyaya yolu yola çıkabileceğini bildirmişti. Hesaplanan tarihlere göre, bu gemilerin dünyaya varış tarihleri 1992/93 ve 2004/2005 olacaktı.

Efsanevi Thule Uygarlığının Dünya Dışı Bağlantıları

Thule bilindiği gibi kutupların ötesindeki Hyperborea'nın başkenti idi. Thule veya Tulla (Sanskritçe'de Tula denge anlamına gelmektedir.) Dünyanın merkezindeki güneşle –ki siyah küre veya kara boşluk olarak da bilinir- ilgili bir mitolojinin de kaynağıdır. Thule efsanesi en saf şekli ile evrendeki arşetipik güçleri temsil etmekte idi. Thule, dünya-dışı Elohimlerin, dünyanın yerlileri ile genetik olarak ilk defa karıştıkları bir yerdi. Elohimler bu karışımdan bugün insan olarak canlıyı ortaya çıkarmışlardı. Thule örgütü mensupları kendilerini Tötonik efsanelere ve dünya dışı "Yaşlılar Irkı"nın (Elohimlerin) kutsal bilgilerini araştırmaya adamıştı. Thule'cilere göre, kuzey mitolojileri bu ırkın kutsal kökenlerinin kodlanmış bilgilerini ihtiva ediyordu. İnsanlar ve tanrılar arsındaki ilk savaş başladığı zaman "Ultima Thule" Tötonik cennet bahçesi olarak tanımlanıyordu.

Miguel Serrano, ezoterik Hitlercilikten bahseden kitabında, eski efsanelere göre, Hyperborea devlerin ve üstün insanların yaşadığı bir yerdi, demektedir. Bu efsanelerde, kuzey kutbunun ötesinde bulunan cam gibi şeffaf bir şehirden bahsedilmekteydi. Burada yaşayan üstün insanların derisi maviye çalar bir beyazlıktaydı ve saçları da altın sarısı idi.

Uzay kuzeyin kadınları ise, tanrısal güzelliğe sahip, büyücüler ve rahibelerdi. Bu kadınlar büyüsel "Vril" gücü yardımı ile, yerçekimini yenip havada yükselebiliyor ve uzak yıldızlarla iletişim kurabiliyorlardı. Bugünkü İzlanda, Grönland ve Spitzbergen o efsanevi kıta'dan geri kalan yerlerdir. Bazı araştırmacılara göre, yukarı kuzey, yani Atlantis ve Hyperborea, dünyanın aynı bölgesine verilen farklı isimlerdi. Eflatun'un bahsettiği Atlantis, aslında kutup bölgesinde bulunuyordu. 16. yüzyılda yaşamış İzlandalı simyacı Arne Saknussem, İzlanda'yı batık kıtadan geri kalan yer olarak belirtmekteydi. MÖ 4000 yılında buzulların erimesi ile birlikte, çözülen buz kitleleri, bir felaket sonucu batan Hyperborea'ya ulaşmayı imkansız bir hale getirmişti. Hintli düşünür Hilak'a göre, Aryanlar kutuplardan önce Gobi'ye, sonra Hindistan'a gelmişlerdi. Diğer bir kol ise önce Kafkaslar'a sonra da Avrupa'ya göç etmiştir. Hinduizm, Yoga ve felsefesi, çok uzaklarda kalmış bu kuzeyli bilgeliğinin hatıralarından ibaretti. Efsanelere göre, "Vril" denilen bu dünya dışı güç yardımı ile, hava gemilerini düşünceden bile daha süratle hareket ettirmek mümkündü. Bu gemilerin ne pilotu, ne de uçuş yönetim tertibatları vardı. Mahabbarata'da tarih öncesi çağlara ait bir savaş hikayesinde, bu hava gemilerinden "Vimanalar" ve "Dhurakhapalamlar" olarak söz edilir. Bu hava gemileri bazı ses titreşimleri yardımı ile olduğu kadar, insanların düşünce ve duyguları vasıtası ile yönlendirilebiliyorlardı.

Tarih Öncesinin Hint uçan daireleri; Vimana'lar:

Mahabbarata ve Ramayana'da uçan cisimlere ait birçok açıklamalar vardır. Hindistan'daki bu eski kültür yapıtları sayesinde eski Hindu'lar uçan makineler yapabilecek bir seviyede bulunuyordu. Yantrasarwasman kitabının "Vimandhi Karanam" bölümünde uçan araçların yapımı ve kullanımı ile ilgili mufassal açıklamalar vardır. Eski Hint kaynaklarından 3 çeşit Vimana olduğunu öğreniyoruz:

1. Mantrika Vimanalar,
2. Tantrika Vimanalar ve
3. Kritika Vimanalar.

Bu gemilerin hepsi ayrı bir güçle çalışıyordu. Gemilerin itici gücü ile ilgili açıklamalar, Vimanachandrika, Vyomanya Tantra ve Khete Vilasa adlı kitaplarda bütün tafsilatı ile anlatılmıştır. Bütün bu adı geçenlerden evvel "Saktydugama Vimana" adlı bir gemi bulunuyordu ve bu elektrik enerjisi ile çalışıyordu. Bu uçan makineler muhtelif tip merceklerle donatılmışlardı. Tüplerine göre güneş ışınlarını ya topluyor ya da yansıtıyorlardı. Bu şekilde makineye havada uçma gücü veriyorlardı. "Amshuvavaragam" denilen araçlar doğrundan güneş enerjisi ile çalışan makinelerdi. Hyperborea'daki felaketten kaçarak İzlanda'ya ve Grönland'a sığınanlara ne olmuştu? Onlar yok olmuşlar mıydı?

Yoksa kozmik müzik gücü ile çalışan Vimanalarına binerek, düşünceden daha hızlı bir şekilde, geldikleri Kara güneşin yakınında bulunan ve yeşil ışık saçan başka bir yıldıza mı dönmüşlerdi? Biz onların bazılarının dünyadaki kaldıklarını ve muazzam güç ve yetenekleri ile insanların genlerini mutasyona uğrattıklarını biliyoruz. Bu mutasyon dıştan değil, içten yapılmıştı.

Efsaneler göre bu ırk, dünyanın içine yani, Agarta ve Şamballa kentlere sığınmıştı. Maya'ların en eski kutsal kitabı "Popol Vuh"da Hyperbor'lulardan, beyaz tanrılardan söz eder. Onlar günün birinde dünyanın içinden veya yıldızlardan geri dönme sözü vermişlerdi. Bu tanrılar "Kali Yuga" döneminin sonunda (Bizim içinde yaşadığımız dönem) vuku bulacak dünya ekseninin kayması sonucu bir dizi dünyayı sarsacak doğal felaketler sonrası, yeniden dünyaya geleceklerdi. O zaman ilk başlangıç döneminde olduğu gibi, kutuplar yeniden bir kutup halinde doğru bir eksene bağlanacaktı. İlk dönemde, yani Satya Yuga döneminde olduğu gibi insanlar 1000 seneden fazla yaşabilecekti.[3]

[1] Boğa, koç ve ikizler arasında yer alan takım yıldızıdır. Boğa takım yıldızı, çıplak gözle kolayca görülebilen Öküz kümesi (Aldebaran'nın çok yakınında) ve Ülker kümesinin on derece kadar kuzeydoğusunda yer alır.
[2] İncil'e göre, Moloch, Ammoniler ve Fenikelilerin çocuk kurban ettikleri bir tanrı idi.
[3] Hint Yuga öğretisine göre 4 devir vardır; Satya-Yuha, Altın çağa tekabül eder, Tréta-Yuga, Gümüş çağa tekabül eder, Swara-Yuga, Bronz çağa tekabül eder, Kali-Yuga, en karanlık Dmir çağına tekabül eder. Bu 4 çağ bir Manvantara'yı oluşturur.

İçinde Bulunduğumuz Karanlık Çağ Kali-Yuga'nın Özellikleri:

Biz, belirlenmiş sikluslara (devrelere) göre dönem dönem evolüsyondan bozulmaya geçmekteyiz. Başlangıçta faziletlerin doruk noktasına eriştiği Altın Çağ'da faziletlerin payı 4'te 4'tü. Onu izleyen uygarlık Gümüş Çağı'ndan geçiyordu ve faziletler 4'te 3'e düştü. Ondan sonraki Tunç Çağı'nda ise faziletler 4'te 2'den daha fazla değildi. Demir Çağı'nın başlangıcı bu faziletlerin dörtte birlik bir bölümünü kesip attı. Geriye kalan o dörtte birlik faziletler de bu uygarlığın giderek düşüşü ile birlikte eriyip gidecek ve siklusun sonunda, tüm faziletler rezalete dönüşecek, utanma kalkacak, rezaletlerin ve tutkuların zincirlerinden boşanması gibi, savaşlar ve ihtilaller de birbirini izleyecek ve tüm sanatlar yolundan şaşacak; tüm bunlar yeni bir tufanın gelip yeryüzünü bu nefret edilesi şeylerden temizlenmesine kadar sürecektir.

Çağımız antik çağlardaki büyük çöküş devirlerine benzemektedir ve günümüzdeki çocukların pek çoğu bu felaketlerin tanıkları olacaklardır. Tüm kutsal yazılar bizlerin, yani 5. ırkın bu korkunç çöküşünü önceden söylemişlerdirler: Toplum, refahın tek amaç edinildiği, maddi zenginliğin ise faziletin yegane kaynağı haline geldiği, karı ve koca arasındaki tek bağın tutku olduğu, cinsellik ticaretinin yegane zevk vasıtası olduğu bir safhaya gelirse, Kali Yuga (Demir Çağı) içindeyiz demektir. Hindu kozmolojisinde bizim dönemimizi de kapsayan Kali Yuga'nın 18 Şubat Cuma MÖ 31022de başladığına inanılır. Hz. İsa, Demir Çağ'ının sona eriş döneminin insanların "ızdıraptan kaçışları" olarak tanımlamış, Aziz Luka da gelecekteki tufandan söz ederken "İnsanlar kabaran denizi ve dalgaların azgınlığını görünce korkudan öleceklerdir" ifadesini kullanmıştır. Bu sonuna ermekte olan 5. ırk, bilimi en uç sınırlarına kadar vardıracaktır ama gelecekteki 6.ırk'ın uğraşısı insanları metafiziğe doğru sevk etmek olacaktır. İnsanlık olarak evolüsyon ve envolüsyonun kesiştiği o büyük kırılma noktasına gelmiş bulunmaktayız. İnsanlığın ayıklanması için gerekli olan imtihan da şu anda gerçekleştirilmektedir.

J. Van Helsing'e göre, "Ultima Thule" Hyperborea kıtasına göç eden ilk Ayranların başkenti idi. Bu kıta Lemurya ve Atlantis kadar eski bir geçmişe sahipti. Hyperborea Kuzey denizinde bulunuyordu ve bir buz çağının sonunda denize gömülmüştü. Thule'lilerin inançlarına göre, Hyperborlu'lar Boğa takım yıldızında bulunan Aldebaran güneş sisteminden gemlilerdi. Hyperborlular takriben 4 m. uzunluğunda, beyaz derili, sarışın ve mavi gözlüydüler. Bunlar barışsever insanlardı ve vejetaryen bir beslenme biçimini benimsemişlerdi. (Hitlerin de vejetaryen olduğunu hatırlatmakta fayda görüyorum.) Thule örgütünün elinde bulunan belgelere göre, Hyperborlu'lar teknik olarak çok ileri bir düzeyde idiler. Onlar, bugün bizim "UFO" olarak bildiğimiz, onlarınsa "Vril-ya" dedikleri uçan disklerine sahiptiler. Bu uçan diskler, birbirine zıt dönen 2 manyetik alan yardımı ile yerçekimini yenerek, yükseliyorlardı. (Levitasyon=Havaya yükselme ve yerçekimsizlik) ve ayrıca korkunç bir hıza ve manevra yeteneğine de sahiptiler. Bugünkü UFO'larda da Vril gücünün enerji potansiyeli ve güç kaynağı olarak kullanılmakta idi. (Vril=Eter, Od, Prana enerjisi, Çi, Kozmik güç, Orgon enerjisi olarak da bilinir. Akat'larda, Vril=En yüksek tanrı, tanrı gibi, anlamına gelmekteydi)

Hyperborea batmaya başladığı zaman, Hyberbor'lular büyük makineleri vasıtası ile dünya kabuğunu oymaya ve devasa tüneller açmaya başlamışlardı. Daha sonra bu tünellerini kullanarak Himalaya bölgesinin altına göç ettiler. Bu yer altı imparatorluğuna daha sonra "Agartha" veya "Agarthi" dendi. İmparatorluğun başkenti ise, "Şamballa" idi. Pers'ler bu yer altı imparatorluğuna "Ariana" veya "Arianne", yani (Ayranların anavatanı) diyorlardı. Thule'nin aslında Atlantis olduğuna inanmıştı. Ona göre, Thule Atlantis'lileri iyi ve kötü olmak üzere 2 gruba ayrılmışlardı. Kendilerine "Agarthi" denilenler iyilerdi ve Himalaya bölgesinin altında yaşıyorlardı. Diğerleri ise "Şamballa" grubu ve "kötüleri" temsil ediyorlardı. Bunlar insanları köle etmek istiyorlardı ve batılılarla ilişki içindeydiler. Haushofer'e göre, Agarta ve Şamballa arasında 1000 seneden beri bir mücadele sürmekte idi. Bu mücadeleye daha sonra örgütü de Agarta'nın temsilcisi olarak katılarak, Şamballa'nın temsilcisi Masonlar, Siyonistlerle olan kavgayı devam ettirmişti. Muhtemelen bu da Thule'nin misyonu idi. Bu yer altı imparatorluğunun efendisi, Dünya Kralı "Rigden Iyepo" idi. Dünya Kralının yeryüzündeki temsilcisi ise Dalay Lama idi. Haushofer, Tibet ve Hindistan gezileri sırasında Himalayaların altındaki imparatorluğun Aryan ırkının çıkış yeri olduğuna inanmıştı. Thule'nin amblemi sola dönen bir gamalı haçtı. Tibetli lamaların ve şahsen Dalay Lama'nın açıklamalarına bakılırsa, Agarta halkı bugün de mevcudiyetlerini devam ettiriyordu. Yer altı imparatorluğu, bütün doğu öğretilerinde kökleşmiş bulunuyordu ve yeryüzünün her tarafına dağılmış vaziyette idi. Örneğin; Sahra çölünün altındaki dev merkezlerde, Brezilya'daki Matto Grosso dağlık bölgesinde, yine Brezilya'nın Catarina dağlarında, Yukatan, Meksika, Kaliforniya'da Şaşta dağında, İngiltere'de, Mısır'da ve Çekoslovakya'da. Hitler'in bütün uğraşı, yeraltındaki Agarta imparatorluğuna giden girişi bulmak ve Aldebaran-Hyperborea'lı Aryan-tanrısal insanların soyundan gelenlerle temas kurmak idi. Yer altı imparatorluğu ile ilgili efsane ve söylencelerde, dünya yüzeyinde kötü bir savaşın (III. Dünya Savaşı) olacağı, bu savaşla beraber meydana gelen depremler, diğer doğal felaketler ve kutup ekseninin kayması sonucu insanların üçte ikisinin öleceği, belirtilmişti.

Bu son savaştan sonra dünyanın içindeki muhtelif ırklar, dünya yüzeyinde hayatta kalanlarla yeniden birleşerek 1000 yıllık "Altın Çağ"ı (Kova Çağı'nı) başlatacaklardı. Hitler, Ari ırkın efendi olduğu bir "Dış" Agarta veya "Ariana"yı yaratmak istemişti ve Almanya'da bu ırkın vatanı olacaktı. III. Reich zamanında SS'ler "giriş"leri bulmak için Himalayalara iki büyük keşif gezisi düzenlediler.

Diğer keşif gezileri ise, And dağlarına, Brezilya'daki Motto Grosso ve Santa Catarina dağlarına, Çekoslovakya'ya ve İngiltere'ye düzenlenmişti. Jürgen Spanuth gibi Herman Wirth de Atlantis'i neo-hyperborik bir anlayışa göre yeniden değerlendirmiş ve bu yüksek medeniyetin, kutup bölgesinde (özellikle Grönland'da) oturan ilk yerleşimcilerin bir eseri olduğunu iddia etmiştir. J. Gorsleben, MÖ çağlardaki kuzeyli kültür mirasının izlerinin Hyperborik-Atlantis bilgilerini ihtiva ettiğini düşünmektedir.

Atlantik Uygarlığını Kuranlar

Yaşadığımız çağdan 250-300.000 yıl kadar önceleri Atlantik uygarlığını kurmuş olanlar dünyamız insanlarından değillerdi. Başka bir gezegenden gemlilerdi. Öte yandan Mars gezegeninden gelenler merkezi Asya'da Gobi çölü yakınlarında olan büyük "MU" uygarlığı kurmuş olan insanlardır ve bunların da Atlantik uygarlığı ile ilişiği yoktur. Mu ve Atlantik uygarlıklarını kuranlar ayrı ırklardandı. Atlantiklilerin ana dünyası dünyamızdan 4,3 ışık yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centaurus yıldız sistemine bağlıydı. Proxima Centaurus veya Balkı denen bu sistem birkaç yıldızdan teşekkül etmektedir. Bu yıldızlardan Proxima çevresinde uydu halinde bulunan Alpha Centaure A ve Alpha Centaure B üzerinde durmak gerekir. B, A'dan daha parlak görünür, aynı zaman daha da büyüktür. Baavi gezegeni, Proxima çevresini 311 gün 27 saat 12 dakikada döner. Bu yıldız dünyamızdan 1,5 kere daha büyüktür. Atmosferi dünyamıza çok benzer ve yaşamaya çok elverişlidir. Geceleri aydınlık geçer. Bu yüzden gezegene "Güneşin Oğlu" denmiştir ve halkına da "Baavililer" denir. Öte yandan Sanşoniaton Fenike tarihinde, Bavlılar Baalbekte gemileri için bir alan inşa ettiler diye yazmaktadır. Hakikaten de, Lübnan'daki Baalbek harabeleri eski bir hava alanını andırır. Miguel Serrano'ya göre, Hyperborlular göklerden gelmiş tanrılar veya yarı tanrılardı.(Bazı Alman okült yazarlar Thule'de "dev" üstün insanların yaşadığı iddia etmektedir.) Efsanevi Apollo, yukarı kuzeye yani Hyperborea'ya yaşamaya giderdi. Serrano bilginin dünya dışından dünyaya geldiğini iddia etmektedir. Tanrısal Hyperborlular, yarı tanrısal Atlantisliler bu dünyanın çocukları ile karışmamışlardı. Hinduizm'de insanlar 3 gruba ayrılıyordu; Tamas, Raja, Sattva. Kuala-Tantrizminde de insanlar yine 3 gruba ayrılmıştı; Pasu (Aşağı veya hayvansı insan), Vriya (Kahraman insan) ve Divya (Tanrı insan). Çağımızda insanlar materyalizm bataklığına saplanarak, "dünya insanı" grubundan bile aşağısına düşmüş vaziyettedir.

Yukarı kuzeydeki, Hyberborea'daki Thule, Atlantis ile aynı zamanda ortaya çıkmıştı. Burada, efendilerin mekanında, Atlantisli yönetici sınıf inisiye edilirdi. Kutbun orta noktasında onlar, dünya-dışı öğretileri öğrenirlerdi. Thule, bir millet veya bir halk değil, ölümsüz, tanrısal varlıkların oluşturduğu bir büyücüler cemaati idi.

Hyperborea'da yaşayan beyaz mavi ırk için "mavi kan"ın saflığını korumak çok önemliydi. Hyberborea'nın beyaz tanrıları başka yıldızlardan –belki de çok uzakta kalmış bir çağda- Venüs'ten gelmiş olabilirlerdi. Tiahunaco efsanelerinde adı geçen Mamakocha, Orejona, Kontiki, Virakocha ve diğerleri Thule'den, yani Tolteklerin, Mayaların ve İnkalar'ın atalarının yurdundan gelmişlerdi.

Serrano, "Adolf Hitler El Ultimo Avatara" (Son Avatar Adolf Hitler) adlı başka bir kitabında (1984) Thule felsefesini detaylı bir şekilde açıklamıştı.

Serrano'ya göre, Hitler Vişnu'nun 10. Avatarı (Yani Kali-Yuga döneminin sonunu getirmek için enkarne olan Kalki Avatar=Mesih) idi. Budizm terminolojisine göre, Hitler bir "Tulku" veya bir "Bodhisattya" idi. Yani, kendisini bu dünyaya yeniden doğuş çemberinden kurtarmış, dünyaya gönüllü olarak, insanlığı kurtarmak için gelmiş kutsal bir kişi idi. Bu sebepten o eleştirilemezdi. Serrano, bu kitabında da Hitler'in II. Dünya Savaşı'ndan sağ olarak kurtulduğunu ve 1945 yılında, bir Alman uçan dairesine binerek, Güney Kutbundaki yer altı sığınağına kaçtığını anlatır. Hitler, exoterik (dıştaki) savaşın sona erdiğini bildiği için, Güney Kutbu'ndan ezoterik (Batıni) savaşını sürdürmeye devam etmişi. Yazar, adı geçen kitabında zamanda oldukça gerilere giderek, galaksimiz dışından gelen varlıkların, dünyamıza "İlk Hyperborea"yı oluşturduklarını iddia eder. Ona göre bu kozmik kökenli insanların kurduğu medeniyeti gizlemek için, dünyamızda büyük bir komplo mevcuttu. Hyperborea'lıların kozmik kökenlerine ait son bilgiler, İskenderiye kütüphanesinin yakılması ile yok edilmişti. Bu Demiurg [1] örneklerini Neanderthal insanlarının kalıntılarında da gördüğümüz, aşağı, robotik tip insanları yaratmıştı. Demiurg'un yaratıkları için planı; Onların tekrar ve tekrar bu dünyaya yeniden doğmaları idi. Buna "Pitriyana", yani "Ataların Yolu" deniyordu. Hyperborea'lılar için Demiurg'un reenkarnasyon çemberine düşmek söz konusu değildi. Öldükleri zaman onlar, tanrıların, yani "Devayana"ların yolunu seçerek, Tulku'lar veya Bodhissattva'lar gibi, isterlerse yeniden dünyaya gelirlerdi.

3. göze sahip [2] ve Vril gücüne hükmeden Hyperborea'lılar, cinsel birleşme yoluyla değil, bedenlerinden dışarı doğru yayılan bir plazma vasıtası ile ürerlerdi. Hyperborea'lıların damalarında "Kara Güneş"in ışığı dolaşırdı. Onların en büyük maceraları, Demiurg'un mekanik evreni ile savaşmak amacı ile dünyaya enkarne olmaları idi. Bu kutsal savaşa girmiş, ilahi varlıklar olarak, birincisi görünmez olan Hyberborea'dan sonra, Kuzey Kutbu çevresindeki kıtada 2. Hyperborea'yı oluşturdular. Bu "Altın Çağ"ın veya "Satya Yuga"nın egemen olduğu devirlerdi. Bu devrin yöneticisi, zamanın da efendisi olan Satürn ve yardımcısı Rhea idi. Bundan sonra Hyperborea'lılar dünya gezegeninin aşağı ırklarına, yarı-hayvan bir durumdan çıkmaları için yardımcı olmaya başladılar. Siyah, sarı ve kızıl renkli ırklara bir zerre ölümsüzlük vererek, dünyayı spirütüelleştirmeye başladılar. Daha sonra, Tevrat'ın "Yaratılış" bölümünde de açıklandığı gibi bir felaket meydana geldi. Tanrıların çocukları, insanların kızları ile birleşerek, onlardan çocuk sahibi oldular. Hyberborealılar, Demiurg'un yaratıkları ile kanlarını karıştırarak büyük bir hata yapmışlardı. Ve bu kan karışımı "Büyük Günah"a ve "Cennetin Kaybolmasına" yol açtı. Bu günahın fiziksel sonucu olarak, bir ay veya komet dünyaya çarptı ve Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinin yerleri değişti ve Hyperborea yeniden görünmez bir duruma geldi.

(1) Yunanca "demo"dan türetilmiş olan Demiurg, Eflatun zamanından beri alemin yaratıcısı için kullanılmış olan bir terimdir. Gnostisizm'e dayalı dinsel geleneklerde maddi alemin ve insanın bedeninin yaratıcılığı fonksiyonunu üstelen güce verilen isimdir. Gnostik akımlarda Demiurg, yüce ışık tanrısından uzaklaşması ve karanlık alemiyle ilişkisi kurması sebebiyle yüce tanrının gözünden düşerek ışık aleminden atılan düşmüş bir varlık olarak görülür. Öte yandan çeşitli Hıristiyan Gnostik akımları Eski Ahit tanrısının, acımasız ve despot karakterli yaratıcı tanrı-Deiurg olduğunu kabul ederler.

(2) Üçüncü göz, "Alın Çakrasına" verilen isimdir. Bu çakra, "duru görü" yeteneği ile ilgilidir. Beyindeki pineal bezle ilgi olması mümkündür. Dumura uğramış bir üçüncü göz, ya da tepegözü hatırlatır gibidir. Yoga çalışmalarında alın şakrasına yapılan etki pineal bezi de etkileyerek duru görünün hızlanmasına sebep olabilir.

Aztekler:

And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki vadilerde yaşamış ve 12.-16. yüzyıllarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Güney Amerika yerli halkıdır.16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önce,ortalama 5-10 milyon nüfuslu çok iyi örgütlü bu imparatorluk,14. ve 15. yüzyıllarda güçlenerek topraklarını bu günkü Bolivya,Peru,Ekvador ile Arjantin ve Şili’nin bazı bölimlerini içine alacak kadar genişletti.

İnkalar’dan önce Güney Amerika’da başka uygarlıklar vardı.Bunlar Bolivya’nın yüksek dağlık bölgelerinde ,Titicaca Gölü yakınında yaşayan Tiahuanacolar,And Dağları’nın Ekvador’dan Bolivya’ya kadar uzanan yüksek yaylarında yaşayan Keçuvalar,Peru’nun kuzeyindeki dağlarda yaşayan Çavinler,Peru’nun güney kıyısındaki Nazkalar ve kuzeyde kıyıda yaşayan çimulardır.Bu eski uygarlıkların doğuşu yaklaşık İÖ 200 tarihlerine kadar uzanır.Bu insanların nereden geldikleri bilinmemektedir,ama ağır kayaları biçimlendirmedeki başarıları ve yapı tekniklerindeki ustalıkları düşünülürse, ne kadar yetenekli oldukları anlaşılır.Tiahuanaco’da birbirine kenetlenecek biçimde dikkatle oyulmuş dev bloklardan yapılma büyük taş yapılar vardır.Çimu ve Nazka halkının ise yapı ve piramitlerinde kayadan çok kerpiçi yeğledikleri görünmektedir.

Varlığı Roma İmparatorluğu ile aynı döneme rastlayan bu eski uygarlıklar Roma İmparatorluğu gibi İS 200-400 yılları arasında çökmeye başladı ve İS 800’de çoğunun yerinde yalnızca yıkıntılar kaldı.Bundan ortalama 300 yıl sonra İnka Peru’nun ortalarındaki Cuzco vadisinden indi ve kendilerinden önce başka halkların yaşamış olduğu bu bölgeye yerleşti.İnkalar dağlardan kıyılara doğru yayıldılar.15.yüzyılda çevrelerindeki güçlü kabilelere boyun eğdirdiler.Ele geçirdikleri topraklardaki insanların bir bölümünü başka bölgelere sürerek başkaldırmalarının önüne geçerken,bir bölümünü de tarım ve bayındırlık işlerinde zorla çalıştırdılar.

Cuzco vadisinde yer alan ve İnka İmparatorluğu’nun başkenti olan Cuzco ‘’Güneşin Kutsal Kenti’’olarak bilinirdi.İmparatora Tanrı gözüyle bakılır ve Güneş’in soyundan geldiğine inanılırdı.İmparatorun,yaşam ve ölüm konusunda tartışılmaz bir otoritesi vardı.

İnka’larda 10 ailelik gruplar kendilerine bir önder seçer,önderler bir şefin sorumluluğunda olurdu.Her şefin buyruğunda 5 önder vardı ve bu düzen hepsinin önderi ve yöneticisi olan İmparatora kadar uzanırdı.

Halk belirli bir yaşama ve çalışma düzenine uymak zorundaydı.Her şey devletindi.Çocuklar ve yaşlılar dışında herkesten çalışması beklenirdi.Tembellik ve insan onuruna aykırı davranışlar ağır biçimde cezalandırılırdı.Halk yoksul değildi;ama malı mülkü de yoktu,özgürlükleriyse sınırlıydı.Ürettiklerinin belirli bir kısmını İmparatora ve rahiplere vermek zorundaydı.

İnkalar,çatıları tahta kirişler üzerine saman örtülü,altın süslemeli büyük taş kaleler ve tapınaklar yaptılar.Cuzcu Kalesi’nin duvarları tonlarca ağırlıkta taşlardan yapılmıştı ve yüksekliği 6 metreyi buluyordu.İspanyollar Cuzco’daki büyük güneş tapınağını bastıklarında olağan üstü güzellikte altın ve değerli taşlarla süslü eşyaların yanı sıra üzerinde Güneş tanrısının resminin bulunduğu kocaman bir altın tabak buldular.Ay tapınağında ise her şey som gümüştendi.Başkentte yapılan büyük şenliklerde yağmur tanrısına lamalar ve insanlar kurban edilirdi.

İnkaların evleri kendilerinden önceki uygarlıklar oranla daha küçüktü.Köylülerin evleri kerpiçten ve saman damlıydı.Eski Mısırlılar gibi İnkalarda ölülerini mumyalar yada başka yöntemlerle korurlardı.

İnka İmparatorluğu’nun kıyı halkı bakırı döverek kaplar yapar yada eritilmiş metali,kalıplara dökerek biçimlendirirdi.Kıyının kuzey kesiminde yaşayan halk,değişik anlatımlı insan başı biçiminde çanak çömlek yapıyordu.İnkalar basit tezgahlarda çok güzel duvar halıları ve yaygılarda dokurlardı.Pamuklu dokumaları o kadar inceydi ki,İspanyollar bunları ipek sanmıştı.Kemik ve bambudan flüt,toprak ve deniz kabuklarından borazan ve tunçtan çanlar yaptılar.


İnkalar düzgün ve geniş yollarını taşlarla döşediler.Kayaları oyarak kısa tüneller,tahtadan köprüler yaptılar.Gelişkin bir haberleşme sistemleri vardı.Belli aralıklarda kurulu posta istasyonlarına ulaklar haber taşırdı.Yollarda ayrıca dinlenme evleri de yapılmıştı.Tekerlek bilinmediğinden yükleri lama sürüleri taşırdı.

Taş yontuculuğundaki üstün becerilerine karşın İnkalar’ın Mayalar gibi gelişkin araç gereçleri yoktu.Ne bir yazı sistemleri ne de paraları vardı.İplere düğüm atarak hesap yaparlardı.

Dünyada ilk patates üreticileri İnka çiftçileridir.Öbür ürünleri mısır,tatlı patates ve manyoktu. Domuz,ördek,köpek ve lama yetiştirirler,lama tüyünden dokumalar yaparlardı.

16.yüzyılda iki kardeş arasında çıkan taht kavgası imparatorluğu zayıflattı.Tahtın varisi Huascar’ı üvey kardeşi Atahualpa hapse attırdı.Francisci Pizarro yönetimindeki İspanyollar altın aramak için Peru’ya ayak bastıklarında tahtta Atahualpa vardı.

İspanyol komutan Francisci Pizarro,Atahualpa’yı tuzağa düşürerek tutsak aldı.Atahualpa hapisteyken Huascar’ın öldürülmesi için emir verdi.Emir yerine getirildi;ne var ki,bunu gerekçe gösteren Pizarro,Atahualpa’yı idam ettirdi.Başsız kalan ülkeye İspanyollar egemen oldular ve İnka İmpratorluğu’nun topraklarının tümünü ele geçirdiler.

Günümüzde yaşayan İnka nüfusu 3 miyondan daha azdır. Bugün And Dağları’nın Keçuva dili konuşan köylüleri İnkalar’ın soyundan gelir.Bunlar Peru’nun yüzde 45’ini oluştururlar.

Aztekler ve Aztek Tanrıları:

15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika’da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan’dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından “Tenoçka”, ataları Tenoch’tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan “Meksika” adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir. En büyük kentleri Tenochtitlan’ın adı “Tenoch”tan türetilmiş, “Meksika” ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı “KulhuaMeksika” adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika’ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir. Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı IS 1325’te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır.

Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika’da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 km2’lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2’yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarınını tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı.

Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sistemlerinden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklerin başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. Insan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı’na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı. Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika’nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20’şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20’şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519’da gelen Ispanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek Imparatorluğu’nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son Imparator Il. Montezuma (hd 1502-20), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. Imparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi.

Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir.

Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.

Aztek Takvimi

Tonalpohualli denen 260 günlük dinsel yıl ile 365 günlük güneş yılını birleştiren takvim sistemi. Örnek aldığı Maya takvimi gibi, Aztek takvimi de 20'şer günlük 13 döneme bölünen dinsel yıl ile 20'şer günlük 18 aya bölünen ve ayrıca uğursuz sayılan beş günlük bir dönemi (nemontemi) içeren toplumsal yıldan oluşuyordu. Gene Maya takviminde olduğu gibi, dinsel ve toplumsal Aztek yılları her 52 yılda bir, birbirlerine göre aynı konuma gelirdi. "Yılların Bağlanması" ya da "Yeni Ateş Töreni" adıyla kutlanan bu olaya hazırlık olarak önce tüm kutsal ateşler ve evlerdeki ateşler söndürülürdü. Törende heyecanın doruğa ulaştığı anda rahipler yeni bir kutsal ateş yakardı. Ardından Aztek halkı da ocaklarındaki ateşi yeniden tutuşturur ve şölene geçerlerdi. 1790'da Mexico'da yapılan kazılarda bazalttan yapılmış, ağırlığı 25 tonu bulan, 3,7 metre çapında daire biçiminde bir takvim taşı ortaya çıkarılmıştır. Bugün Mexico Ulusal Antropoloji Müzesi'nde sergilenmekte olan taşın tam ortasında Aztek Güneş Tanrısı Tonaiuth'un yüzü görülür. Bu yüzün çevresinde de tanrının önceki cisimleşmiş biçimlerini yansıtan ve dünyanın dört eski çağını simgeleyen kare biçimindeki dört pano vardır. Bunları da Aztek ayının 20 gününü simgeleyen işaretler çevreler.

Aztek Tanrıları

Huitzilopochtli

Uitzilopochtli olarak da yazılır (Nahuva dilinin Nahuvatl lehçesinde huitzilin: “kolibri” ve opochtli: “sol”). Güneş ve savaş tannsı. Aztekler ölen savaşçıların ruhlarının kolibri (çok güzel, parlak renkli bir kuş) bedenine büründüğüne inanırlar ve güneyi dünyanın sol yanı olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle Huitzilopochtli’nin adı “güneyin dirilen savaşçısı” anlamına geliyordu. Öteki adlarından ikisi Xiuhpilli (Turkuvaz Prens) ve Totec’ti (Efendimiz). Nahual’ı (büründüğü hayvan biçimi) kartaldı.

En eski inanışa göre Huitzilopochtli, Coatepec Dağında, Tula kenti yakınında doğmuştu. Annesi Yeryüzü Tanrıçası Coatlicue, gökten düşen bir top kolibri tüyünü (Yani bir savaşçının ruhunu) bağrında sakladıktan sonra Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştı. Erkek kardeşleri olan güney yarıküre yıldızları Centzon Huitznaua (Dört Yüz Güneyli) ve kız kardeşi Ay Tanrıçası Coyolxauhqui onu öldürmeve karar vermişler, ama Huitzilopocthli, Xiuhcoatl'ıı (turkuvaz yılan) silah olarak kullanıp onları yok etmişti.

Başka efsanelere göre Huitzilopochtli, Aztekleri geleneksel yurtları Aztlan'dan Meksika vadisine ulaştıran uzun göç sırasında kabilenin kutsal önderiydi. Rahipler onun colibri biçimindeki tasvirini omuzlarında taşıyorlardı. Bir gece onun buyruk veren sesi duyuldu;bu bu buyruk gereğince Aztek başkenti Tenochtitlan 1325’te Meksika Vadisindeki gölde küçük ve kayalık bir adada kuruldu. Ilk tapınak, rahiplerin bir kartalı bir yılanı yutarken gördükleri kaya üzerinde yer alıyordu. Sonraki Aztek hükümdarları bu sunak yerini genişlettiler. Sekiz Kamış yılında (1487) imparator Ahuitzotl burada görkemli bir tapınak yaptırdı. Huitzilopochtli genellikle kolibri biçiminde ya da kolibri tüylerinden miğfer ve zırh giymiş bir savaşçı olarak betimlenirdi. Bacakları, kolları ve yüzünün alt bölümü maviye, yüzünün üst bölümüyse siyaha boyanırdı. Ayrıntılarla işlenmiş tüylü bir başlık giyer, elinde bir kalkan ile bir turkuvaz yılan bulunurdu.

Dinsel takvimin Panquetzaliztli (Değerli Tüy Bayraklar Şöleni) adı verilen yılının 15. ayı. Huitzilopochtli’ye ve yardımcısı Paynala (Tez Canlı: Paynal’ı canlandıran rahip, tören alayı kentin çevresinde dolanırken en önde koşardı) adanmıştı. Bu ayda, savaşçılar ve auıanime (fahişeler) tanrıya adanan tapınağın önündeki alanda geceler boyunca dans ederlerdi. Savaş esirleri ya da köleler Huitzilopochco’da (bugün Churubusco, Mexico yakınında) kutsal bir kaynağın suyuyla yıkanır, Paynal’ın başını çektiği tören alayının kenti dolaşması sırasında ya da daha sonra tapınağın sunak taşında kurban edilirlerdi. Rahipler ayrıca tanrının en önemli silahını simgeleyen, ağaç kabuğundan yapılmış bir yılan yakarlardı. Son olarak Huitzilopochtli’nin öğütülmüş mısırdan yapılan bir tasviri törensel olarak okla öldürülür, rahipler ve rahip adayları arasında paylaşılırdı. “Huitzilopochtli’nin bedeni"ni yiyen gençler bir yıl boyunca ona hizmet etmek zorundaydılar.

Aztekler güneş tanrısına günlük besin olarak (tlaxcaltiliztli) insan kanı ve yüreği sunmak gerektiğine ve "güneş insanları" olarak kendilerinin de tanrıya bu kurbanı bulmakla yükümlü olduklarına inanırlardı. Kurban yürekleri quauhtlehuanitl'e (yükselen kartal) sunulur ve quauhxicalli'de (kartal vazosu) yakılırdı. Savaşta ya da sunak taşında ölen savaşçılara quauhteca (kartalın insanları) denirdi. Savaşçıların öldükten sonra, ilkin güneşin parlak kuyruğunun bir parçasına dönüştüğüne, dört yıl sonra da sonsuza değin kolibrilerin bedeninde yaşamaya başladıklarına inanılırdı.

Büyük Huitzilopochtli rahibi Quetzalcoatl Totec Tlamacazqui (Tüylü Yılan, Efendimizin Rahibi), Yağmur Tanrısı Tlaloc'un büyük rahibiyle birlikte Aztek din adamlarının başıydı

Quetzalcoatl

Nahuatl dilinde quetzalli: "değerli tüy" ve coatl : "yılan". Eski Meksika tanrılarının en önemlilerinden olan Tüylü Yılan. Tüylü Yılan betimlemelerinin ilk örneklerine ülkenin merkezindeki Teotihuacan kültüründe (3-8. yy.) rastlanır. O dönemde Quetzalcoatl, Yağmur Tanrısı Tlaloc'la yakından ilgili bir yer ve su tanrısıydı.

Nahua dili konuşan kabilelerin kuzeyden göç etmesiyle Quetzalcoatl inanışında önemli değişiklikler oldu. Tula kenti çevresinde gelişen Toltek kültüründe (10-12. yy.) gökcisimlerine tapınmayla ilişkili olarak savaşın ve insan kurban edilmesinin önemi arttı. Quetzalcoatl sabah ve akşam yıldızı tanrısı sayıldı ve tapınağı Tula'daki törenlerin merkezi oldu.

Aztek döneminde (14-16. yy) Quetzalcoatl rahiplerin koruyucusu, takvimin ve kitapların mucidi ve demircilerle başka el sanatçılarının koruyucusu sayıldı. Aynı zamanda Venüs gezegeniyle eş tutuldu. Sabah ve akşam yıldızı olarak ölümün ve yeniden dirilişin de simgesiydi. Arkadaşı köpek başlı Tann Xolotl’la birlikte ölmüş ataların kemiklerini toplamak için Mictlan’ın yeraltı cehennemine indiğine ve topladığı kemikleri kendi kanına bulayarak bugün yeryüzünde yaşayan insanları doğurduğuna inanılıyordu.

Bir başka önemli efsaneye göre OuetzalcoatI Tolteklerin başkenti Tula’nın rahip kralıydı. Insan değil, yalnızca yılan, kuş ve kelebek kurban ederdi. Ama Gece Göğünün Tanrısı Tezcatlipoca büyü yaparak onu Tula’dan atmıştı. Quetzalcöatl da “tanrısal su” (Atlas Okyanusu) kıyılarına inmiş ve kendini ateşe atarak Venüs gezegeni haline gelmişti. Bir başka öyküye göreyse yılanlardan yapılmış bir sala binerek doğu ufkunda kaybolmuştu.

Tezcatlipoca’nın Tüylü Yılan’a karşı kazandığı zaferde gerçeklik payı olabilir. Toltek uygarlığının ilk yüzyılında Teotihuacan kültürünün rahipler düzeni ve barışçı ilkeleri geçerliydi. Kuzeyden göç edenlerin baskısı toplumsal ve dinsel bir devrime yol açmış, yönetim rahiplerden askerlerin eline geçmişti. Ouetzalcoatl’ın yenilgisi klasik teokrasinin çöküşünü haber veriyordu. Onun doğuya yaptığı deniz yolculuğu, Toltek özellikleri gösteren Itza kabilesinin Yucatan’ı istilasıyla ilişkili olabilir. Quetzalcoatl’ ın takvim adı Ce Acatl’dı (Tek Kamış) ve onun Tek Kamış yılında doğudan geri döneceğine inanılırdı. Bu inanç Aztek hükümdarı Il. Montezuma’nın, Meksika Körfezine çıkışları (1519) Tek Kamış yılına rastlayan Ispanyol fatih Hernan Cortes ile arkadaşlarını tanrısal elçiler olarak görmesine yol açtı.

Quetzalcoatl tüylü bir yılandan başka, sık sık sakallı bir erkek olarak da betimlenirdi. Rüzgar Tanrısı Ehecatl kimliğiyle içinden rüzgar geçen iki oluklu bir maske takar ve kuzeydoğudaki Meksika kabilesi Huasteklere özgü koni biçiminde bir şapka giyerdi. Azteklerin başkenti Tenochtitlan’daki (bugün Mexico) tapınağı Ehecatl’a uygun, yuvarlak bir yapıydı. Çünkü Ehecatl’ın, rüzgara karşı keskin köşeleri bulunmadığı için dairesel tapınaklardan hoşlandığına inanılırdı. Bu tür anıtlara özellikle Huastek yöresinde sık rastlanır.

Ouetzalcoatl hem ehecatl (rüzgar) günleri, hem de ayin takviminin 13 günlük dizilerinin 18.‘si boyunca egemenlik sürerdi. Ayrıca gün saatlerinin 13 tanrısı arasında dokuzuncu sayılırdı. Genellikle birinci derece tanrılar listesine alınmakla birlikte, kendisine adanmış bir tören ayı yoktu.

Eğitim, yazı ve kitap tanrısı olarak rahip adaylarıyla soyluların çocuklarının eğitildiği calmecac’ta (tapınağa bağlı din okulu) özellikle saygı görürdü. Tenochtitlan dışında Quetzalcoatl inanışının önemli merkezleri arasında Pueblo Platosundaki Cholula sayılabilir.

Tlaloc

(Nahuatl dilinde “Tomurcuk Verdiren”). Yağmur tanrısı. Iri, yuvarlak gözlü ve uzun azı dişli bir maske takmış olarak betimlenen figürlerinin ilk örneklerine IS 3-8. yüzyıllar arasındaki Teotihuacan kültüründe rastlanır. Aynı dönemde Mayaların taptığı yağmur tanrısı Chac’la büyük benzerlikler taşır.

Aztek uygarlığı döneminde bütün Meksika’ya yayılan Tlaloc kültüne büyük önem verilirdi. Kahin takvimlerinde Tlaloc günlerin sekizinci hükümdarı ve gecelerin dokuzuncu efendisi olarak yer alırdı. On sekiz yıllık dinsel yılın beş ayı Tlaloc’a ve dağ doruklarında yaşadıkların inanılan öteki tanrılara (Tlaloque) adanmıştı. Dinsel yılın ilk ayı Atlcaualo ile üçüncü ayı Tozoztontli'de Tlaloc’a çocuklar kurban edilirdi. Altıncı ay Etzalqualiztli’de yağmur yağdırmakla görevli Aztek rahipleri gölde yıkanır, yağmur yağması için su kuşlarının seslerini taklit eder ve büyülü sis çıngıraklarını (ayauhchicauaztli) kullanırlardı. On üçüncü ay Tepeilhuitl ise Tlaloque’ye adanmıştı; bu ayda yoğrulmuş horozibiği etinden yapılma küçük tasvirler dinsel törenle "öldürülerek” yenirdi. On altıncı ay Atemoztli’de de benzer bir tören yapılırdı.

Tlaloc, kuzeyli savaşçı kabilelerin Orta Meksika’yı ele geçirmesinden önce, yüzyıllar boyunca bölgedeki çiftçi kabilelerinin ana tanrılarından biri olarak varlığını korumuştu. Savaşçı kabilelerle birlikte bölgeye Hluitzilopochtli ve Tezcatlipoca kültleri de girdi. Aztekler bağdaştırıcı bir yaklaşımla hem Huitzilopochtli’yi, hem de Tlaloc’u en büyük tanrı olarak benimsediler. Başkent Tenochtitlan kentindeki Büyük Tapınak’ta (Teocalli), her iki tanrıya ayrılmış, eşit büyüklükte iki kutsal bölüm yer alıyordu. Yağmur tanrısı başrahibi Quetzalcoatl Tlaloc Tlamacazqui’nin (Tüylü Yılan, Tlaloc’un Rahibi) ünvanı ve konumu Güneş tanrısı başrahibininkine eşitti.

Saygı gördüğü kadar korku da uyandıran Tlaloc, yağmur yağdırdığı gibi kuraklığa ve açlığa da neden olabilirdi. Yeryüzüne yıldırımlar fırlatır, korkunç kasırgalar estirirdi. Tlaloque ise Yeryüzüne bereketli vağmurlar yağdırabilir ya da ekinlere zarar veren seller gönderebilirdi. Bu tanrıların ayrıca cüzam, romatizma, vücutta su toplanması gibi hastalıklara da neden olduklarına inanılırdı. Azteklerin ölüleri yakma geleneğine karşın, bu hastalıklardan ölenlerle boğulma ya da yıldırım çarpması sonucunda ölenler gömülürdü. Bu yollarla yaşamı sona erenlerin Tlalocun cenneti olan Tlalocan’da sonsuza değin mutlu bir yaşam süreceklerine inanılırdı.

Tatlı su gölleriyle küçük akarsuların tanrıçası olan ve Matlalcueye (Yeşil Etekli Kadın) olarak da bilinen Chalchiuhtlicue (Yeşim Etekli Kadın) Tlaloc’un eşi sayılırdı.

Tezcatlipoca

(Nahuatl dilinde “Puslu Ayna”). En önemli Aztek tanrılarından. Büyükayı takımyıldızının ve karanlık gökyüzünün tanrısıdır. Tezcatlipoca kültü, IS 10. yüzyılın sonlarına doğru, kuzeydeki savaşçı Tolteklerce Orta Meksika’ya getirilmiştir. Tezcatlipoca’nın, Tanrı Ouetzalcoatl’ı (Tüylü Yılan) Tula kentinden nasıl kovduğunu anlatan çok sayıda efsane vardır. Istediği kılığa giren büyücü Tezcatlipoca kara büyüyle birçok Toltekin ölümüne neden olur; erdemli Ouetzalcoatl’ı içkiye, günaha ve bedensel tutkulara sürükleyerek Tolteklerin altın çağına son verir. Orta Meksika’daki insan kurban etme geleneği onun etkisiyle başlamıştır. Tezcatlipoca’nın nahual'ı jaguardır; bu jaguarın benekli postu, yıldızlı bir gökyüzünü andınr. Yaratıcı Tanrı Tezcatlipoca bugünkü evrenden önce yaratılıp yok edilmiş dört evrenden ilki olan Ocelotonatiuh’ta (Jaguar-Güneş) hüküm sürmüştür.

Tezcatlipoca genellikle yüzünde siyah bir şeritle betimlenir; ayaklarından birinin yerinde obsidiyenden bir ayna vardır. Guatemala’daki Mayalar ve Kiçeler 10. yüzyılda sonra Tezcatlipoca’ya Hurakan (Tek Ayak) adını verdikleri bir şimşek tanrısı olarak taptılar. Bazı betimlemelerde ayna Tezcancatlipoca’nın göğsünde yer alır. Bu aynada her şeyi gören Tezcatlipoca görünmeyen ve her yerde var olan bir tanrıdır; insanların bütün eylemlerini ve düşüncelerini bilir.

Tezcatlipoca Aztekler döneminde (IS 14-16. yy) Huitzilopochtli, Tlaloc ve Ouetzalcoatl’la birlikte en yüce tanrılardan biri durumuna geldi. Bu dönemde Tezcatlipoca’ya Yoalli Ehecatl (Gece Rüzgarı), Yaotl (Savaşçı) ve Telpochtli (Delikanlı) adlarıyla tapılırdı. Geceleri dörtyol ağızlarında savaşçılara meydan okuduğu söylenen Tezcatlipoca, halktan kimselerin ilköğretim ve askerlik eğitimi için erkek çocuklannı gönderdiği telpochcalli'lere de (delikanlılar evi) başkanlık ederdi. Ayrıca köleleri korur, “Tezcatlipocanın çocukları”na kötü davranan köle sahiplerini cezalandınrdı. Erdemi zenginlik ve ünle ödüllendirir, yanlış yol tutanları ise cüzam gibi hastalıklarla ya da kölelik ve yoksullukla cezalandırırdı.

Tezcatlipoca için, beşinci ayin ayı Toxcatl’da törenler düzenlenirdi. Rahip genç ve yakışıklı bir savaş esirini seçer, bu genç bir yıl boyunca tanrının yerini alarak lüks içinde yaşardı. Tanrıçalar gibi giydirilmiş dört güzel kız da ona eşlik ederdi. Ayin günü bu genç, çaldığı flütleri kıra kıra tapınağın merdivenlerini tırmanır, tepeye geldiğinde yüreği sökülerek kurban edilirdi.

Azteklerin başkenti Tenochtitlan dışında Tezcatlipoca’ya özellikle Texcoco’da ve Oaxaca ile Tlaxcala arasında yaşayan Mikstek ve Puebla Yerlileri tapardı.

Tlazoltéotl

(Nahuatl dilinde “Kirlilik Tannçası”). Ixcuina ya da Tlaelquani olarak da bilinir, saflıktan uzak, günahkar davranışlan temsil eden tanrıça. Huaxteca körfez ovalarındaki halklardan alındığı sanılır. Önemli ve çok yönlü bir toprak ana tanrıçaydı. Yaşamın değişik evreleriyle bağlantılı dört ayrı kimliğe bürünürdü. Genç bir kadın olarak hafifmeşrep ve baştan çıkarıcıydı. Ikinci kimliğinde insanları kötü alışkanlıklara sürükleyen yıkıcı bir tanrıçaya dönüşürdü. Orta yaşlarda, insanların günahlarını yüklenebilen büyük bir tanrıça biçimini alırdı. Son kimliğinde gençlere musallat olan öldürücü ve korkunç bir kocakarı olarak ortaya çıkardı. Aztekler tören kurallarının çiğnenmesini, yasak cinsel ilişkileri ve geleneklere uymayan davranışları günah ya da “kirli” sayarlardı. Tlazoltéotl, rahiplerine itirafta bulunan insanların günahlarını bağışlama gücüyle ünlüydü. Bir kimliğiyle insanları günaha sürüklerken, başka bir kimliğiyle günah işleyenleri bağışlayabiliyor ve dünyayı günahtan arındırıyordu. Kaba pamuktan yapılma süslü bir başlıkla, bazı tasvirlerinde de bir kurbanın derisini sarmış olarak ya da Ay simgeleri taşıyan giysiler içinde betimlenirdi.

Xipe Totec

(Nahuatl dilinde “Derisi Yüzülmüş Tanrımız”), Meksika’da yağmur mevsiminin başlangıcı olan ilkbaharın ve yeni yeşeren bitkilerin tanrısı. Aynı zamanda kuyumcuların koruyucusuydu. Yeni yeşeren bitkilerin simgesi olarak Xipe Totec, insan derisine bürünürdü. Bu deri ilkbaharda yeryüzünü kaplayan “yeni deri”yi temsil ederdi. Heykellerinde ve taştan yapılma masklarında da hep yeni yüzülmüş bir deriye bürünmüş olarak betimlenirdi.

Anauatl iteouh (kıyı tannsı) olarak tanımlanan Xipe Totec, başlangıçta altın yönünden zengin olduğuna inanılan bugünkü Oaxaca ve Guerrero eyaletlerinde yaşayan Zapotek ve Yopi Yerlilerinin tanrısıydı. Zapotekler onu bir bitki tanrısı olarak kabul ediyor ve Quetzalcoatl’la (Tüylü Yılan) ilişkşili görüyorlardı. Kesinlikle yabancı bir tanrı sayılan Xipe Totec’in tapınağı Yopico ya da Yepi Evi olarak anılıyordu. Xipe Totecin ilk temsili resimleri, Teotihuacan yakınlarındaki Xolalpan’da ve Texcoco'da Mazapan kültürüyle bağlantılı olarak yani klasik sonrası Toltek döneminde (10-12. yy.) ortaya çıktı. Aztekler bu kültü daha sonra Axayacatl yönetimi (1469-81) sırasında benimsedi. Aztek yılının ikinci dinsel tören ayı olan Tlacaxipehualiztli'de (Insanlann Yüzülmesi), rahipler yüreklerini çıkararak insanları kurban ederlerdi. Daha sonra bu kurbanların yüzülerek sarıya boyanan ve teocuitlaquemitl (altın giysi) denen derilerini üzerlerine giyerlerdi. Öteki kurbanlar ise bir çerçeveye bağlanarak oklarla öldürüldü. Yere damlayan kanlarının verimli ilkbahar yağmurlarını simgelediğine inanılırdı. Xipe Totec, onuruna söylenen bir ilahide, Yoalli Tlauana (Gece Içkicisi) olarak anılırdı. Bunun nedeni bereketli yağmurların gece yağdığına inanılmasıydı. Aynı ilahide Xipe Totec'e, bereketin simgesi Ouetzalcoatl’ı getirdiği ve kuraklığı önlediği için şükranlar sunulurdu.

Mictlantecuhtli

Ölüler tanrısı. Genellikle yüzü bir kurukafa biçiminde betimlenir. Karısı Mictecacfhuatl’la birlikte yeraltı dünyası Mictlan’ı yönetir. Savaşta, kurban edilerek, çocuk doğururken, boğularak, yıldırım çarpması sonucu ya da bazı hastalıklardan öldükleri için çeşitli cennetlerin hiçbirine giremeyenler, Mictlan’ın dokuz cehenneminde yargılanmayla geçen dört yıllık bir yolculuğa başlar. Mictlantecuhtli’nin yaşadığı sonuncu cehenneme ulaşınca ya yok olur ya da huzura kavuşurlar.

Coatlicue

(Nahua dilinin Nahuatl lehçesinde “Yılan Etekli”). Yeryüzü tanrıçası. Yaratıcı ve yok edici özellikleriyle yeryüzünün simgesi, tanrıların ve insanların anası olarak kabul edilir. Mexico kentinde, Ulusal Antropoloji Müzesi’ndeki heykeli mitolojideki anlamını çok güçlü bir biçimde somutlaştırır: Yüzü birbine dolanmış iki yılandan oluşmuş, eteği gene yılanlardan örülmüştür; yılanlar verimliliği simgeler. Insanları ve tanrıları beslediği için göğüsleri sarkıktır. Ellerden, kalplerden ve bir kafatasından oluşan kolyesi vardır. Ayak ve el parmakları pençeyi andırır; yeryüzünün insanları yutması gibi o da insanlarla beslenir. Teteoinnan (Tanrıların Anası) ve Toci (Büyük Anamız) olarak da bilinen Coatlicue, korkunç doğum tanrıçası Cihuacoatl (Yılan Kadın; Tonantzin Anamız olarak da bilinir) ve Kirlilik Tanrıçası Tlazolteotl olarak ortaya çıkan yeryüzü tanrıçasının bir görünümüdür.

Aztekler’den Dua Örnekleri

Ölmek İçin Güzel Bir Gün(Ayinde Okunan Dua)

Onaltı gündür at sırtında general
atlar susamış ve yorgun
hain şefin!! izini sürmekte
onun gelişini takdir etti!
askerler tepelerin gerisinde saklanmıştı
kampın etrafı sarılmıştı

bir atlı surdu atini reise doğru
onlar koyu almak ve yağma etmek icin gelmişlerdi

"kollarınızı aşağı indirin"
"mızraklarınızı aşağı indirin"
Reisin gözlerinde hüzün vardı
Fakat gözlerinde korku görünmüyordu

"Ölmek için güzel bir gün"

Gözlerinizi kurulayın çocuklarım ağlamayın
"Ölmek için güzel bir gün"

O konuşmuştu beyaz adam gelmeden çok önce,
Onların silahları ve wiskisi hakkında
Halkını uyarmıştı
Onlar tarihlerini yazmadan önce
General inanmadı onun sözlerine
ne de yüzüne.
Fakat O biliyordu daha çok insan öleceğini
sonrada bu kara lekenin yaşanacağını
Bu kanun nasıl yıkılır
Ne yanlış yaptım ben?
ki beni gömmek öldürmek istiyorsun
bu kan izleri üzerinde

Biz topraklarımız, toraklarımız bizim için endişeli
Ve bu yol daima olmalı
Asla daha fazlasını sorma asla
Ve şimdi şöyle bana son sözünü
Silahlarımı aşağıya indirdim
Başımı eğdim
Simdi istersen beni atabilirsin bu yerden
Gidecek bir yeri olmadan
Ve insanlarına dönüp yaşlı gözlerini kurulamalarını söyledi
bizler huzurlu ve rahatız
ve sesi gökyüzünde yankılandı

Kutsal Ruh'a Dua

" Ulu Tanrı , rüzgarın içinde duyduğum ses kimin sesi,bütün dünyaya hayat veren kimin nefesi -duy beni-. Senden önce geldim . Senin çocuklarından biriyim.ben küçük ve güçsüzüm , senin gücüne ve bilgeline ihtiyacım var. Güzellikler içinde yürüyelim ve gözlerim hep farkına varabilsin kırmızı ve mor gün batımının. Ellerim saygı göstersin senin yaptığı ve yarattıklarına,kullaklarım açıkca duyabildin sesini. beni öyle bilge yap ki ben benim insanlarıma öğrettiklerini anlayabileyim ve kayalara ve yapraklarına arasına gizlediğin derslerini anlayabileyim. En büyük düşmanım olan kendimle savaşıp kendi içimdeki gücü bulabileyim ve hazır olayım sana gelirken;Temiz ellere ve saf gözlere , öyle ki yasam batan bir günbatımı gibi solmaya başladığında ruhum sana saf ve lekesiz gelebilsin."

Baalbek:

Baalbek (Arapça: بعلبك) Lübnan'ın Bekaa Vadisi'nde kalan bir şehridir. Selahattin Eyyubi bu şehirde doğmuştur. Ayrıca bu şehir, 1984 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmıştır.

Baalbek, Lübnan'ın başkenti Beyrut'un 86 kilometre doğusunda bulunmaktadır. Fenikeliler tarafından kurulmuştur. Baal tanrısına tapanların merkezi ve Beka eyaletinin en büyük Fenike şehriydi.

Baalbek daha sonraları Yunanlıların işgaline uğradı. Yunanlılar buraya Heliopolis (Güneş Şehir) adını verdiler. Yunanlılardan sonra şehir, Romalıların eline geçti ve Antonius zamanında çok gelişti. Sonraki asırlarda Baalbek pekçok el değiştirdi ve savaşlar yüzünden harap oldu. Bizans imparatoru Teodosius şehri ele geçirdiğinde Jüpiter tapınağının büyük bir kısmını yıkarak kilise haline getirmiştir.

Baalbek'i yağmalayan ve en fazla tahrip edenler Haçlılar olmuştur. 14. yüzyılda Haçlılar burasını kale haline getirmişlerdir. Timur, Ortadoğu seferinde bu kaleye de hücum etti ve ele geçirdi. Bölge Osmanlı hakimiyetine geçtiği zamanlarda Baalbek kendi haline terkedilmiş ve yarı yarıya toprağa gömülmüş bulunuyordu.

1899'da Türkler, Almanlara burada kazı yapma izni verdiler. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Lübnan, Fransızların eline geçmiş ve buradaki kazılara da Fransızlar devam etmişlerdir. Daha sonra Lübnanlılar bütün kalıntıları ortaya çıkarmışlardır.

Günümüzde Baalbek'te harabe halinde üç adet tapınak vardır. Bunlar Jüpiter, Baküs ve Venüs tapınaklarıdır. Bunlardan en büyüğü Jüpiter tapınağıdır. M.S. 3. yüzyılda yapılan büyük bir giriş kapısı vardı. Kapıdan girilince önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyordu. Büyük avlunun eni 104,5 metre, genişliği ise 117 metredir. Avludan sonra geniş bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu vardı. Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayaktadır. Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüştür.

Baküs tapınağı daha iyi korunmuştur. Bu tapınağın herbiri 18 metre yükseklikte 46 sütunu hala ayaktadır. Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metredir.

Venüs tapınağı da onarılmış durumdadır.


Batık Kıta MU Kıtası:

Çağlardır tüm ezoterik doktrinler Pasifik’te batmış olan kayıp bir kıtadan söz eder. Bu kıta teozoflar için Lemurya, James Churchward için Mu adını alır. Ezoterizm ünlü Aden Bahçesi’nin Öfrat Vadisi’nde değil, “İnsanın Ana Vatanı olarak kabul edilen Mu’da olduğunu iddia eder. Günümüzde yapılan pek çok araştırma ki, bunlardan birini de Atatürk yaptırmıştır; Yunan,Kalde, Babil,Pers, Hitit, Sümer, Mısır, Hint Uygarlıkları’nın Mu kökenli olduğunu işaret etmektedir.

Batık Mu Kıtası ve adına Güneş İmparatorluğu da denilen ve izlerine tarih içindeki pek çok uygarlıkta rastlanan, Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yüzyılda yaşamış olan İngiliz araştırmacı James Churchward'ın incelemeleri ile gün yüzüne çıkmıştır.

İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay olan Churchward, 1880'li yıllarda Hindistan ve Tibet'te görevle bulunduğu sıralarda bu kıta hakındaki ilk bilgileri edinmiş, emekliliğinden sonra da Orta Amerika'da araştırmalarını tamamlayarak batık uygarlık Mu ile ilgili olarak beş eser yazmıştır.

Churcward'ın kaynakları, Batı Tibet'te bir mabette, bu mabedin başrahibi tarafından kendisine verilen "Naacal Tabletleri" ile, Amerikalı Jeolog William Niven'in 1921-23 yılları arasında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler olmuştur.

Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kadim öğretilerin, çeşitli kavimlerin ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır.

Bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser ve kalıntı da, Mu ve Atlantis batık kıta uygarlıklarının varlıkları ile açıklığa kavuşabilmektedir.

Bimini Adası'ndaki Gizem:

Scott taşları

Bimini Adası'nda bugünlerde sonuçları heyecânla beklenen arkeolojik araştırmalar sürdürülüyor. 1997''den bu yana yapılan araştırmalar ve Miami Ejiptoloji Derneği'nin Bimini'de yaptığı kazılarda bulunan yapıtlar, Atlantis''in ilk izleri belki de.

1998 yılında, Miami Ejiptoloji Derneği’nin yöneticisi ve basın sözcüsü Aaron Duval, bütün dünyada epey yankı yaratan bir basın duyurusu gönderdi Bu bildiride, Miami açıklarındaki Bimini Adası’nda bir süredir devam eden araştırmalarının sonunda Atlantis’in izleri olduğunu düşündükleri son derece şaşırtıcı ve çarpıcı kalıntılar, tabletler ve duvar parçaları bulunmuştu. Ancak güvenliği sağlanmadıkça, bulguların yerinin açıklanmayacağı vurgulanmıştı; çünkü bunun son derece sıra dışı bir keşif sayılması gerektiğini ve koruma altına alınmasının şart olduğunu söylemiş, izleyen dönemde medyanın ilgi odağı olmasına rağmen birkaç ciddi yayın organı hariç, röportaj vermeyi reddetti ve güvendiği arkeologlarla, bilim kurumlarıysa bağlantı kurmaya çalıştı.

Akademik çevreler, 1968 yılında bulunan Bimini Yolu’nun da bir Atlantis göstergesi olmadığını düşündüklerinden, Duval’ın iddiasına ilgi göstermediler. Miami Ejiptoloji derneği, buldukları kalıntılar arasında Güneş sistemi takvimi olduğunu sandıkları kabartmalar; Yucatan bölgesinin üslubuna uygun olduğu kadar Mısır’daki bulgularla da paralellik gösterdiğini söyledikleri birtakım tarihsel kayıtlar da olduğundan söz ediyorlar ve metalin çok ilginç kullanımlarıyla yüz yüze geldiklerini vurguluyorlardı.

Ekip Profesör Scott’un onuruna, bu bulguları "Scott taşları" olarak adlandırdılar ve güvenlik sağlanıncaya kadar yeni bir basın duyurusu yapmayacaklarını söylediler.

Bugünkü durumda ise, Duval’e göre artık iyice çoğalan ve sınıflanmaya başlayan tablet, kabartma, hiyeroglif ve muhtelif çizimler, Platon’un Atlantis’i ile karşı karşıya olduğumuzu tartışılmaz biçimde ortaya koyuyordu ve yakında her şey açıklanacaktı. Ama, sitenin güvenliği hala sağlanmamıştı!

Scott taşları, bugüne kadar çok ekibin ısrarla aradığı Platon’un Atlantis’inin kanıtları olabilir. Araştırma bölgesinin güvenliğinin sağlanması ve belli bir histeriyle bölgeye akın edebileceklerin kanıtlardan bir süre uzak tutulması şart. Birçok insan, bu konuda kendi teorisini oluşturmuş ve bir fikir ortaya atmış durumda. Böyle bir bulgunun, yıllardır savundukları teoriyi geçersiz kılmasından rahatsız olabilecekler var. Bu sanki bilim dünyasının en önemli eksiği zaten.

Araştırma bölgesinde bugüne dek, antik takvimler, gökyüzü ve yeryüzü haritaları, astronomik belgeler, mühendislik planları, metal kaplı duvar parçaları, dünyada bugüne dek bulunmuş en eski toprak kaplar ve binlerce yıl öncesine yönelik tarihi kayıtlar bulunmuş durumda, Akademik çevreler hala üç maymunu oynamaya devam etseler de bu bir gerçek.

Aaron Duval, 1997 başlarından bu yana Bimini’de sürdürdükleri çalışmalarda ellerine geçen bulguların sıradan bir arkeolojik kesif olmadığının farkında. Böylesi müthiş bir buluşa sahip çıkmak ya da onu gölgelemek isteyecek bir sürü insan olduğunu düşünüyor - dünyanın her yanından! Güvenlik talebi de bundan kaynaklanıyor. bulunduğu sanılan şey, dünyanın son 10 bin yılının efsanelerine yer etmiş bir olgu. Pek çok bilim adamının uğrunda saatlerini belki de ömrünü tükettiği bir olgu. Bir Sümer, Maya ya da Mısır'ın bulunması gibi tarihin bir dönemini temsil eden bir olguyu değil, belki de tarihimizi oluşturan, Sümer'in Maya'nın, Mısır'ın belki küçük parçalarına ulaşarak kendi medeniyetlerini oluşturmalarına neden olan bir olgu.

Aborjinler:

Düş-Zamanı Anıları




Avustralya Aborijin sanatı bütün dünyaya sunulmuş dünyanın son büyük sanat geleneğidir. WALLY CARAUNA, 1993




Avrupalılar 1788'de Brîtanya Birinci Filosu'nun Botany Körfezine çıkmasıyla Avustralya'yı ele geçirdiklerinde, ülkeyi kendi Avrupalı değerlerine göre biçimlendirmişlerdir. Avrupalılar kıtanın haritasını çıkarmışlar, devasa araziyi tarlalara ve çiftliklere bölmüşler, sanki boş bir toprakmış gibi doğal yerlerine İngilizce adlar vermişlerdir. Aynı kültürel gelenekten arkeologlar ise, Aborijinler'in Avustralya'ya yerleşme tarihlerini tespit için ciddi bir kaygı içinde olmuşlardır. En son tahminleri 60.000 yıl ya da daha öncesidir.





Avustralya Aborijinleri'nin bazı konularda kendi görüşleri vardır. Yeryüzünün yaratılıp düzenlendiği, dere ve tepelerin yapıldığı, insanların kendi ülkelerine yerleştirildikleri Düş-Zamanı'ndan bu yana, burada olduklarını bilip söylemektedirler. Bu Aborijin kavramını ifade için kullandığımız "Düş-Zamanı", onların orijinal dillerinde kullandıkları sözcüğe göre, hiç de uygun bir çeviri değildir. "Düş", farklı ve doğru olan gerçekliğe uyanacağımız maddi olmayan bir dünyayı ima etmesiyle, elbette yanlış bir sözcüktür. " Zaman" da, geçmişte olan ve şimdiki zamandan ayrı olan belirli bir dönemi akla getirdiği için, tamamen yanlış bir sözcüktür.

Düş görmenin ayrılmaz bir parçası, burada olmanın "her zamanlığı", nesnelerin oldukları ve olmaları gerektiği gibi olmalarıdır. Zaman, yani ölçülmüş kronolojik zaman, zaman içinde değişiklik -arkeolojinin ve batı ampirik biliminin bu merkezi dayanakları- Aborijinler'in kastettiği zaman kavramının içine girmez.





Düş-Yeri, her zaman değilse de, genellikle doğal kireçtaşı kayası gibi manzaranın belirgin bir noktasıdır. Ngalyod (Gökkuşağı Yılanı), Bruce Nabegeyo (1995). Gökkuşağı Yılanı, Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca unsurudur. Bu modern resimde Gökkuşağı'nın başı, yaratıkların en güçlüsü olan tuzlu su timsahının başı olarak resmedilmiştir.





DÜŞ-ZAMANI SANATI

Eski Avustralya Aborijinleri, eski kaya resimleri ve kaya oymalarıyla resimli bir kayıt bırakmışlardır. Resimlerdeki hayvanların ve kuşların çoğu bugün o topraklarda bulunmaktadır: Brolga ve krokodil, miğferli kakadu, Düş-Zamanı hikâyelerinde önemli olan yaratıklardır.

Sık rastlanan bir motif, kimi zaman bir çalı hindisi izi kadar küçük, kimi zaman bir emu ya da daha da büyük olan kuş izleridir. Bu sonuncular büyütülmüş emu izleri midir? Kimbilir belki de daha büyük bir kuşun izidir. Aşırı büyük ve insan ayağı biçiminde izleri de vardır.

Kuzey Avustralya'da Kakadu Milli Parkı ile çevresindeki bölgedeki kaya resimleri, en azından 4 bin yıllık, büyük bir olasılıkla çok daha eskidir. Daha eski resimlerde, 20. yüzyılda yalnızca Tasmanya'da kalan keseli, etobur Tasmanya kaplanlarının pek çok resmi vardır.

Avustralya kıtasında bir zamanlar varolan kaplan, insanların Güneydoğu Asya'dan köpek getirmesinden bu yana kaybolmuştur. Bu köpekler vahşi dingolar olmuş ve daha orta boylu bir yırtıcı hayvan olarak kaplan soyunu tüketmiştir. Dingonun Avustralya'ya geldiği dönemde Tasmanya, Buzul Çağı sonrasında deniz düzeyinin yükselmesiyle anakaradan ayrılmış olduğundan, hayvan Tasmanya'da yaşamaya devam edebilmiştir.





Avustralya'da kaya resmi, yaşayan bir gelenektir. Kakadu Milli Parkı'ndaki bu büyük fresk l960'larda eski resimlerin üstüne yapılmıştır. Avustralya kayalarındaki insan ayak izleri, zamanın eskiliğini taşımaktadır. Bazılarının üzerinden daha sonra beyaz boyayla geçilmiştir. Orta Avustralya'da yakın zamanların "nokta resimleri"nin temeli, eski kaya resimleridir.





ESKİ GEÇMİŞİN KAYITLARI

Dingoların Kuzey Avustralya'ya 4 bin yıl önce geldiklerini tahmin ediyoruz, bu yüzden Tasmanya kaplanlarının resimleri, soyu tükenmiş bir türün resimleridir ama yalnızca o süre içinde tükenmiş olan bir soyun.

Ancak Kakadu Milli Parkı'nın bile dışındaki ıssız "taş ülkesi"nin tepelerindeki bir resim, çok daha eski bir şeye işaret etmektedir. İyi tasvir edilmiş ve iyi korunmuş olan bu resimde, Tasmanya kaplanı ya da bir kanguru ya da çağdaş bir keseli türü olmadığı kesin bir yetişkin ve bir yavru yaratık vardır. Bunun küçük ön ayakları (ve keseliler gibi) eli andıran atileri vardır. Ortasında sanki gövdesinin altından sarkan iri ve sivri memeleri vardır. (Oysa keselilerin memeleri, yavrularının büyüdüğü kesenin içindedir.)

Küçük ya da yavru olanda da buna benzer bir şey görünmektedir. Yoksa bu yaratık bir ****fauna mıdır? Kimileri bunun yalnızca Palorchestes adı verilen ve yalnızca bulunabilmiş fosil kemiklerinden tanınan bir yaratık olduğu görüşündedirler.

Ne yazık ki, bugüne kadar bu resimlerden yalnızca bir tanesini biliyoruz. Ancak yüksek kayalık bölgede daha başkaları bulunabilir. Buralarda resimlerle dolu sayısız kaya mağarası bulunmaktadır ancak bunlar fazla ziyaret edilmemiş ve kaya sanatı bakımından tam olarak araştırılmamıştır.

Düş-Zamanı hikâyelerinin başlıca figürlerinden biri, ülke içinde dolaşırken yeryüzüne biçim veren ve dramatik izini kayalar ve dereler ve göller oluşturarak bırakan Gökkuşağı Yılanı'dır. Gökkuşağı Yılanı, çağdaş Avustralya pitonlarından bile daha büyük yılanların anısını mı taşımaktadır? Aborijinler'in sel ve kabaran sular hikâyeleri, Buzul Çağı'nın sonunda yükselen deniz düzeyinin insanları daha eski bir kıyı şeridinden içerilere ittiği zamanların anılarını mı korumaktadır?

Bu konuda, denizin yükselişinin zamanının tespit edildiği Kakadu Milli Parkı'nda, yükselmenin son aşamalarından kalma bir kaya resminde, ilginç bir ipucu verilmektedir: Denizin o yükselmesi anında, "kıyı insanları"nın daha önce içerilere yerleşmiş olan "taş insanları" ile yeni ilişkilere girdiklerini ve savaştıklarını gösteren resimlerin sayısında da kesinlikle bir artış vardır. Eh, işte bu da yorumlanması gereken bir başka ipucudur.




Orta Avustralya'dan bir churinga. Düş-Zamanı'nın atalarının bu kutsal nesnelere dönüştükleri düşünülmektedir.













Eskimolar:

Eskimolar, Amerika’nın ve Grönland’ın Arktik bölgesinde yaşayan halk. Eskimolar, Amerika kıtasının kuzey kıyılarında, Grönland’da, Labrador, Hudson Körfezi kıyılarında ve Sibirya’da bulunurlar. Eskimo ismi, Abnaki yerlilerinden çıkmıştır. Eskimolar ise kendilerine, “İniuit” veya “Yuit” demektedir. Günümüzde yaşayan Eskimolar'ın nüfusu, 50.000’den fazla değildir. Sibirya’da 2000, Alaska’da 25.000, Mackenzie Nehri ile Kuzey Quuebek arasında 10.000 Eskimo yaşar. Diğerleri, muhtelif yerlere dağılmıştır.

Eskimoların Amerikalı yerlilere mi, yoksa Moğol ırkına mı dâhil oldukları belli değildir. Moğollara ait oldukları, daha fazla zannedilmektedir. Boyları kısa (1.50-1.60 m); elleri, ayakları çok küçük; gövdeleri, bacaklarına nazaran daha uzundur. Deri, sarıya yakın, açık kahverengi arasındadır. Saçları, siyah; gözleri, siyah,kahverengi ve çekiktir. Sakal ve bıyık hiç çıkmaz veyâ çok seyrek çıkar. Antarktika’da iki tip Eskimo vardır. Birisi yuvarlak yüzlü, diğeri Moğollar gibi düz yüzlüdür. Fiziki özelliklerine göre, dünyânın en farklı ırkına sahip topluluklardandır. Şişman sayılmazlar. Yüzlerinin genişliği ve kalın elbiseleri şişman gösterir. Son yıllarda diğer ırktan insanlarla bilhassa Kızılderililerle ve beyazlarla kaynaşmışlardır.

Eskimolar, deniz kıyılarını ve civârını tercih ederler. Kıyıdan nâdiren 40-150 km uzaklaşırlar. Doğu-Batı istikâmetinde 6000 km düz bir hatta yaşayan yegâne yerli topluluklardır. Mesâfenin bu kadar geniş olması ve basit yaşayışları sebebiyle, dünyânın en az nüfus yoğunluğuna sahip toplum hâline gelmişlerdir. Lisânlarını ve âdetlerini devam ettirmekteki titizlikleri, yaşamak için verdikleri mücâdelenin sertliğine bağlanabilir.

Eskiden “kayak” adını verdikleri enteresân ve deriden kaplanmış tek kişilik kayıklarını avlanırken kullanırlardı. Sıçrayan dalgalardan korunmak için üzerlerine su geçirmez bir deri ceket giyerler. Kayık devrilse bile, elbiseleri sebebiyle yaralanmadan kurtulabilirler. Kanada’daki bâzı Eskimolar, Karibu’nun etini yer, derisini giyer, kemiklerinden av âleti yaparlar.

Kardan kesilmiş İgolalardan başka, bâzı evlerin üstlerini molozla örterler. Diğer insanlarla olan münâsebetleri sebebiyle, pek nâdir de olsa bâzı yerlerde muntazam evlerde yaşarlar.

Şamanizm'e inanırlar. Amerika ve Avrupalılar, bazı Eskimoları Hıristiyanlaştırmışlardır.

Fok balığı ve bâzı balıkları avlarlar. Av âleti olarak, eskiden kullandıkları en gelişmiş aletleri, zıpkındır. Zıpkının ucu, kemiktir. Köpeklerin bulunduğu, fok balıklarının nefes almak için kullandıkları deliklerin başında beklerler. Fok çıkar çıkmaz zıpkınlar veyâ bu delikler vâsıtasıyla balık avlarlardı.

Bugün kayak ve kayıklar, yerlerini madenden yapılmış botlara ve motorlu deniz taşıtlarına terk etmiştir. Köpeklerin çektiği kızaklar yerlerini gemilere ve otomobillere bırakmıştır. Petrol bulunması dolayısıyla modern yollar yapılmış ve bir çok ekonomik yenilikler de böylece Eskimolar arasına girmiştir.

Ek bilgi

Arktik Okyanus kıyısını Asya’nın kuzey-doğusundan Grönland’a kadar işgâl eden Eskimolar, kendilerini çevreleyen topluluklardan çok farklıdırlar ve fizik tipleri kadar kutup hayatına uymuş medeniyetlerle de karakterlenirler. Irk ve etnik, burada gerçekten birlikte görülmektedir.

“ Eskimoların boyları doğudan batıya doğru kısalmakta ve 1m. 58 ile 1m. 64 arası değişmektedir. Ortanın altındadırlar. Vücut, tıknaz ve kuvvetli bir yapıdadır . Kollar ve bacaklar, nispeten kısadır. Eller ve ayaklar, küçüktür. Deri rengi, sarımtırak esmerdir ve Mongol lekesi (Doğumda vücudun herhangi bir bölgesinde bulunan koyu leke, Mongol ırklarında genellikle görünür) çocuklarda aşağı yukarı sâbit bir şekilde bulunur”.

Baş, karakteristik bir yapıya sahiptir. Uzun ve çok yüksektir. Yüz, kitlevidir; önden bakıldığında beş köşeli bir şekil gösterir. Bu, çenelerin çok geniş olması ve elmacık kemiklerinin gelişmiş olmasından ileri gelmektedir. Mongollarda olduğu gibi elmacık kemikleri bunlarda da ileri doğru çıkıntı yapmaktadır. Burun, orta derecede geniş ve oldukça tümsektir. Mongol pilisi (üst göz kapağından alt göz kapağına kadar uzanan perdemsi uzantı), bunlarda çoğunlukla görülür. Saçlar, siyah ve serttir. Gözler, kahve rengidir. Eskiden fizyolojik bakımdan 0 kan grubunun Eskimolarda diğer kan gruplarından daha yüksek bir nispette bulunduğu, hatta saf ırktan kişiler arasında yalnız 0 kan gurubunun var olduğu zannediliyordu. Sonradan yapılan araştırmalar, bu fikri doğrulamamıştır. Melezleşmemiş kabilelerde A grubunun sayısı, hemen hemen 0 kan gurubu kadar çoktur.

Eskimoların bugün yaşadıkları alan, çok geniştir. Kuzey Amerika’nın bütün kuzey kıyısı, Arktik adalar grubu ve Groeland buraya dahil olup Batı'da Sibirya’da sonlanmaktadır. Bu alanın uzunluğu, 9. 000 km'dir; fakat hayat şartlarının sertliği nedeniyle nüfus yoğunluğu, çok azdır. 1934’te Eskimolar, takriben 40.000 kişi kadardı. Bunun 18.000'i Groeland, 16.000'i Alaska’da yaşıyordu Bunların arasında kalan diğer bölgelerde bu miktar, ancak 5.000'i bulmaktadır. Asya Eskimolarının sayısı ise, ancak 1000 kadardır.

Bu ırkın fiziki karakterleri, bunları açık olarak sarı ırka bağlamaktadır. Onlardan yalnızca başlarının dolikosefal (uzun) oluşları ve burunlarının daha tümsek oluşlarıyla ayrılırlar. Bu iki karakterin bir dereceye kadar Orta-Asya Mongol ırkında görünür Hiç kuşkusuz Eskimo’ların Amerika’ya gelişleri, Asya’dan gelen ve Amerika yerlilerini meydana getiren başlıca göç dalgalarından (Amerika yerlilerinin fizik tipi bugün birçok Çukçi ve Kamçadallarda bulunmaktadır) daha sonraki bir dalgaya karşılık gelmektedir Doğu ve Batı Eskimo’ları arasındaki fark, ırkın spesializasyonunun (başın daha fazla uzaması, burnun daralması, boyun kısalması gibi) kaynak yerinden, yani Asya’dan, uzaklaştığı oranda arttığını göstermektedir.




Hititler (M.Ö.2000-M.Ö.700):



Hititler, MÖ. 2000'li yıllarda Hattuşaş (Boğazkale) merkez olmak üzere, Labarna tarafından kurulmuş bir uygarlıktır. Bu devletin Karadeniz'in kuzeyinden (Kafkaslar) Anadolu'ya geldikleri tahmin edilmektedir. Ülke, prensler (kral) tarafından yönetilmekteydi. Hükümdarın eşi olan Tavananna denilen prensesler de, yönetimde söz hakkına sahipti. Anadolu da köklü bir kültür oluşturan Hititler, çevrelerinde kurulan medeniyetlerden etkilenmişler ve doğal olarak, onları da etkilemişlerdir. Kızılırmak kıvrımı etrafında yaşayan Hititler, daha sonra Anadolu'nun büyük bir kısmına sahip oldular.

Devlet; Eski Devlet, Yeni Devlet ve Geç Hitit Şehir Devletleri olmak üzere üç dönem yaşadı. Suriye hakimiyeti için Mısırlılarla savaşlar yapılmış (MÖ.1280-1296), savaş sonunda tarihe ilk yazılı antlaşma olarak geçen Kadeş Antlaşması'nı imzalamışlardır. Bu antlaşma ile; Kuzey Suriye ve Kadeş, Hititlere verildi. Kadeş'in güneyinde kalan Suriye toprakları ile Filistin, Mısırlılara bırakıldı. Devlet yönetimini kolaylaştırmak için Pankuş ismi verilen meclis oluşturmuşlardır.




Hattuşaş



Hitit kralları, hakimiyetin tanrı tarafından verildiğini düşünüyorlar ve tanrıya hesap vereceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple, yaşadıkları önemli olayları, savaşları, barışları... Anal ismi verilen yıllıklara yazmışlardır. Böylece ilk Tarih yazıcılığı başlamış oldu. Frigler, Urartular ve Asurlar'ın saldırıları sonunda Hititler MÖ. 700'ler de yıkıldı. Hitit toprakları yağmalandı. Batı topraklarını Frigler, Doğu topraklarını Urartular ele geçirdi. Daha sonra Anadolu'ya giren Asurlar ise tamamını ele geçirdi

Asur Ticaret Kolonileri dönemi, sosyal ve siyasal yeni görüşlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Yerel Prenslerle yönetilen Anadolu'da, Mezopotamya'daki gibi merkezi devlet fikri gelişmiş ve sonucunda iç mücadeleler başlamıştır. Hint-Avrupalı bir kavim olan Hititler, MÖ.3000 yıllarının sonunda küçük gruplar halinde Kafkaslar üzerinden Anadolu' ya girerek yerli halk Hatti nüfusu ile karıştılar.

Hititler, Asurluların Anadolu' dan çıkma zorunda kalmasıyla devlet idaresini ellerine almışlardır. Anadolu'nun yerli halkıyla kaynaşıp Hitit Devleti'ni kurmuşlardır. Bu devletin kurucusu Labarna‘dır. Başkenti ise Boğazkale-Hattuşaş' dır.



Büyük Mabet - Hattuşaş



Hitit tarihi, M.Ö. 1650-1450 eski krallık ve M.Ö. 1450-1200 Hitit İmparatorluk Devri olmak üzere iki safhada incelenir. Hititler Anadolu'da hakimiyeti kurduktan sonra Suriye'ye seferler yapmışlardır. M.Ö. 1274' de Mısır'la yaptıkları Kadeş Savaşı sonrası, M.Ö. 1269 yılında tarihteki ilk yazılı anlaşma olan Kadeş Anlaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Hitit Devletinin kuruluşundan itibaren, sanattaki Mezopotamyalı unsurlar kaybolarak, Anadolu'nun yerli sanatıyla birleşmiştir. Sanatta, boyutları büyümüş anıtsal eserler ortaya çıkmıştır. Mabetler, saraylar, sosyal yapılar, kaya kabartmaları ve orthostatlarla (bina cephelerinde alt sırada yer alan kabartmalı taşlar) önceki sanattan ayrılır. Hitit Devleti M.Ö. 1200 yıllarında deniz kavimleri göçü ve kuzeyden Kaşka kavmi saldırılarıyla yıkılmıştır.



Hitit Siyasi Tarihi



M.Ö. 1800 yılları, Anadolu tarihinin başlangıcı yerli Aglutinant dil grubuna ait Hattiler ve Hint Avrupalı Hititler hakkında ilk bilgilerin edinildiği dönemdir. Bu çağ, Hitit kültürünün başlangıç ve gelişme aşamalarının kaynağıdır. M.Ö 2500-2000 yılları arasında Kuzey Kapadokya ve Orta Karadeniz bölgesinde gelişmiş kültürün temsilcisi Hattiler' di. Şehir devletleri tarafından yönetilen bu bölgenin müstahkem şehirleri, kral mezarları, hazineleri, Hatti kültürünün simgeleridir. M.Ö 2000 yılları sonlarında büyük savaşlar sonucunda çıkan yangınlarla sona eren bu çağı, Asur Ticaret Kolonileri dönemi izler. Yazılı kaynaklardan Hititlerin, Anadolu'ya M.Ö. 3. binin son yıllarında, 2. binin başında küçük gruplar halinde, girmeye başladıkları ihtimali çıkmaktadır. Hititlerin Anadolu'ya kuzey Karadeniz üzerinden veya kuzeydoğudan, Kafkaslar üzerinden geldikleri ve Kızılırmak kavisinin kuzey kesimine yerleşmiş oldukları değerlendirilmektedir.



Aslanlı Kapı-Hattuşa



Birbirini izleyen akınlarla Orta Anadolu içlerine yayılan Hititler, zamanla etki alanlarını genişletmişler, Hattili Prenslerin arazilerine hakim olmuşlardır.

Asur Ticaret Kolonilerinin geç evresinde (M.Ö 1800-1730) Kuşşara Kralı Pithana ve oğlu Anitta tarih sahnesine çıktılar. Onlar Hitit diline Naşili adını veren Kaniş/Neşa'yi zaptedip krallığın ilk merkezi yaptılar. M.Ö. 1700'lerde Kuşşara kralı Anitta, Hattuş Krali Pijusti'yi yenip şehrini tahrip ettiğini anlatmaktadır: “Geceleyin yaptığım bir saldırı ile şehri aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden iskan ederse gökyüzünün Fırtına Tanrısı'nın laneti üzerinde olsun.”

Hattuşa, M.Ö. 17. yy.'nin ikinci yarısında, Hitit Kralı I. Hattuşili tarafından başkent olarak seçilir. Eski Hitit Devleti'nin kurucusu I. Hattuşili, Kızılırmak kavisi içindeki çekirdek ülkede birliği sağladıktan sonra, Kuzey Suriye ve Yukarı Fırat Bölgesi'nde Hurri Ülkesine karşı yönettiği akınlarla, kendisini izleyecek Hitit Krallarına bir Dünya devleti olma amacının işaretini veriyordu. Murşili istilalara güneyde devam ederek ve Suriye'deki şehir devletlerini devreden çıkartarak, Mezopotamya ticaret yollarını kontrol altına aldı. Halep ele geçirildi ve ordu Babil'e kadar ilerleyerek Hammurabi hanedanlığına son verdi. Ancak, Murşili'nin Hantili tarafından öldürülmesi, bir karışıklık dönemi getirdi. Hantili idareyi ele aldıysa da o da öldürüldü. Hantili'den sonra tahta geçen Zidanta ve I. Huzziya'da, Hantili ile aynı kaderi paylaşarak öldürüldüler.

Bu dönemde Hitit devleti, Torosların güneyindeki ülkeleri, Güney ve Güneydoğu Anadolu'daki diğer bölgeleri yeniden Mitanni Krallığı'na kaptırdı. Telipinu tahta geçince, saraydaki kan davalarını durdurmayı başardı. Önceki kralların uzak bölgelere yaptıkları seferleri durdurarak, Anadolu'yu kendi içinde tutarlı bir idari teşkilat altına almaya çalıştı. Bu amaçla eyalet sistemini kurdu. Telipinu fermanı olarak bilinen fermanı yayınlayarak, taht verasetini belli kurallara bağladı.

Geleneksel Hitit tarihi, çağ ayrımına göre, Telipinu devrini “Orta Krallık” adı verilen dönem izler. Bu dönem krallarından I. Tuthaliya ve I. Arnuvanda'nın dikkatleri zaman zaman Hitit etki alanının Batı Anadolu'ya uzanması yolunda yoğunlaşmışsa da Hititler I. Hattuşili ve I. Murşili'nin başarılarından sonra, yeniden Kuzey Suriye'de etkili olma isteğinden vazgeçmemişlerdir. Tuthaliya'nın Ege Kıyılarında Aşşuva'ya dek uzanan başarılı bir askeri harekatının anlatıldığı, savaş ganimeti olup Çorum Müzesi'nde sergilenen tunç kılıç üzerindeki yazıt, bu anlamda yorumlanmaktadır.

Aynı zamanda I. Tuthaliya Hititlerin amansız düşmanı Kaşkalar'la da baş etmek zorunda kalmıştır. Metinlerde; Tuthaliya zamanında, Fırat'ın yukarı yatağında kalan bölgelere ve Kuzey Mezopotamya'da Hurrilere karşı yapılan askeri harekatlardan söz edilmektedir. Bu başarılarla I. Tuthaliya'nın Hatti ülkesinde krallığın gücünü yeniden sağladığı anlaşılmaktadır. Ancak I. Tuthaliya'nın hükümdarlık alanı genelde Anadolu ile sınırlı kalmıştır.

I.Şuppiluliuma tahta geçince, öncelikle Anadolu' daki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır. Daha sonra Suriye ve Kuzey Mezopotamya' nin bazı bölgelerini Hitit Krallığı' na katmıştır. Kaşka'larla savaşmış, Ugarit Kralı II. Nigmedu ile bir anlaşma yapmıştır. Şuppiluliuma Mısır' da Tutankhamon' un ölümünden sonra çıkan çatışmaları fırsat bilmiş, Kargamış' ı alarak Mitanni Krallığı' na son vermiştir.



Hitit Surları Destinasyonu



II.Murşili'nin, Anadolu'nun kuzeyindeki ve batısındaki seferleri, Hitit çekirdek ülkesinde vebanın hüküm sürdüğü ve giderek artan Asur etkisiyle Suriye'de huzursuzlukların yaşandığı bir döneme rastlamıştır. Bu arada Asur, Yukarı Mezopotamya'nın batısında Yukarı Belih Bölgesi'ne ve onu sınırlayan Kargamış'a kadar etki alanını genişletmişti. Büyük Kralın 9. hükümdarlık yılında Kargamış'ı yöneten Piyaşşili, Kizzuvatna ülkesinde, birlikte bir kült törenine (dini tören) katıldıkları sırada öldü. Suriye'de huzursuzluklar tekrar başladı, Kral'ın ordusunun başına geçerek Kargamış'a gelmesi ve Piyaşşili'nin oğlunu tahta geçirmesiyle Kargamış Ülkesi'ni düzene sokmuş ve Kuzey Suriye yeniden Büyük Hitit Kralı'nın sıkı denetimi altına girmiştir.

Babası Murşili'nin ardından fazla zorluk çekmeden tahta geçen11. Muvattalli, yirmi yıldan fazla ''Büyük Kral'' olarak hüküm sürmüştür. O' nun küçük kardeşi Hattuşili, askeri birliklerin başı, saray memuru, kuzey sınırının sürekli huzursuz bölgelerinde ve Hattuşa'da Vali olarak Hükümdara birçok alanda hizmet vermiştir. Bu dönemde Muvattalli sarayını, tanrı ve atalarının heykelleri ile birlikte Hattuşa'dan Tarhuntaşşa'ya taşımıştır. Muvattalli zamanında Orta Suriye'deki Amurru bölgesi nedeniyle, Hititler'in anlaşmazlığa düştüğü ülke Mısır'dı. Bu anlaşmazlık Kadeş Savaşı' na yol açtı. (M.Ö. 1274)

Günümüzde Mısır' daki Abydos, Luksor, Abu Simbel'in duvarları ve Ramsesseum'un pylonlarının üzerindeki kabartmalarda, Yakındoğu'nun geçmişindeki en ünlü savaşlardan biri olan Kadeş Savaşı' nın tasviri görülmektedir. Kabartmalara II.Ramses'in Hitit Kralı II. Muvattalli'yi yenerek elde ettiği zaferin kutlandığı hiyeroglif metinler eşik etmektedir. Firavun çok iyi hazırlanarak savaş alanında bizzat bulunmasına rağmen, savaşın asıl galibi Hititler olmuştur. Amurru yeniden Hitit yönetimi altına girmiş, ayrılıkçı yerel kral Benteşina ise Anadolu'ya sürülmüş, Kadeş Kalesi Hitit denetiminde kalmıştır.



Hitit Devleti Haritası



Büyük Kral II. Muvattalli öldüğünde, eski bir kurala uyulmuş ve imparatorluğun en güçlü adamı olan kardeşi Hattuşili yerine, oğlu III. Murşili/Urhi-Teşup tahta geçmiştir. O, başkenti Tarhuntaşşa'dan, yeniden Hattuşa'ya taşımıştır. Büyük Kral ile imparatorluğun ikinci adamı Hattuşili arasındaki uzlaşmacı tutum, zamanla bozulmuş ve Büyük Kral'ın, amcası Hattuşili tarafından tahttan uzaklaştırılmasına neden olmuştur. III. Hattuşili bu durumu tanrıların karar verdiği bir “Hak Sorunu” olarak göstermiştir. Yasal bir biçimde tahta geçmediğinin bilincinde olduğu için III. Hattuşili, dini ve diplomatik görevlerine çok sıkı bir şekilde bağlıydı. Kült (Tapınma, ibadet) görevlerinde Büyük Kraliçe Puduhepa kendisine yardımcı olmaktaydı.

Bölgede II. Muvattalli döneminden ve Kadeş Savaşı'ndan bu yana II. Ramses hüküm sürmekteydi. Hattuşili Asur ve Babil Hükümdarları ile olduğu gibi, II. Ramses ile de hükümdarlar arasındaki olağan ilişkilerini sürdürmüştür. I. Şuppiluliuma' dan beri süregelen savaş durumunu sona erdirmiş ve Mısır ile barış antlaşmasını imzalamıştır. Antlaşma Hattuşa' da ortaya çıkarılan ve günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan kil tabletten anlaşılmaktadır. Akadça yazılmıştır. Ayrıca Mısır-Karnak Ramesseum' da da Mısır hiyeroglifi ile kaleme alınmış kopyaları görülmektedir. II. Ramses ile yapılan barış antlaşması, Hattuşili' nin hükümdarlık döneminde ulaştığı bir zirvedir. Bu başarı kendisinin rakipleri Asur ve Babil ile Ege' deki rakibi Ahhiyava karşısındaki konumunu güçlendirmiştir.

Kurallara uygun olmaksızın tahta çıkmış olmasına rağmen, III.Hattuşili önemli politik başarılar ve uluslararası takdir kazanmıştı; ancak Hattuşa'da tahtına çıkacak kişi ile ilgili düzenlemeyi yapmak da kendisi için önemliydi. Önceden seçilen varisten vazgeçilmiş ve yerine Prens IV. Tuthaliya seçilmişti. Tuthaliya tahta çıktıktan sonra, Tarhuntaşşa Kralı Kurunta ile antlaşma yapmış ve Tarhuntaşşa ülkesinin sınırları yeniden çizilmiştir. II. Muvattali'nin oğlu olarak hanedandan gelen Krala, imparatorluk hiyerarşisi içinde Karkamış Kralı ile aynı düzeyde yer verilmiştir.

Hitit İmparatorluğu'nun bilinen son hükümdarı IV. Tuthaliya' nın oğlu II. Şuppiluliuma, baş gösteren yiyecek sıkıntısıyla daha da gerginleşen duruma rağmen bazı askeri başarılar elde etmiştir. Hattuşa'da bugün Güneykale olarak adlandırılan kesimdeki bir yazıtta, II. Şuppiluliuma' nın askeri birliklerinin Orta ve Güneybatı Anadolu'da başarıyla savaştığından, Tarhuntaşşa' da da hükümdarın yeniden otorite kurduğundan söz edilir. Çivi yazılı belgeler de, Kargamış Kralı ve doğrudan Büyük Kral tarafından denetlenen Alaşiya (Kıbrıs) ülkesiyle antlaşma yapıldığı belirtilir.

Hitit İmparatorluğu'nun M.Ö. 1200'den kısa bir süre sonra yıkılma nedeni halen tam olarak anlaşılamamıştır. İmparatorluğun yıkılmasına çeşitli etkenlerin neden olduğu değerlendirilmektedir. Son büyük kralın hüküm sürdüğü dönemde, halk içinde huzursuzluklar ve Hitit aristokrasisinde giderek artan çatışmalar baş göstermiştir. Hitit Devletinin ayakta olduğu son yıllara tarihlenen yazılı kaynaklar, sefalet içinde olduğu belirtilen Anadolu'ya Suriye ve Mısır'dan büyük miktarlarda tahıl sevk edildiğini kanıtlamaktadır. Aynı zamanda Anadolu'daki huzursuzluklar ve Suriye üzerindeki Hitit etkisinin azalması da Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasında neden ya da sonuç olarak değerlendirilmektedir.



Hitit Dili


Arkeolojik araştırmalarda Hitit yerleşimlerinde bulunan yazılı belgeler, Anadolu'da aynı dönemde (M.Ö. 1800'lü yıllarda) Hint-Avrupa dillerinin en eskisi Hititçe'den başka, yine aynı dil grubuna ait Luvi ve Pala dillerinin, ayrıca Hurrice, Hattice ve Akadça' nın yazı dili olarak kullanıldığını göstermektedir. Çivi yazısı ile yazılan bu dillerde her işaret bir heceyi simgeler. Hititlerin kullandığı bir başka yazı türü de Luvi dilinde yazılan ve hiyeroglif denen resim yazısıdır. Hititlerin kullandığı ve Mısır hiyeroglifinden tamamen farklı olan bu hiyeroglifte, heceler hatta kelimeler tek bir işaretle temsil edilebiliyordu. Hiyeroglif daha çok mühürlerde ve kaya anıtları gibi büyük yazıtlarda tercih edilmekteydi. Hititlerde okur yazarlık yalnızca çok küçük bir gruba ait bir beceri olarak kabul edilirdi. Çivi yazısını kralların da (LUGAL.GAL) okuyamadıkları, aldıkları mektupların sonunda yer alan ve yazıcıya hitap ettiği anlaşılan “sesli oku” ibaresinden anlaşılır. Çivi yazısıyla yazılmış metinler arasında yıllıklar, törensel metinler, tarihi olaylara ilişkin belgeler, antlaşmalar, bağış belgeleri ve mektuplar vardır. Bu yazı kil tablet üzerine, kalem yerine kullanılan sivri uçlu bir araçla, kil henüz ıslakken kazılarak yazılıyordu. Kil tabletlerin, özellikle yangın geçirip sertleşmiş olanları, günümüze kadar iyi durumda gelmiştir. Ahşap ve maden tabletlerin varlığı yine metinlerden bilinmektedir. Hattuşa'da 1986 yılında bulunan ilk madeni tabletin üzerinde “Hitit Kralı ile Tarhuntaşşa Kralı arasındaki bir antlaşmanın” metni vardır.





Arazi Bağış Belgesi (ön ve Arka Yüz-Hititler)-Çorum Müzesi



Hitit Dini

Hitit dini çok tanrılı bir dindir; panteonun (tanrılar ailesi) içinde binlerce tanrı ve tanrıça vardır ve bunların pek çoğu diğer kavimlerin dinlerinden alınmıştır.

Hititler' de tanrılar tıpkı insanlar gibidir. Fiziki şekilleri insan gibi olduğu kadar, ruhen de onlarla aynı olup, insanlar gibi yerler, içerler, kendilerine iyi bakıldığı sürece insanlara iyilik ederler; ancak ihmal edildikleri zaman hemen intikam almaya, insanları en acımasız yöntemlerle cezalandırmaya hazırdırlar. Bir Hitit metni insanlarla tanrıları birbirleriyle kıyaslamakta ve tanrı- insan ilişkilerini bey - hizmetçi ilişkilerine benzetmektedir.



Tanrılar Alayı-Yazılıkaya-Hattuşa



Hitit devletinin panteonu Anadolu ve Suriye şehirlerinin çeşitli yerel panteonlarının zamanla bir araya getirilip birleştirilmesinden oluşmuştur.

Hitit devletinin başlangıcından itibaren baş tanrı, fırtına tanrısıdır (Teşup). Kozmik dönemi (kainatı) sağlayan, krallığı ve ülkenin düzenini koruyan fırtına tanrısıdır. Kral, efendisi adına ülkeyi yönetir.

Hitit İmparatorluğu'nun Yapısı

Siyasal yapısı itibariyle Hitit Devleti, Kral ve üyeleri kraliyet ailesinden gelen kişilerden oluşan politik bir kurumdu. Yönetimin politik organı Panku'dur (İmparatorluk Meclisi). Herhangi bir politik sorun olduğunda Panku Kral tarafından toplantıya çağırılmaktaydı.

Hitit Kraliyet ailesi, dışarıya karşı kapalı bir topluluk değildi. Krallık kalıtsaldı, ancak, Kral olabilecek birinci ve ikinci dereceden erkek olmaması durumunda, birinci dereceden bir prensesin eşi de Kral olabilirdi. Kral tarafından belirtilen veliahdın Panku'nun onayını aldıktan sonra bağlılık yemini etmesi gerekiyordu. Krallık yanında, kurumsallaşmış bir Kraliçelik de vardı. Kraliçenin politik hayatta önemli görevler üstlendiği III. Hattuşili'nin eşi Puduhepa'nın icraatlarından anlaşılmaktadır. Ancak Hitit devlet yapısında Kral, mutlak güçtü.

Kadeş Savaşı ve Barış Antlaşması

M.Ö. 1274 tarihinde II. Ramses ile Muvattalli arasında Kadeş önünde büyük bir meydan savaşı yapılmış ve Kadeş Barış Antlaşması ile sonuçlanmıştır. Bu antlaşmaya bağlı olarak II. Ramses savaştan önce aldığı yerleri boşaltmış, Kadeş Şehri Hititlere kalmıştır.

Kadeş Barış Antlaşması sırasında orduda çıkan bir isyanda, Muvattalli öldürülmüştür. Antlaşma, onun yerine geçen III. Hattuşili tarafından imzalanmıştır. (M.Ö.1269) Bu antlaşma dünya tarihinde eşitlik ilkesine dayanan en eski antlaşmadır. Antlaşma çivi yazısıyla gümüş plakalar üzerine Akadça olarak yazılmıştır. Ayrıca Kralın mührünün yanında Kraliçenin mührü de vardır.

Bu antlaşmanın gümüş levhalara kazınmış olan asıl metinleri kayıptır. Mısır'da tapınakların duvarlarına kazınan antlaşmanın bir nüshası da, Boğazköy (Boğazkale) kazılarında kil tablet olarak bulunmuş olup İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.

Kadeş antlaşmasının Hattuşa'da bulunan çivi yazılı tabletinin büyütülmüş kopyası, New York'ta Birleşmiş Milletler Binasında asılıdır.



Kadeş Antlaşması Metni



“Mısır Memleketi Kralı, Büyük Kral, Kahraman Ra-maşe-şa mai Amana'nın Hatti memleketlerinin büyük Kralı Hattuşili ile iyi dostluklarının , kardeşliklerinin ve büyük krallıklarının devamı için yaptıkları antlaşmadır.

Bunlar, Mısır memleketi Büyük Kralı, bütün memleketlerin kahramanı, Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral, kahraman Minmua-rea'nın oğlu, Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral, kahraman Min-pahirita'rea'nın torunu, Rea-Maşeşta-Mai Amana'nın, Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral, Murşili'nin oğlu, Büyük Kral, Hatti memleketi Kralı, kahraman Şuppiluliuma'nın torunu, Büyük Kral, Hatti memleketi Kralı, kahraman Hattuşili'ye söylediği sözlerdir.

Aramızda daima olarak iyi kardeşlik ve iyi sulh kurdum. Mısır memleketi ile Hatti memleketi arasındaki münasebetlerde iyi kardeşliğin ve iyi sulhun tesisi için şunları söylüyorum: İşte, Mısır memleketi ile Hatti memleketi arasındaki münasebete gelince, ezelden beri tanrı onlar arasında düşmanlığa müsaade etmediğinden antlaşma ebedidir. Büyük Kral, Mısır memleketi Kralı, Rea-Maşeşa Mai Amana, güneş ve fırtına tanrılarının münasebeti gibi öyle edebi bir münasebet tesis etti ki, o aralarında daima düşmanlık yapmağa mani olur.

Mısır memleketi Kralı, büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana gümüş bir tablet üzerine kardeşlik Hatti memleketi Kralı, büyük Kral Hattuşili ile bugünden itibaren aramızda iyi sulh ve iyi bir kardeşlik tesisi için bir muahede yaptı. O benim kardeşimdir, ben de onun kardeşiyim ve onunla daima sulh halindeyiz. Bize gelince: Bizim kardeşliğimiz ve sulhumuz evvelce Mısır memleketi arasındaki sulh ve kardeşlikten daha iyi olacaktır.

Bak, Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral Hattuşili ile sulh ve kardeşlik halindedir.

Bak, Mısır memleketi Kralı Rea-Maşeşa Mai Amana'nın oğulları Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral Hattuşili'nin oğulları ile ve kardeşleri ile sulh ve dostluk daimidir. Onlar da bizim gibi kardeş ve sulh halindedir.

Mısır memleketiyle Hatti memleketi arasındaki münasebete gelince: Onlarda bizim gibi daima kardeşlik ve sulh halindedirler.

Mısır memleketi Kralı, büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana istikbalde her hangi bir şey almak için Hatti memleketine girmeyecektir. Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral Hattuşili de istikbalde herhangi bir şey almak için Mısır memleketine girmeyecektir.

Bak Güneş ve Fırtına tanrılarının Mısır memleketi ile Hatti memleketi için getirmiş oldukları ilahi nizam, onlar arasındaki sulh ve kardeşliktir, düşmanlık değildir. Bak Mısır memleketi Kralı; Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana bugünden itibaren iyi durumu muhafazada sebat edecektir. İşte Mısır memleketi Hatti memleketi ile daimi sulh ve kardeşlik halindedir.

Eğer yabancı bir memlekette bir düşman Hatti memleketine gelirse ve Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral Hattuşili bana “Ona karşı koymak için bana yardıma gel” diye bir haber gönderirse Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana piyadesini süvarisini gönderecek onu öldürecek, Hatti memleketi için ondan intikam alacak.

Eğer Hatti memleketi Kralı, Büyük Kral Hattuşili tâbi beylerine kızarsa, onlar ona karşı bir kusurda bulunursa Mısır memleketi Kralı Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana'ya haber gönderirse Mısır memleketi Kralı piyadesini ve süvarisini ona gönderir. O kimlere kızmışsa onları imha eder.

Eğer dış memleketlerden yabancı bir düşman Mısır Kralı kardeşin Rea-Maşeşa Mai Amana'ya ve Mısır memleketine karşı gelirse ve onun kardeşi Hatti memleketi Kralı Hattuşili'ye “Ona karşı koymak için bana yardıma gel” diye bir haber gönderirse Hatti memleketi Kralı Hattuşili piyadesini, süvarisini gönderecek ve benim düşmanımı öldürecek.

Eğer Mısır Kralı Rea-Maşeşa Mai Amana tâbi beylerden birine kızarsa, onlar ona karşı birleşirlerse ve ben Hatti Kralı kardeşim Hattuşili'ye “Haydi” dersem Hatti memleketi Büyük Kralı Hattuşili piyadelerini ve harp arabalarını gönderecek, o kimlere kızmışsa onların hepsini mahvedecek.

Bak, Hatti memleketi Kralı Hattuşili'nin oğlu babası Hattuşili'nin bir çok senelerinden sonra Hattuşili'nin yerine Hatti memleketi Kralı olacak. Eğer Hatti memleketinin asilzadeleri ona karşı birleşirlerse Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana piyadelerini ve harp arabalarını Hatti memleketinin hatırı için onlardan intikam almak üzere gönderecek. Hatti memleketinin Kralının ülkesinde asayişi temin ettikten sonra memleketleri Mısır'a dönecekler.

Eğer bir asilzade Hatti memleketinden kaçarsa böyle bir adam Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral Rea Maşeşa Mai Amana'ya iltica ederse vazifesini yerine getirmek için, ister Hatti memleketi Kralı Hattuşili'ye ait olsun, ister ayrı bir şehre ait olsun, onu yakalayacak ve onu Hatti Kralı, Büyük Kral Hattuşili'ye iade edecektir.

Eğer bir asilzade Mısır memleketi Büyük Kralı Rea-Maşeşa Mai Amana'dan kaçarsa ve böyle birisi Hatti memleketine, Hatti memleketi Kralı Büyük Kral Hattuşili'ye gelirse onu yakalayacak, kardeşi Mısır memleketi Kralı Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana'ya iade edecektir.

Eğer bir adam veya iki üç adam Hatti memleketinden kaçarsa, Mısır memleketi Kralı, Büyük Kral Rea-Maşeşa Mai Amana'ya gelirse Mısır memleketi Kralı Büyük Kral onları yakalayacak ve kardeşi Hattuşili'ye iade edecek. Mısır Kralı ve Hatti Kralı kardeştirler, bu sebepten onları bu kabahatleri için şiddetle cezalandırmasınlar, onların gözlerinden yaş akmasın, bu şahıslardan karıları ve çocuklarından intikam alınmasın."



İbrâniler:




Samî ırkından olan Yahudiler Yahudilerin kullandığı dilin ismi de "İbranice"dir Kelimenin kökü Arapça "Ibr"dır Ibr; dere ve nehrin bir kenarından öbür kenarına geçmek anlamındadır Yahudiler Fırat nehrini geçerek "Arz-ı mev'ud"a yani bugünkü Filistin'e geldiler Bundan dolayı orada yaşayan Kenanîler, Yahudileri "nehri aşan" anlamında ibrânı diye nitelediler

Ayrıca bu kelime bedevî kelimesi gibi, kırda, çölde göçebe hayatı yaşayan demektir Mısırlılar, Filistinliler, isrâiloğulları çölde yaşadıkları ve yerleşik hayatları olmadığı için Ibriler diye isimlendirilmişlerdi isrâiloğulları Kenan ülkesini yurt edinerek şehri ve yerleşik hayatı öğrendikleri zaman, ibrî kelimesinden nefret etmeye başladılar Çünkü bu kelime, kendilerine göçebelik devri hayatlarını, bedevîliklerini, kabalıklarını hatırlatıyordu Bu sebeple, sadece "İsrailoğulları" adıyla tercih ettiler (Ahmed Çelebi, Mukayeseli Dinler Açısından Yahudilik, terc Ahmet, M Büyükçınar, Ömer F Harman, s 26-28)

İbraniler, Kutsal kitaplarda hikâyesi anlatılan Sami asıllı Ortadoğu halkıdır. İbranilerin kökeni, Mezopotamya'dır. Göçebe olarak yaşayan bu kavim, aralarındaki en bilgin ve en saygın kişilerce (eski peygamberler) yönetiliyordu. Eski Ahit'e bakılacak olursa, Milattan 2000 yıl kadar önce, onlardan biri, yani İbrahim Peygamber gidip Kenan Ülkesi'ne (şimdiki Filistin) yerleşti; bunlara "nehri aşan" anlamına İbranî dendi.

Sonra, Kenan'da kıtlık başladı. Açlık yüzünden halkın bir kısmı Mısır'a göç etti ve orada köle olarak yaşadı. İbrahim'den sonra İbranilerin başına yine O'nun oğulları geçti: Yâkup ve İshâk, bunların en ünlüleridir. Yâkup, bir gece rüyâsında tanrı Yâhovâ ile güreşmiş ve onu yenmişti. Bunun üzerine kendisine "güreşte yenen" anlamına İsrail adı verildi. Kavmine de İsrailoğulları dendi.

Sonra Yakup'un oğlu Yusuf Mısır'a gitti ve bir süre sonra kavmini de yanına aldırdı. Ama M.Ö. 13. yy.da İbranîler, Musa'nın Firavun'la olan mücâdelesi yüzünden, onun yönetiminde Mısır'dan ayrıldılar. Uzun süre çölde yaşadılar. Sonra "Adanmış Ülke" diye adlandırdıkları Filistin'in fethine giriştiler.

Îbranîler, Davut ve Süleyman zamanında (M.Ö. 10. yy.) zenginliğin ve kudretin doruğuna ulaşmışlardı. Ama, Süleyman ölünce, gerileme dönemi başladı ve krallık, iki rakip devlete bölündü: İsrail ve Yâhudi Devleti (Yuda). Bu devletler, sırayla Asurluların, Babillilerin, Perslerin ve Romalıların egemenliğine girdi.

Dinleri tek tanrılıdır. (Yahudilik=Musevilik). İlkçağ'ın tek tanrılı dine inanan ilk kavmidir. Kutsal kitapları Tevrat'tır. İbraniler. Musevilik'i milli bir din olarak kabul ettiklerinden, bu din diğer kavimler arasında fazla yayılmamıştır. Dinlerinin etrafında milli bir birlik oluşturduklarından. dünyanın dört bir yanına dağılmış olmalarına rağmen birbirleriyle dayanışma içinde olmuşlardır.

II. Dünya Savaşı sonunda, İngiltere ve Amerika'nın yardımıyla bugünkü Filistin'de İsrail devletini kurmuşlardır. En önemli eserleri, Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dır (Süleyman Mabedi).

İbrâni Alfabesi

Sami (Semitik) dil grubuna bağlı dillerden olan İbranice'nin yazımında kullanılan bir alfabe.

Hemen birçok Sami (Semitik) dil gurubuna bağlı dilde olduğu gibi İbrani Alfabesi de sağdan sola doğru yazılan 22 temel sessiz harften oluşmaktadır. Harfler bitiştirilmez ve ayrı yazılır. Beş harfin sonda yazılışı farklıdır.

Sesli harfler (Nikkud, Çoğulu: Nikkudot) ana harflerin altına konulan işaretler ile gösterilir. Ancak bu noktalamalar çoğu zaman kullanılmaz. Bunlar ancak, dini metinler, sözlükler ve yabancı kelimelerin doğru okunuşunu göstermek için kullanılır.

İbrani Alfabesi sadece İbranice'nin yazılmasında kullanılmayıp; aynı zamanda Aşkenaz Yahudileri'nin konuştuğu ve Cermen kökenli bir dil olan Yidiş (Yiddish) ile Sefarad Kökenli Yahudiler'in dili olan Musevi İspanyolcası (Judeo Espanyol = Ladino) yazımında da kullanılmaktadır.

Tarih boyunca az çok şekil değişiklikleri geçirmiş olan İbrani Alfabesi'nin Antik Dönem İbrani Alfabesi, Kare Yazı, El Yazısı, Raşi ve Solitreo gibi biçimleri de bulunmaktadır.

İbrâni Edebiyatı

İbrani edebiyatının en eski örneği, Kutsal Kitap'ın Eski Ahit (Tevrat ve Zebur) denen bölümüdür. İbraniler'in Kutsal Kitap'ı, Talmud ve Midraş gibi yapıtların da kaynağıdır. Bu yapıtlarla daha sonraki İbrani edebiyatı örnekleri İbraniler'in Kutsal Kitap'ındaki düşüncelere ve yasalara açıklama getirir. Kutsal Kitap'ın üslubu, yalnızca İbrani edebiyatını değil, başka dillerdeki edebiyat yapıtlarını da etkilemiştir.

İbraniler'in Kutsal Kitap'ı, İ.Ö. 1300'den başlayarak 1.000 yıl süren bir zaman içinde yazılmış metinlerin toplamıdır. Bu metinlerin yazarları da çoğu zaman bilinmemektedir.

Eski Ahit'te hem tarih, hem de öyküler vardır. İ.Ö. yaklaşık 2000'deki Hz. İbrahim döneminden, İ.Ö. yaklaşık 450'de Yahudi sürgünlerin Ezra ile Nehemya'nın önderliğinde dönüşlerine kadarki İbrani tarihinin kaynağı da Eski Ahit'tir. Eski Ahit, üç ana bölüme ayrılmıştır: Musa'nın beş kitabından (Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye) oluşan Tora, Neviim (Peygamberler) ve Ketuvim (Yazılar). İbraniler'in Kutsal Kitap'ı, değişik edebiyat türlerinin yanı sıra hukuk, ahlâk öğretileri ve atasözlerini de içerir.

Eski Ahit, ilk dönemde yazılan kitapların hepsini içermez. Orada sözü edilen Rabbin Cenkleri ve Yaşar Kitabı gibi birçok kitap kaybolmuştur. Ayrıca bilinçli olarak Eski Ahit'in dışında bırakılan kitaplar da vardır. Bunlara Yunanca'da "gizli" anlamına gelen apokrifa denir. Bunların en ünlülerinden biri Şirak'ın Bilgeliği'dir. Kaynağı belirsiz kitapların bazılarında, örneğin Ester'de, tarihsel bilgilerden başka öyküler, şiirler ve dualar da vardır.

1947'de bazı eski mağaralarda Lût Gölü Ruloları'nın bulunması gibi önemli bir olay, Kutsal Kitap elyazmaları konusuna yeni bir ışık tutmuş oldu . Yeni bulunan metinler arasında, özgün mezmurlar örnek alınarak yazılmış 20 mezmuru da içeren "Şükran İlahileri" de vardır.

İbrani düşüncesinin ve edebiyatının önemli bir bölümü Talmud'da bir araya getirilmiştir. Talmud da Kutsal Kitap gibi, yaklaşık 1.000 yılı aşan bir zaman içinde oluşmuş ve İS 200 yıllarında yazıya geçirilmiştir. Yahudiler'in gündelik yaşamını düzenleyen yasaları anlatan Mişna ile bu yasaları açıklayan Gemara, Talmud'u oluşturur.

İbranice Atasözleri



"Fakir olmak utanılacak bir şey değildir, ama gururlanılacak bir şey de değildir."



"Birgün su içeceğin çeşmeye çamur sıçratma."



"Anneler, çocukların söylemediklerini anlar"










İndus Vadisi Uygarlığı:

İndus Vadisi Uygarlığı ya da Harappa Uygarlığı, İndus vadisinin bel kemiğini oluşturduğu çok geniş bir bölgeye yayılmış, Güney Asya’daki en eski kent uygarlığıdır. M.Ö. 3300 yılları dolaylarında bir kent uygarlığı şeklini aldığı kabul edilmektedir. Uygarlığa ilişkin ilk arkeolojik buluntular, 1921 yılında Pakistan’ın Pencap eyaletinde Harappa ve 1922 yılında, Sind eyaletindeki Mohenco-daro antik yerleşimlerinde bulunmuştur.

Bu iki kentin dışında, yüzün üstünde kent, kasaba ve köyde hüküm sürdüğü bilinen İndus Uygarlığı’nın 250-500 kadar karakterden oluştuğu sanılan yazı dili henüz çözülememiştir.

İndus Irmağı’nın verimli ovalarında taşkınları önleyecek, daha verimli tarım yapılmasını sağlayacak teknikleri geliştiren uygarlık, İndus Vadisi boyunca yayılmıştır. Ağırlıklı olarak buğday, arpa, bezelye, pamuk ve susam tarımı yapılmaktadır ve kedi, köpek, sığır, kümes hayvanları, manda, domuz ve deve evcilleştirilmiştir. Fildişi takılardan, filin de evcilleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Arkeolojik bulguların büyük bir bölümü, ince işlemeli mühürlerdir. Mühürlerde insan, hayvan ve Şiva figürleri kullanılmıştır. Bulgular, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarıyla ticari ilişkilerde bulunulduğunu göstermektedir.

Uygarlık, M.Ö. 2000 yılın ortalarında, kentlere saldıran Ari kabilelerce yıkılmıştır.







İnkalar:

And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki vadilerde yaşamış ve 12-16. yüzyıllarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Güney Amerika yerli halkıdır. 16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önce, ortalama 5-10 milyon nüfuslu çok iyi örgütlü bu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda güçlenerek topraklarını bu günkü Bolivya, Peru, Ekvador ile Arjantin ve Şili’nin bazı bölümlerini içine alacak kadar genişletti.

İnkalar, Güney Amerikalı bir yerli halk ve kurdukları imparatorluk. And Dağları’nın yüksek kesimlerindeki vadilerde yaşamış ve 12. -16. yüzyıllarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Güney Amerika yerli halkıdır. 16. yüzyıldaki İspanyol istilasından önce, ortalama 5-10 milyon nüfuslu çok iyi örgütlü bu imparatorluk, 14. ve 15. yüzyıllarda güçlenerek topraklarını bugünkü Bolivya, Peru, Ekvador ile Arjantin ve Şili’nin bazı bölümlerini içine alacak kadar genişletti.

İnka İmparatorluğu 13. yüzyıl ile 16. yüzyıl arasında hüküm sürmüş, çok yüksek derecede organizasyon yeteneği gelişmiş bir imparatorluktur. Etkileri bugünkü Ekvador'dan Şili ve Arjantin'e kadar ulaşmış, çok büyük bir alana yayılmıştır. Bugün ile mukayese edecek olursak Avrupa'nın kuzey ucundan Sicilya arasındaki mesafeden daha büyük bir bölgeyi kapsar. Kültürel ve ekonomik başkentleri, bugün Peru sınırlarında kalan Cuzco'dur. Amerika'nın keşfinden sonra İspanyollar tarafından soy kırıma uğramışlardır ve bütün zenginliklerine el konulmuştur.

İnkalar’dan önce Güney Amerika’da başka uygarlıklar vardı. Bunlar Bolivya’nın yüksek dağlık bölgelerinde, Titicaca Gölü yakınında yaşayan Tiahuanacolar, And Dağları’nın Ekvador’dan Bolivya’ya kadar uzanan yüksek yaylarında yaşayan Keçuvalar, Peru’nun kuzeyindeki dağlarda yaşayan Çavinler, Peru’nun güney kıyısındaki Nazkalar ve kuzeyde kıyıda yaşayan Çimulardır. Bu eski uygarlıkların doğuşu yaklaşık M.Ö. 200 tarihlerine kadar uzanır. Bu insanların nereden geldikleri bilinmemektedir ama ağır kayaları biçimlendirmedeki başarıları ve yapı tekniklerindeki ustalıkları düşünülürse, ne kadar yetenekli oldukları anlaşılır. Tiahuanaco’da birbirine kenetlenecek biçimde dikkatle oyulmuş dev bloklardan yapılma büyük taş yapılar vardır. Çimu ve Nazka halkının ise yapı ve piramitlerinde kayadan çok kerpici yeğledikleri görünmektedir.

Varlığı Roma İmparatorluğu ile aynı döneme rastlayan bu eski uygarlıklar Roma İmparatorluğu gibi İS 200-400 yılları arasında çökmeye başladı ve İS 800’de çoğunun yerinde yalnızca yıkıntılar kaldı. Bundan ortalama 300 yıl sonra İnka Peru’nun ortalarındaki Cuzco vadisinden indi ve kendilerinden önce başka halkların yaşamış olduğu bu bölgeye yerleşti. İnkalar dağlardan kıyılara doğru yayıldılar. 15. yüzyılda çevrelerindeki güçlü kabilelere boyun eğdirdiler. Ele geçirdikleri topraklardaki insanların bir bölümünü başka bölgelere sürerek başkaldırmalarının önüne geçerken, bir bölümünü de tarım ve bayındırlık işlerinde zorla çalıştırdılar.

Cuzco vadisinde yer alan ve İnka İmparatorluğu’nun başkenti olan Cuzco, ‘’Güneşin Kutsal Kenti’’olarak bilinirdi. İmparatora Tanrı gözüyle bakılır ve Güneş’in soyundan geldiğine inanılırdı. İmparatorun, yaşam ve ölüm konusunda tartışılmaz bir otoritesi vardı.

İnkalarda 10 ailelik gruplar kendilerine bir önder seçer, önderler bir şefin sorumluluğunda olurdu. Her şefin buyruğunda 5 önder vardı ve bu düzen hepsinin önderi ve yöneticisi olan İmparatora kadar uzanırdı.

Halk belirli bir yaşama ve çalışma düzenine uymak zorundaydı. Her şey devletindi. Çocuklar ve yaşlılar dışında herkesten çalışması beklenirdi. Tembellik ve insan onuruna aykırı davranışlar ağır biçimde cezalandırılırdı. Halk yoksul değildi;ama malı mülkü de yoktu, özgürlükleriyse sınırlıydı. Ürettiklerinin belirli bir kısmını İmparatora ve rahiplere vermek zorundaydı.

İnkalar, çatıları tahta kirişler üzerine saman örtülü, altın süslemeli büyük taş kaleler ve tapınaklar yaptılar. Cuzcu Kalesi’nin duvarları tonlarca ağırlıkta taşlardan yapılmıştı ve yüksekliği 6 metreyi buluyordu. İspanyollar Cuzco’daki büyük güneş tapınağını bastıklarında olağan üstü güzellikte altın ve değerli taşlarla süslü eşyaların yanı sıra üzerinde Güneş tanrısının resminin bulunduğu kocaman bir altın tabak buldular. Ay tapınağında ise her şey som gümüştendi. Başkentte yapılan büyük şenliklerde yağmur tanrısına lamalar ve insanlar kurban edilirdi.

İnkaların evleri kendilerinden önceki uygarlıklar oranla daha küçüktü. Köylülerin evleri kerpiçten ve saman damlıydı. Eski Mısırlılar gibi İnkalarda ölülerini mumyalar yada başka yöntemlerle korurlardı.

İnka İmparatorluğu’nun kıyı halkı bakırı döverek kaplar yapar yada eritilmiş metali, kalıplara dökerek biçimlendirirdi. Kıyının kuzey kesiminde yaşayan halk, değişik anlatımlı insan başı biçiminde çanak çömlek yapıyordu. İnkalar basit tezgahlarda çok güzel duvar halıları ve yaygılarda dokurlardı. Pamuklu dokumaları o kadar inceydi ki, İspanyollar bunları ipek sanmıştı. Kemik ve bambudan flüt, toprak ve deniz kabuklarından borazan ve tunçtan çanlar yaptılar.

İnkalar düzgün ve geniş yollarını taşlarla döşediler. Kayaları oyarak kısa tüneller, tahtadan köprüler yaptılar. Gelişkin bir haberleşme sistemleri vardı. Belli aralıklarda kurulu posta istasyonlarına ulaklar haber taşırdı. Yollarda ayrıca dinlenme evleri de yapılmıştı. Tekerlek bilinmediğinden yükleri lama sürüleri taşırdı.

Taş yontuculuğundaki üstün becerilerine karşın İnkalar’ın Mayalar gibi gelişkin araç gereçleri yoktu. Ne bir yazı sistemleri ne de paraları vardı. İplere düğüm atarak hesap yaparlardı.

Dünyada ilk patates üreticileri İnka çiftçileridir. Öbür ürünleri mısır, tatlı patates ve manyoktu. Domuz, ördek, köpek ve lama yetiştirirler, lama tüyünden dokumalar yaparlardı.

16. yüzyılda iki kardeş arasında çıkan taht kavgası imparatorluğu zayıflattı. Tahtın varisi Huascar’ı üvey kardeşi Atahualpa hapse attırdı. Francisci Pizarro yönetimindeki İspanyollar altın aramak için Peru’ya ayak bastıklarında tahtta Atahualpa vardı.

İspanyol komutan Francisci Pizarro, Atahualpa’yı tuzağa düşürerek tutsak aldı. Atahualpa hapisteyken Huascar’ın öldürülmesi için emir verdi. Emir yerine getirildi;ne var ki, bunu gerekçe gösteren Pizarro, Atahualpa’yı idam ettirdi. Başsız kalan ülkeye İspanyollar egemen oldular ve İnka İmparatorluğu’nun topraklarının tümünü ele geçirdiler.

Günümüzde yaşayan İnka nüfusu 3 milyondan daha azdır. Bugün And Dağları’nın Keçuva dili konuşan köylüleri İnkalar’ın soyundan gelir. Bunlar Peru’nun yüzde 45’ini oluştururlar.


İnkalar'ın Kayboluş Efsanesi


İnkalar ileri bir uygarlık olmakla birlikte, Mayalar kadar astronomiye önem vermedikleri söylenmektedir. Denildiğine göre onlar için Ay, Güneş ve yıldızlar kutsaldı. Bu güçler daima onların hayatında önemli rol oynar ve rahiplerin her biri aynı zamanda birer müneccimdi.

Rahipler gelecekte olacakları bugün bilmediğimiz gizli bir yöntemle saptamaktaydılar. İşte İnkalar'ın yok oluşunu anlatan efsane, bu ‘önceden bilmek’e son derece ilginç bir örnek .

Altın kitaplar yayınevinin ‘‘Kayıp uygarlıklar’’ adlı yayınladığı kitapta Rupert Furneux, bu efsaneyi şöyle anlatıyor;

İmparator, Ay'ın etrafındaki üç halkayı görünce rahiplerle birlikte baş rahip Ilaica'yı çağırıp bunun anlamını sormuş. Rahipler, İmparatordan izin isteyip çekilmişler ve bu halkaların ne anlama geldiğini çözmek için çalışmaya koyulmuşlar. Kısa bir süre sonra da İmparatorun karşısına çıkıp durumu anladıklarını söylemişler. Eski bir belgede bu olay şöyle anlatılmaktadır.

‘‘Başrahip, 'Ah efendim!’’ diye bağırır. ‘‘Söyleyeceğim sözler için beni bağışlayın. Annemiz Ay, ileride başımıza büyük felaketler geleceğini haber veriyor. Ay'ın etrafındaki ilk halka kan kırmızısı renginde. Bu bizim çok kanlı bir savaşa girişeceğimizi açıklıyor. Siyah daireyse, bu savaşı kaybedeceğimizi belirtiyor. Üçüncü halkaysa, duman rengi ve hafif. Bu da dinimizin, imparatorluğumuzun, yasalarımızın tıpkı rüzgarda bir duman gibi dünya üzerinden kaybolacağını gösteriyor. '

İmparator, baş rahiple diğer rahiplerin bu yorumuna çok kızdı. Daha sonra haber salarak bütün kabilelerdeki ünlü büyücü ve müneccimleri getirtti. Ancak, gelenlerin hepsi de aynı sözleri tekrarladılar.

İnka İmparatorluğunun sonu yaklaşıyordu. İmparator geceleri endişeden uyuyamıyor, Ay'ın etrafındaki halkalara bakıyordu. Ama bir gece bu halkalar birden kayboldu. Parlak, yeşil renkli bir kuyruklu yıldız gökte parladı ve topraklar korkunç bir gürültüyle sallanmaya başladı. İnkalar'ın başkenti Cuzco'da arka arkaya bir kaç deprem oldu.

Bir iki hafta sonra da başlarında kana susamış, cahil ve açgözlü Pizarro'nun bulunduğu İspanyollar, Peru'ya ayak bastılar. İnka İmparatorluğu bundan kısa süre sonra ortadan kalktı. ’’

Bu anlatılanlar bir efsane olmakla birlikte bir takım gerçeklere dayanmaktadır, diyor, Furneux. Ay'ın etrafındaki halkaları başka topraklarda yaşayanlar da o zamanlar görmüşler. Ve efsanede anlatılan kuyruklu yıldızı da ilgiyle izlemişler. Onların bıraktıkları belgeler efsanede anlatılan doğa olaylarını doğrulamaktadır.

Güneşin Kapısındaki Kent

İnka kültürünün ayakta kalan en önemli ürünlerinden olan Machu Picchu kaleleri, yıkılma tehdidi ile karşı karşıya. Bilimciler, kaleleri tehdit eden toprak kayması ihtimaline dikkat çekiyorlar. İnkalar, kaleleri 16. yüzyılda işgalci İspanyol işgalinden korunmak amacıyla kullanmışlardı. Saklı kent adıyla da bilinen yapı, İnkalar tarafından işgale direnmenin bir sembolü olarak kabul ediliyor.

Kartacalılar:

Zaman: İÖ 8-2. yüzyıl
Mekan: Kartaca, Tunus

Kronos'a (Ba'al Hammon) tapan Fenikeliler, özellikle de Kartacalılar, büyük bir istekte bulunduklarında, mutlaka başarılı olmak istiyorlarsa, çocuklarından birini tanrıya kurban ederek yakarlardı. CLEITARCHUS, İÖ 4. YÜZYIL SONLARI.

Kartaca, Doğu Akdeniz'den gelen Tyroslu (bugünkü Sur) Fenikeliler tarafından "Yeni Kent"leri (Kart-Hadaşt) olarak şimdiki Doğu Tunus'ta kurulmuştur. Bugün aynı yerde Tunus kentinin bir banliyösü vardır. Arkeolojik kayıtlarda İÖ 8. yüzyıl ortalarının daha öncesinden bir bulguya rastlanılmamışsa da, sözlü geleneklerde (örneğin Vergilius'un Aeneis'ine. göre) kenti İÖ 814 yılında kardeşi Tyroslu Pygmalion'dan kaçan Kraliçe Dido'nun kurduğu söylenegelmektedir.

Romalılar Kartaca'da yaşayanlara Phoenikes'ten (Fenikeliler) türetilen Poeni adını vermişlerdi. Pön Savaşları sözü de buradan gelir. Kartaca'nın Akdeniz'in ortasında olması ve verimli bir hinterlandı kontrol etmesi gelişip genişlemesine yol açmış, devlet İÖ 4. ve 3. yüzyıllarda gelişerek büyük bir imparatorluk olmuştur. Toprakları bugünkü Tunus'un tamamını kaplıyordu ve Fas'tan Batı Libya'ya kadar Kuzey Afrika kıyılarında pek çok yerleşim merkezi vardı. Ayrıca denizaşırı olarak Sicilya, Sardunya ve İspanya'da da topraklara sahipti.

Ancak Kartaca'nın toprak emelleri ülkeyi o çağda Akdeniz'de bir başka süper güç olan Roma ile çatışmaya zorlamıştır. Bu iki büyük devletin arasındaki iktidar mücadelesinde İÖ 264-146 arasında üç tane Pön savaşı yapılmış ve sonunda yenilen Kartaca, İÖ 146 yılında yağmalanıp yıkılmış, Romalılar tarafından tümüyle yok edilmiş, ve üstüne üstlük cehennem tanrılarına adanarak burada insan yaşaması bile yasaklanmıştır. Ancak, İÖ 122'den sonra Roma yönetimi, Kartaca topraklarında koloni kurmaya yeniden başladı.

Byra Tepesi'nden Kartaca: Tophet ortada görülen Pön limanının sağında (batısında) yer almaktadır.

BAAL VE TANİT

Kartaca tanrılarının başında gökyüzü tanrısı Baal ile yazıtlarda esrarlı bir biçimde "Baal'ın yüzü", yani Baal'ın dişi karşıtı ya da "yansıması" olan Tanit bulunurdu. Baal, anayurt Fenike'de tanınmış bir tanrı ise de, Tanit oralarda bilinmezdi ve İÖ 5. yüzyılda ortaya çıktıktan sonra baş dişi tanrıçalığı (Batı Sami Bereket Tanrıçası olan) Astarte'nin elinden almıştı.

Baal her nasılsa insanlardan uzak ve ürkütücü bir tanrıydı: Tepelerin ve özellikle dağ doruklarının tanrısıydı ama aynı zamanda verimli ovaların ve gökyüzünün de tanrısı kabul edilirdi. Kısacası, bütün evrenin tanrısıydı. Kartaca (neo-Pönik) yazısında TNT, Yunanca'da Thanneth ya da Thinith olarak yazılan Tanit, her şeyden önce gökyüzünün bir tanrıçasıydı ve böylece tarımsal refahı sağlayan yağmuru getirirdi. Tanit aynı zamanda Kartaca kentinin de baş koruyucu tanrısıydı.

Bu taşlar Kartaca tophet'i kazılarından çıkarılmış ve bahçeye gelişigüzel yerleştirilmiştir.

KURBAN YERLERİ

Baal da, Tanit de kurban isterdi ve kurbanlar tophet olarak anılan kutsal açık hava mekânlarında sunulurdu. Kartaca'daki binlerce tophet yazıtından, kültün ve kurbanların odağının özellikle Tanit olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Doğu Cezayir'de bulunan Konstantin'deki Tophet'teki 800 yazıt çoğunlukla Baal'a adanmıştır.

Tunus'ta Sousse'de, Sardunya'da Sulcis'te (Sant'Antioco), Tharros ve Monte Sirai'de, Sicilya'da Motya'da kazılıp çıkartılan başka tophet'ler de vardır. Yazıtlarda tophet terimi kullanılmıyorsa da, bu terim Tevrat'ta, Fenike topraklarında çocukların kurban edildiği yerler için ("Toffette" olarak) kullanılmaktadır (Yeremya 7: 31, II Krallar 23:10)

Kartaca'daki tophet 1921'de, eski kentin güneyinde yapay Pön Limanı'nın 50 metre batısında bulunmuştur. Burası, en az 6000 metre karelik, çevresi duvarla çevrilmiş üstü açık bir alandı. Yıllar boyunca yapılan kazılarda kısmen yanmış kemiklerle dolu ve her biri, çevresi çakıltaşı döşenmiş bir çukura gömülü binlerce küp bulunmuştur, ilk başlarda çoğunun yerleri, yüzeyde küçük bir yontma taş taht ya da üzerinde bir betyl (oval ya da şişe biçimli bir taş, tanrının simgesi) oyulmuş bir taş blokla (cippus) belirlenmişti.

Ancak İÖ 4. yüzyıldan sonra üzerinde basit bir röliyef ve kimi zaman da kurbanı veren kişinin adıyla Baal ve Tanit'in adları yazılı uzun bir taş blok yerleştirmek âdet olmuştur. Bu taşların biçim ve süslemeleri zamanla değişmiş, özellikle de en üste "Tanit simgesi" (bir yatay çizgi ve daireyle çevrili üçgen) yerleştirilmesi gelenekselleşmişti. Şimdi Tunus'ta Bardo Müzesi'nde olan bir taşta, kolunun altında bir bebek (herhalde kurban) olan bir rahip görülmektedir.

Sıklıklarında farklılıklar olmasına rağmen Kartaca tophet'indeki yazıtlar İÖ 8. yüzyıl ortalarından kentin yıkıldığı İÖ 146 yılına kadar bir süreklilik göstermektedir. Her yıl ortalama 100 küp gömüldüğü hesap edilmektedir ki, bu toplam 60.000 kurban demektir.

ÇAĞDAŞ KAZILAR

Kartaca tophet'inde 1970'li yılların sonunda yapılan kazılar ilk istatistiki rakamları sağlamıştır. Yanmış kemikler hem insanlara hem hayvanlara aittir, ancak beklentilerin aksine hayvan kurbanlarına kıyasla insan kurbanlarının sayısında bir azalma görülmemiştir, ilk gömülenler arasında hayvan kurbanları toplamın üçte birini oluştururken İÖ 4. yüzyılda bu rakam on küpte bire düşmüştü: Bu dönemde kurbanların yüzde 90'ı insandı.

Yine araştırmaların gösterdiğine göre, en eski çağlarda (İÖ 8-6. yüzyıllar) kemikler ölü doğmuş ya da henüz doğmuş bebeklere aitken, İÖ 4. yüzyıldaki kurbanlar genellikle l ile 3 yaş arası çocuklardı. Hatta bu dönemden kalma küplerin üçte birinde, bir küpte iki ve kimi zaman üç çocuğun kemikleri bulunmuştur.

Kartaca'daki tophet'te anıt taşlar ve üzerlerine daha sonra Romalılar tarafından yapılan kubbe.

ÇOCUKLAR NEDEN KURBAN EDİLİYORDU?

Bu değişikliğin nedenini, hatta neden insanın kurban olarak seçildiğini, yazılı metin yokluğu yüzünden açıklayabilmek çok güçtür. Yeni doğmuş bebeklerden küçük çocuklara geçişin askeri ya da ekonomik krizden kaynaklandığını düşünmek mümkünse de, böyle kesin bir bağlantı hem kanıtlanamaz hem de herhalde pek muhtemel değildir.

En büyük kriz olan, Kartaca'nın İÖ 146 yılında yıkılmasına giden son dönemin tophet ritüeli, büyük ölçüde Romalılar tarafından daha sonra silindiğinden, doğru bir değerlendirme yapılması imkânı da yoktur.

Ama gene de çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Yazıtlarda kurban adayanların varlıklı kişiler olduğu görülmektedir. Kartacalı seçkinlerin ilk çocuklarını kurban etmeleri Kitabı Mukaddes'in, "hasadını ve masaranın akıttığını takdimde geciktirmeyeceksin. Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin" (Çıkış 22: 29) emrini akla getirmektedir.

İlk DNA testleri sonunda birkaç vakada cinsiyet tayini yapılabilmişse de, kemiklerin durumu cinsiyetin belirlenmesine imkân vermemektedir. DNA testleri sonucunda, küplerde bulunan çocukların aynı aileden olup olmadıkları da belki anlaşılabilir. Bazıları çocukların kurban edilmesini tıpkı Spartalılar'ın istenmedik çocukları ölmek üzere bir tepeye bırakmaları gibi, bir tür doğum kontrol yöntemi olarak görmektedirler.

Ancak büyük çocukların kurban edilmesini açıklamak daha güçtür. Bir bebeğin henüz ana rahmindeyken Tanit'e adandığı ve eğer çocuk ölü doğmuşsa onun yerine ailenin başka bir çocuğunun kurban edildiği de öne sürülmüştür. Ancak bu uygulama bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu varsayımım da beraberinde getirir.

Sabatino Moscati, Yunan ve Roma yazarlarının Yahudi aleyhtarı propagandayı yaydıklarını ve gerek bebeklerin gerek daha büyük çocukların yakılmadan önce doğal nedenlerle ölmüş olabileceklerini iddia etmiştir. Ancak böyle bir görüş, eski dünyada "kurban" eylemi konusunda bildiğimiz her şeyin reddi demektir. Kurban etmek, ölüleri gömmenin alternatif bir yöntemi değildir, tanrılar nezdinde başarılı olması için kurban edenin (burada ana-babanın) sıkıntı çekmesi gerekir. Arkeolog Charlotte Roberts, Motya tophet'inden 20 çocuğun kemiklerini incelemiş ve herhangi bir hastalık belirtisine rastlamamıştır.

Romalılar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmelerinden sonra Baal ve Tanit kültü pek ince bir Romanlaştırma cilası altında devam etmiştir: Tanrılara Satürn ve Caelestis adları verilmiş ve bunlara, Hıristiyanlık'ın yayılmaya başlamasına kadar tapılmıştır. Kartaca'daki tophet yeri de unutulmamıştır.

Orada Roma döneminde Satürn'e ve Caelestis'e tapıldığını gösteren izler vardır. Ancak Romalılar'ın asla hoşgörüyle karşılamadıkları insan kurban etme uygulaması Kartaca'da da, diğer yerlerde de İÖ 146 yılında sona ermiş görünmektedir. Ancak bazı yazıtlarda görüldüğü gibi hayvanın, insan yerine "vekâleten" (vicarius) kurban edildiği unutulmamıştı ve 3. yüzyılda Hıristiyan Tertullianus'un, kendi gününde bile Afrika'nın bazı yerlerinde insan kurban etmelerinin devam ettiğini söylediği bilinmektedir.

Sousse ve Konstantin'deki İÖ 146'dan sonra devam ettirilen tophet'lerin modern koşullar altında yeniden kazılarak yanık kemiklerin incelenmesi, Tertullianus'un haklı olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Ama o haklı çıkmasa bile, Kartaca'nın yıkılışından yaklaşık dört yüzyıl sonra bile, Kartaca çocuk kurban etme uygulamasının hâlâ hatırlandığı böylece anlaşılmış olmaktadır.

Kayıp Kıta Atlantis:

Tarihin kadim zamanlarinda büyük bir uygarlik vardi. Insanligin ulasmis oldugu en yüksek uygarlik seviyesine ulasmis olan "Mu" Uygarligi. Mu'nun çevresi de yavru uygarliklarla çevriliydi. Bu yavru uygarliklardan biri de Atlantis Uygarligi'ydi. Bugün, her iki uygarlik hakkinda "efsanevi" tanimlamasi yapiliyor olsa da onlarin varliklari bilimsel arastirmalar ve arkeolojik bulgularla her geçen gün biraz daha gerçeklik kazaniyor. Onlarin varligina kanit arayanlar için bir kaç örnek verebiliriz: Eflatun, Atlantis'le ilgili ilk yazdigi eseri Timea (Timaios) ve daha sonra MÖ.345 yilinda "Kritias"I yazdigi zaman kaynak olarak M.Ö.7. yy'da yasamis atasi politikaci Solon'u gösteriyordu. Solon M.Ö 590'da Misir'a gitmis ve Misirli rahiplerden kadim bilgiler edinmisti. Bu bilgiler Atlatis'de yasam seklinin yani sira Misir Uygarligi'nin köklerinin Mu ve Atlantis'e dayali olduguna iliskindi. Bu büyük ada ülke Solon'un anlatimlarina göre, Solon'un dogumundan 9 bin sene önce çok güçlü bir krallikti ve buradan gelen isgalci kabileler, Akdeniz kiyisindaki tüm ülkelere yayilmislardi.Ve Solon rahiplerden birsey daha ögrenmisti; uzun yillar boyu Misir'in bati ülkeleriyle baglantisinin kesilmis oldugunu. Bunun nedeni Atlantis'in deprem ve su taskinlari sonucu batmasinin ardindan, Atlantik Okyanusu'nun, Atlantis'in varoldugu kabul edilen bölgesinde, denizin bir çamur ve yosun tabakasiyla geçit vermez olusuydu. Bu durum baska tarihçiler tarafindan da anlatilir. Rusya'da St. Petesburg Müzesi'nde bulunan ve bilinen en eski papirüslerden olan bir papirüsde ise, Ikinci Hanedan Firavunlarindan Sent'in, onlara bilgeligi getiren atalarinin, anavatanlarini arastirmak üzere bir arastirma grubunu Atlantik Okyanusu'na gönderdigi yazilidir. Arkeolojik açidan bu konuya iliskin önemli bulgular ise, Eski Truva'da Dr. Schliemann tarafindan bulunan ve ithaf yazisinda "Atlantis Krali Kronos"dan yazili "Baykuslu Vazo" ve yine üzerinde ayni yazi bulunan"Kus Sfenksi"dir. Kanit olarak; çözülmüs Naacal Tabletleri'ndeki anlatimlar, Misir Uygarligi'nin hiyerogliflerinden elde edilen bilgiler, Maya yazitlari, efsaneleri, ilahileri de gösterilebilir. Jeolojik kanitlar ise, Kuzey Atlantik Okyanusu'nun dibi ya da yataginin biçimidir. Buradaki veriler "bölgesel çökmeye" isaret etmektedir. Bugünkü teknolojiyle Kuzey Atlantik bölgesinde Atlantis'in haritasi da çikarilmistir. Jeolojik olarak da kabul edilen diger kanitlar ise söyle siralanabilir: Amazon Denizi'nin yok olusu, Missisippi Vadisi'nin kurumasi, St. Lawrence Vadisi'nin kurumasi, Florida'nin ortaya çikisi, Kuzey Amerika Atlantik kiyi hattinin genel olarak genislemesi… Bunlarin hepsi de büyük bir kütlenin denize batmasi ve batma nedeniyle deniz dibinde olusan büyük çukura çevre sularin dolmasini kanitlar niteliktedir. Ayrica jeologlar, Brest ile A.B.D.'nin kuzeyi arasindaki alanda 15 bin yil öncesine ait açik havada katilasmis olan lav parçalari kesfetmislerdir.

Atlantis'in, efsane mi, gerçek mi oldugu, Rönasans döneminde de kafalari en çok mesgul eden sorulardan biri durumundaydi. Özellikle 17. ve 18 yy'da bu tartismalar oldukça yogunluk kazanmisti.

Atlantis, Dünya Edebiyati'nin devleri tarafindan da tartismisti. Bu tartismalarin sonucunda onun varligina tüm kalpleriyle inanan yazarlar; Montaigne, Bafflon ve Voltaire olmuslardi..

Atlantis vardi ve batti? Peki neden? Neden çok basit, sadece küçücük bir kelime; "ego"... Bugünkü biz Dünya çocuklarina ne kadar da yakin gelen bir sözcük degil mi? Hemen hemen tümümüzün içini kemiren, bizi olmadik yollara, asklara, yasamlara ve hirslara sürükleyen o çoklukla kontrol edemedigimiz yönümüz içimizdeki yaramaz çocuk ego... Peki Atlantislileri bu ego'nun en uçlarina sürükleyen ve onlari yokolusa götüren nedenler nelerdi? Aslinda bu nedenler bugün yasadiklarimizdan hiç de farkli degildi? Insanlari, geçmiste toplu yokoluslara götüren hatalar günümüzde hala tüm hiziyla devam ediyor? Peki devam etmek zorunda mi? Bu sorunun yaniti tabii ki "Hayir"... Simdi, bu "Hayir"i gerçeklestirmek için Atlantis'in tarihine bir göz atalim...

(Asagidaki bilgiler Eflatun'un "Kritias", Akasa Yayinlari'nin "Galaktik Insan", Ruh ve Madde Yayinlari'nin "Kahin" isimli kitabinda Edgar Cayce'nin, 1000'e yakin kisiye yaptigi -önceki yasamlara döndürme seanslari- sirasindaki Atlantis dönemine iliskin okumalarindan elde edilmistir).

Dünya'nin unutulmus tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hakimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi irkin kurmus oldugu uygarliklardaydi. Bu irklar bugünkü Dünya insanlariyla kiyaslanacak olurlarsa üstün bir zekaya sahiptiler. Ama kötü bir yanlari vardi, kendileri disindaki fiziksel varliklara yasam hakki tanimiyorlardi. Bu nedenle, 900 bin yil kadar önce, o dönemlerde karada yasayan, memeli deniz öncelleri dedigimiz varliklarin ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya spiritüel hiyerarsisi'nin de destegi ile Dünya'dan yokedildiler. Ve bu yokedilisten bir süre sonra Dünya'da insan irki var olmaya basladi. Dünya insanlari ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kitasi (MU) denilen yerde kurdular. Insanin bes irkinin bu kitada yaratildigi ve sonralari Dünya'ya yayildiklari söylenir. Ilk koloninin kuruculari olan bu insanlar, hayatin tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli oldugu bir Lyra/Srius uygarligi olusturdular. Sonraki 850.000 yil boyunca Lemuryalilar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünya'ya yayilmaya basladilar. Bu yavru imparatorluklarin en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasinda bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi. Atlantis'in batisinda Kuzey ve Orta Amerika, dogusunda ise Avrupa ve Kuzeybati Afrika yer aliyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusya'nin birlesik yüz ölçümlerine esitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babalari oldugunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapinak yapmislardi. Her bes ve her alti yilda bir insanlar burada toplanir ve bogalar kurban ederek tapinagin sütünlarina islenmis kutsal yazilara riaet için yemin ederlerdi. Atlantisliler topraktan gelmis insanlardan, Euenor'un kizi Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. Insanlari; kültüre, bilime, sanata oldukça düskündüler. Kibar insanlardi. Atlantis'de çogunluk kizil irktaydi. Yönetim sekli ise, sosyalist egilimli bir monarsiydi. Toplumda din adamlarinin sayisi hayli fazlaydi. Din adamlari, o devrin en bilgili kadin ve erkekleriydiler. Hekimlik,vicdani ahlaki degerlerin danismani olarak görev yapiyorlardi. Atlantis varoldugu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrilmisti. "Galaktik Insan" Kitabi'nda Atlantis'in yükselisini ve düsüsünü incelerken söyle bir anlatima yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluga ayrildigini görürüz. Ilk tarihi dilime "Eski Imparatorluk "denir (M.Ö 400.000 yildan 25.000 yila kadar uzanir) Eski Imparatorluk, Lemurya ile ayni zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nin yikimini planladi. Ikinci tarihi dilime, "Orta Imparatorluk" denir (M. Ö 25.000 yildan 15.000 yila kadar uzanir) ve o, Dünya Gezegeni'nin ilk gerçek hiyerarsik yönetimine sahne olmustur. Son tarihi devreye ise "Yeni Imparatorluk" denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yilini kapsayan nihayi çatisma ve yikimin öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yildan 5000 yila dek uzanir). "Santesson kitabinda ise Atlantis'deki yasam, Eflatun'un yazdiklarindan yola çikarak Atlantis'i söyle tasvir edilir; "Atlas soyundan gelenler, Atlantis'e hakim olmayi sürdürdüler. On bölge yöneticisi, birbirlerinden sadece askeri islerle ilgili ayrintilar bakimindan ayriliyorlardi. Atlantis krallarinin her biri kendi ülkesinde hükümdardi, ama hepsi merkezi adadaki Poseydon Mabedi'nde dikili, Orisalk'tan yapilmis bir sütüna, ilk on kral tarafindan kazilmis bir isarete itaat ederlerdi. Atlant krallarinin ilk yasasi, birbirlerine karsi silah kullanmamak, hücuma ugramalari halinde birbirlerine yardim etmekti. Atlantis'in dogal kaynaklari sanki sinirsizdi. Kiymetli madenler çikariliyor, kokulu bitkilerden kokulu özler damitiliyordu. Köprü ve kanal agi, ülkenin çesitli bölgelerini birlestiriyordu. Kitanin altinda bulunan tas ocaklarindan çikarilan beyaz, siyah ve kirmizi taslar, evlerin ve sair yapilarin yapiminda kullaniliyordu. Her bir araziyi çevreleyen duvarlar yapiyorlar, bu dis duvarlari bakirla kaplarken, sehri tahkim eden iç duvarlari orsalk, orta duvarlari ise kalayla kapliyorlardi. Merkezi adada kurulu sehirde saraylar, mabetler ve halka ait diger binalar kurulmustu. Merkezde altin bir duvarla kusatilmis bir mabed bulunuyordu. Bu mabed, Kleyto ile Poseydon'a adanmisti… Bahçe ve koruluklarda sicak su kaynaklari akiyordu. Çesitli tanrilara adanmis birçok mabet, insan ve hayvanlar için arenalar, hamamlar ve bir hipodrom vardi. Pek büyük limanlardan kalkan gemiler, Dünya'nin her yerine gidiyordu. Bölge halkinin nüfusu o kadar yogundu ki her yerde sesleri isitiliyordu. Merkezi sehrin etrafinda, sarp yükseklik ve güzelliklerinden dolayi ünlü daglarin korudugu çok genis bir ova uzaniyordu. Ovada senede iki kez hasat yapiliyordu. Bu büyük imparatorluk Helen Devletleri'ne en kudretli ve sanli olduklari bir devirde hücum etti. Ve böylece bilgelik ve biat yolundan sapti. Ölçüsüz alanlara sahip olan Atlantis krallari, tüm Dünya'yi zapt etmek azmindeydiler." Bundan sonraki bölüm, "Kritias"in orjinalinde söyle devam ediyor; "Zeus, Iste o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsizligini farkederek, onlarin aklini basina getirmek, onlari uslandirmak için cezalandirmaya karar verdi. Bütün tanrilari, evren'in ortasinda kurulu ve oradan durmadan degisen her seyi gören en kutsal evinde bir araya topladi; onlara dedi ki…" Eflatun'un "Kritias"I burada sona eriyor. Sonrasi malum…

Kayıp Sodom ve Gomorra:

Zaman: İÖ 3150-1550
Mekân: Ürdün

Ve Rab Sodom üzerine ve Gomorra üzerine göklerden kükürt ve ateş yağdırdı; ve o şehirleri ve bütün havzayı ve şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın nebatını altüst etti. TEKVİN 19:24-25

Sodom ve Gomorra kentlerinin yıkılması Kitabı Mukaddes'in Eski Ahit kitabında anlatılan en ilginç hikâyelerden biridir ve aynı hikâye Kur'an'da da yinelenmiştir. Başlıca karakterler en büyük patriyark olan İbrahim ile yeğeni Lût'tur.

Kentler bugün de hâlâ geçerli olan toprak hakları, eşcinsellik, ardıllık ve aile içi zina gibi ciddi ahlaki ikilemlerin yükü altındaydılar. Olay Kitabı Mukaddes ahlak kuralları için bir benzetme olarak görülmüşse de, bu kentlerin ve hikâyede anlatılan olayların varlıkları konusunda herhangi bir kanıt var mıdır?

KİTABI MUKADDES'İN HİKÂYESİ

Hikâyede İbrahim ile Lût, Kenan topraklarında çobanlar olarak sürülerini otlatırlar. Hayvanlar çoğalınca ülke ikisine de yetmez. Bunun üzerine İbrahim ayrılmalarına karar verir ve gideceği yeri ilk seçme hakkını Lût'a verir. Lût, Şeria Vadisinin bol sulu ovasını seçer ve "havzanın beş zengin kentinden" biri olan Sodom yakınlarına yerleşir. Diğer kentler Adma, Tseboim ve Tsoar'dır.

Ancak Sodom erkekleri günahkâr eşcinsellerdir ve Tanrı eğer pişmanlık getirmedikleri takdirde hepsini yok edeceği uyarısında bulunmuştur. İbrahim, Tanrı ile suçluların yanı sıra dürüst insanları da yok etmenin ahlaklılığını tartışır; sonunda Sodom'daki tek dürüst insanın Lût olduğu anlaşılır.

Lût'u Sodom'u bekleyen felaket konusunda uyarmak üzere iki melek gönderilir. Sodomlular Lût'un tanrısal ziyaretçilerini duyunca evine gidip görmek isterler. Kötü Sodomlular'ın melekleri taciz edeceklerinden korkan Lût, kalabalığa onlar yerine iki bakire kızını sunar. Melekler kapı önündeki Sodomlular'ı kör edip Lût'a ailesini alıp kaçmasını söylerler.

Tanrı Sodom ve Gomorra kentlerine kükürt ve ateş yağdırırken Lût karısı ve iki kızıyla Tsoar kentine kaçmaya başlar. Ancak yolda Lût'un karısı Tanrı'nın arkasına bakmama emrine uymayınca bir tuz "direğine" dönüşür. Lût, Tsoar'da kalmaya korkarak kızlarıyla bir mağaraya sığınır. Kızlar uzun bir tecrit döneminden sonra kendilerine bir çocuk verip soylarının devamını sağlayacak bir erkek bulamayacaklarından korkarlar. Bu nedenle babalarını sarhoş edip ne yaptığını fark edemeyeceği bir sırada iğfal etmeye karar verirler. Bu zina birleşmesinden iki erkek evlat doğar: Moablılar ve Ammonoğulları kabilelerinin ataları olan Moab ve Ben-ammi.

Bu hikâyenin herhangi bir noktasının doğruluğu hakkında elimizde hangi kanıtlar vardır? Lût Gölü bölgesinde Sodom ve Gomorra hikâyesini doğrulayacak bazı doğal ve jeolojik olgulara rastlanılmıştır. Ayrıca, son zamanlardaki arkeolojik keşifler de kutsal kitabın hikâyelerine belirli bir inanılırlık kazandırmaktadır.

OLGULARIN DOĞAL OLARAK MEYDANA GELMESİ

İki büyük kara kütlesinin birbirlerinden ayrılması sonucunda Lût Gölü'nde sık sık depremler olur. Tarihi kayıtlardan başka yerlerde kentlerin geçmişte depremlerle yok olduklarını biliriz ve eğer bunlar fay hattı üzerindeyseler depremler de daha şiddetli olur. Aynı jeolojik süreç yeryüzünün en alçak su kütlesini de yaratmıştır.

Deniz yüzeyinin yaklaşık 400 metre altında derin bir vadide yer alan Lût Gölü tuz oranı çok yüksek bir sudur, tuz yoğunluğu dibe doğru giderek artar ve kıyılarında sık sık tuz oluşumlarına rastlanır. Bu tuz sütunları kimi zaman bir tesadüf sonucu insan biçiminde olabilir ve Lût Gölü'ne düşen her şey kısa zamanda tuzla kaplanır ve gölde bakteriler dışında bitki ve hayvan varlığının yaşamasına engel olur. Bu nedenle Lût'un karısının tuz sütununa dönüşmesi hikâyesinin böyle bir olağandışı ama doğal süreçten kaynaklandığını düşünmek güç değildir.

Lût Gölü'nün diğer bir garip özelliği de zift bakımından zengin olmasıdır ve bu da zaman zaman iri topaklar ya da petrol birikintileri olarak yüzeye çıkar. Sodom ve Gomorra krallarının Suriye krallarıyla bir savaş sırasında kaçarlarken "zift kuyularına" düşmeleri olayı da akla bu durumu getirir (Ve Siddim Vadisi zift kuyuları ile dolu idi ve Sodom ve Gomorra kralları kaçtılar ve orada düştüler ve geri kalanlar dağa kaçtılar; Tekvin 14:10).

Dahası, Lût Gölü kıyılarının yumuşak kireçli topraklarında yumruk büyüklüğünde kükürt toplarına rastlanır. Eski Ahit'in Sodom ve Gomorra hikâyesini yazanlar, "kükürt taşı" adını verdikleri bu alev alan topları mutlaka biliyor olmalıydılar. O nedenle göklerden yağan ateş yağmurunun kentleri yakıp yıktığı hikâyesi bu garip nesnelerden kaynaklanmış olabilir.

SODOM VE GOMORRA'YI ARARKEN

Kitabı Mukaddes bilginleri ve arkeologlar yüz yıldan uzun bir süredir Sodom ve Gomorra kentlerinin bulunduğu yerleri saptamaya çalışmaktadırlar. İlk önceleri bunların Lût Gölü'nün kuzeyinde mi yoksa güneyinde mı olduğu tartışılmıştı.

De Saulcy, 1851'de Lût Gölü'nün kuzeybatısında yaptığı bir araştırmada Eriha ve Kumran'ın kayıp kentler olduğunu ileri sürdü. 1920'lerde Peder Alexis Mallon'un kuzeydoğu kıyısındaki Teleylat Ghassul'da yaptığı kazılar büyük bir Kalkolitik Dönem (İÖ yaklaşık 3600) yerleşim birimini ortaya çıkardı ki, bu daha inanılır bir alternatif olarak görüldü. Bu önerinin aksayan yanı, çoğu bilimadamlarının Sodom ve Gomorra hikâyesinin yeraldığına inandıkları Tunç Çağı'nda (İÖ 3150-1550) bu alanda bir yerleşim izine rastlanılmamış olmasıydı.

1896'da bugünkü Şeria'da Medeba'da 6 ile 7. yüzyıldan kalma bir mozaik harita bulundu. Bu haritada Lût'un kaçtığı ilk kent olan Tsoar, Lût Gölü'nün güneydoğu uçundaydı. Klasik tarihçiler Diodorus, Strabon, Joscphus ve Tacitus ve daha sonra ortaçağ Arap coğrafyacıları Yakut, Mesudi, Mukaddesi ve İbn Abbas bu bölgeyi tarif etmişlerdi.

William F. Albright, Rahip Melvin G. Kyle, Peder Alexis Mallon ve diğerleri 1924'te bölgeyi araştırarak Tsoar'ın yerini doğrulamaya çalıştılar. Tsoar'ın Moab ülkesi olarak saptanması kendilerini, Kitabı Mukaddes'te Arnon olarak belirlenen Mucip Nehri'nin güneyini araştırmaya yöneltti. Lisan yarımadasını ve yakınlardaki vadileri araştırdıktan sonra çağdaş Safi kasabasının eski Tsoar olduğunda karar kıldılar. Sir John Maundevil de 1322 ile 1356 arasında Safi'yi ziyaret ettiğinde bu kuramı çok daha önce ileri sürmüştü.

Sodom ve Gomorra'nın araştırılmasına 1930'larda Lût Gölü'nün güneyindeki sığ havzayı araştıran Le P.F.M. Abel, F. Frank ve Nelson Glueck katıldılar. Bu tuz kaplı alan Eski Ahit'in "tuz denizinin yanındaki Siddim vadisi" tanımına uymaktadır (Bunların hepsi Siddim vadisinde [bir tuz denizidir] birleştiler,-Tekvin 14:3).

Konstantinos Politis tarafından yapılan son araştırmada Safi'nin gerçekten Tsoar olduğu anlaşıldı ve tam da Medeba haritasının gösterdiği yerde çıkmıştı.

"Havza şehirleri"nin (Ve Lût, Havza şehirlerinde oturdu ve Sodom'a doğru çadır kurardı; Tekvin 13: 12} Lût Gölü'nün suları altında kaybolmuş olduğu önerisi ilk kez 4. yüzyıl hacılarından Egeria tarafından ileri sürülmüştür.

Çok daha sonra 19. yüzyıl sonlarında William Lynch'in, Albright'ın ve Kyle'ın denizin kuzey ucunda olduğunu bildirdikleri birkaç küçük ada, günümüzde su altında kalmıştır. Lût Gölü günümüzde, ABD'nin uzay kuruluşu olan NASA tarafından, uydu fotoğrafları ve suyun altında da deniz tabanı incelemeleriyle araştırılmaktadır. Araştırmalar sonucunda ulaşılan genel yargıya göre, Sodom ve Gomorra'nın, kıyıdan çok, Lût Gölü'nün altında bulunabileceği kuramı kesinlikle inanılır gibi görünmektedir.

SON ARKEOLOJİK KANITLAR

Paul Lapp, Walter Rast, Thomas Shaub ve Burton MacDonald tarafından yakın zamanlarda eski kıyı boylarında ve Lût Gölü'nün güney havzasının jeolojik fay hatlarında araştırmalar ve kazılar yapılmıştır.

Araştırmacılar 1970'li ve 80'li yıllarda oralarda bir zamanlar büyük yerleşim alanları olduğunu keşfetmişlerdir. Bab ed-Drah gibi bazıları Erken Tunç Çağı'nda (İÖ yaklaşık 3000 yılları} yanarak yok olmuşlardır. Bunlar efsanevi "havza şehirleri" olabilirler mi? 1976'da bu kentlerin Suriye'deki Ebla'da bulunan Erken Tunç Çağı tabletlerinde yer aldıkları saptanmıştır. Bu keşif, kentlerin tarihi varlıklarını doğrulamakta mıdır?

Konstantinos Politis 1990'larda Safi yakınlarında Deyr'Ayn'Abata'yı kazmış ve ilk Bizans Hıristiyanları'nın Lût'un, Sodom ve Gomorra'nın yıkılmasından sonra Kitabı Mukaddes'te anlatılanlara göre, sığındığı mağara olduğuna inanılan mağaranın üzerinde inşa edilmiş bir kilise kalıntısı bulmuştur.

Erken ve Orta Tunç çağlan kalıntılarının bulunması da mağaranın Tekvin hikâyesinin geçtiği söylenen dönemde iskân edildiğini göstermektedir. Bu arada yakın çevrelerdeki kazılarda da benzer Orta Tunç Çağı eserlerine rastlanılmıştır.

Eski Ahit aslında bir ahlaki rehberlik kitabı olarak görülüyorsa da, çağdaş arkeolojik ve jeolojik keşiflerin Sodom ve Gomorra hikâyesinin yer almış olabileceği fiziki ve tarihi mekânları doğruluyor olması gayet ilginçtir.

Keldaniler:





Tevrat’da sözü edilen Keldaniler de Mezopotamya topraklarında yaşamış, başkentlerinin Babil olduğu bilinen çok eski bir etnik topluluk. Halen de nüfusları azalmakla birlikte bu bölgede varlıklarını sürdürmekteler. Tarihsel süreç içinde bir kısım Keldaniler, Doğu Hıristiyanlığının bir mezhebi olan Nasturiliği benimsemişler ve Nasturiler olarak da anılmaktalar. Bilinçli veya bilinçsiz, bu ayırım zaman zaman gözden kaçırıldığı için Keldani ve Nasturi isimleri aynı topluluğu tanımlamak icin kullanılıyor. Oysa Keldani terimi etnik bir ayırımı belirtirken, Nasturi ise dinsel bir ayırımı belirtiyor. Nasturiler dışındaki Keldaniler ise Katolik kilisesine bağlı Hıristiyanlar. Bu topluluklara dair araştırmalar da esasen dinler tarihinin konusunu oluşturuyor.






Ülkemizde çok az tanınan Keldaniler ile ilgili olarak ilahiyatçı Kadir Albayrak tarafından kaleme alınan ve 1997 yılında Vadi yayınlarınca basılan ‘Keldaniler ve Nasturiler’ yukarıda sözü edilen bu dinsel ayırımı inceleyen bir eser. Tarihsel süreçde Keldanilerin orijinleri hakkındaki teoriler, dilleri ve dillerinin gelişimi, Hıristiyanlığı kabul ettikten sonraki dönemdeki ibadetleri, inançları ve inançları nedeniyle uğradıkları ayrımcılığa değiniliyor. Kitapta Keldani nüfusun Türkiye’deki ve dünyadaki dağılımına dair bilgiler de var. Türkiye’den başka, İran, Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Rusya, Hindistan, Fransa, A.B.D. ve değişik birçok Avrupa ülkesinde de dağınık olarak bulunuyorlar. Türkiye sınırları içinde ise Diyarbakır, Mardin, İstanbul, Bitlis, Mersin, Maraş, Urfa, Siirt, Van Hakkari’de de yerleşik durumda bulunan Keldani nüfus giderek azalmakta. Ayrıca yapılan sayımlarda mezheple ilgili soru sorulmadığı için Hıristiyan nüfus içinde değerlendirildiklerinden sayıların ne kadar sağlıklı olduğu da şüpheli. Osmanlı Devleti zamanında en fazla 80000 olduğu düşünülen Keldani nüfusun 1. Dünya Savaşında verdikeri bağımsızlık mücadelesi nedeniyle önemli ölçüde azalarak 40000 kişiye indiği sanılıyor. 1989 yılında Kuzey Irak’tan gelen göçle, pek çok Keldani’nin de Türkiye’ye giriş yapığı biliniyor. Ancak, o günden bu güne Avrupa ülkelerine yoğun bir şekilde göçmüşler.


Keldaniler’in, matematik ve astrolojide gelişmiş bir kültür oldukları tarihi bilgiler arasında yer alıyor. Bu bilgilere göre, Keldaniler yılı 365 gün, 6 saat, 11 dakika olarak saptamış, yılı da ayın devrine bakarak bazıları 29 bazıları 30 gün olmak üzere 12 aya bölmüş, ortaya çıkan altı saatlik farkı da 6 yılda bir 30 günlük bir ay ilave ederek gidermişler.
Tevrat’da yer alan anlatımlar ve konuştukları dilin kökeni ile ilgili yapılan araştırmalar, Keldanilerin geçmişleri M.Ö.2000 yıllarına kadar uzanan Asur kökenli bir etnik topluluk olduklarına değgin en güçlü kanıtı oluşturuyor. M.S. III. yy’dan başlayarak Hıristiyanlığın Mezopotamya’da yayılmasıyla birlikte Doğu Hıristiyanlığı’nın gelişimi de başlamış. Edessa (Urfa) din okuluna bağlı Hıristiyanlar ile Roma-Bizans kilisesi arasındaki görüş ayrılıkları sonucunda 4.yy. sonunda bir kısım Keldaniler Nasturiliği benimseyerek Doğu Hıristiyanları arasında yer almışlar. Doğu Hıristiyanlığı içinde yer alan diğer mezheplerse Süryanilik ve Yakubilik. Burada kısaca Doğu Hıristiyanlığı ile Roma kilisesi arasındaki temel görüş ayrılığına değinmekte yarar var. İki kilise arasındaki görüş ayrılığı İskenderiye Kilisesi ile Antakya Kilisesi arasındaki İsa’nın tanımlanmasında odaklanmakta. İskenderiye Kilisesi İsa’yı Tanrı’nın oğlu ve Meryem’i de Tanrı’nın annesi olarak kabul ederken, Antakya kilisesinin takipçileri İsa’nın ilahi karaktere sahip bir insan olduğunu savunuyorlar. Ayrılıkların giderilebilmesi için 431 yılında toplanan Efes Konsülünde de bir uzlaşma sağlanamayınca çeşitli karşıtlıkların ortaya çıkışı engellenemiyor. Bu arada yapılan baskılara ve Antakya Okulunun kapatılmasına rağmen Urfa okulu ve o da kapatıldıktan sonra Nusaybin’de Doğu Kilisesinin öğretileri sürdürülmüş. Zamanla Nasturiler daha sonra pek çok ülkeye yayılırlarken, Keldanilerin bir kısmı da Roma’nın otoritesini kabul etmiş.

Keldaniler, Diyarbakır ve Mardin’de Kiliselerinin vakıflarını da kurmuşlar ancak, cemaatteki azalma nedeniyle bu kiliseler işlerliklerini kaybetmişlerdir. Ayrıca İstanbul da Keldanilerin göçettiği bir ilimizdir ve burada da bir vakıf kurulmakla birlikte yine cemaatin çok küçük olduğunu belirtmek gerekiyor. Nasturi inancına bağlı olan Keldaniler ve Katolik kilisesine bağlı olan Keldanilerin ayin usullerinin de diğer Hıristiyan ayinlerinden farklılıklar taşıdığı bilinmekte. Mezopotamya ve Anadolu kültürlerinin dinsel kültürlerle de etkileşim içinde olmaları kaçınılmaz.

Anlatılanlardan da anlaşılacağı ve diğer pek çok etnik ve dinsel kimlikler için de olduğu gibi Keldanilerin kimlikleri günümüzde de araştırmacılar arasında tartışma konusu olmaya devam ediyor. Tarihsel süreçte, Keldaniler, Hıristiyan olarak anılmış, Araplar ve Kürtler tarafından dışlanmış, Oysa ki tarihte yine bu bölgede yaşamış oaln Yezidiler ve Keldanilerin Kürtler tarafında dışlandıklarına ve baskılarla karşılaştıklarına dair yorumlar var. Son yıllarda ise bölgedeki bağımsızlık iddiaları nedeniyle değişik etnik ve dinsel kültürleri Kürt olarak nitelendirmeye yönelik yoğun çabalar var. Göç etmeyi kolaylaştıran bu iddialar da bu topluluklar arasında ilgi görüyor.

Keltler:

Zaman: İÖ 600-İS 100
Mekân: Avrupa

Belki de geçmişin ve günümüzün bir avuç bilimadamı dışındakilerin çoğu için "Kelt"... içine herhangi bir şeyin konulacağı ve herhangi bir şeyin çıkarılabileceği bir tür sihirli torbadır... Ünlü Kelt alacakaranlığında her şey mümkündür ve bu tanrılarınkinden çok mantığın alacakaranlığıdır. J. R. R. TOLKİEN, 1963.

Günümüzde bizler Keltler'i Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyıları halklarından biri olarak düşünürüz ama Keltler bir zamanlar (İÖ 2. binyıl ile İÖ 1. yüzyıl arasında) Avrupa kıtasının en çok yerine dağılmış insanlarıydı. Tarihte ilk bilinen Keltler'e İÖ 5. ve 6. yüzyılların Yunan tarihçilerinin yazılarında rastlıyoruz.

"Kelt" terimi (Yunanca Keltoi, Latince Celta, çoğulu Celtae] ilk önceleri Yunan Massalia (çağdaş Marsilya) kolonisinin iç taraflarında yaşayan insanları tanımlamak için kullanılırdı. Terim daha sonra Latince Galli (Galyalılar) ve onunla ilişkili Yunanca Galatoi (Galatyalılar) kelimesiyle eşanlamlı olarak, İÖ 3. yüzyılda Atlas Okyanusu'ndan Karadeniz'e kadar geniş bir Avrupa kuşağına hâkim olup İspanya, İtalya ve Anadolu'da kolları olan güçlü bir insan grubunu tanımlamak için kullanıldı.

Klasik yazarlar bu kıta insanları ile Kelt ya da Galyalı olarak tanımlamamalarına rağmen Britanya ve İrlanda sakinleri arasında da yakın benzerlikler bulmuşlardır.





Bir tasvirde yenik düşen bir Kelt savaşçısı esir düşmek yerine karısını öldürdükten sonra intihar ediyor. Keltler bu tür eylemlerin kendilerine herhalde öteki dünyada şerefli bir yer sağlayacağını düşünüyorlardı. Türkiye Bergama'dan, İÖ 3. yüzyıl Helenistik orijinalinden Roma kopyası.






KELT KİMLİĞİ

Klasik çağdakiler için bu insanları birleştiren şey, ortak gelenek ve inanç ve hepsinin üstünde de ortak bir dildi. Çünkü bu insanlar şimdi büyük Hint-Avrupa diller ailesinin bir parçası olan ve şimdi Kelt Dilleri denilen bir dili konuşuyorlardı. Bu dillerin çağdaş temsilcileri Galce, Brötonca, İrlanda Dili ve İskoç Galce'sidir, ancak eski ve hatta daha yakın tarihi zamanlarda başka Kelt dillerinin de konuşulduğu bilinmektedir.

Kıta Avrupası'nın Keltçe konuşan insanlarının hepsinin değilse de bir kısmının kendilerini Kelt diye tanımladıkları bilinmektedir. Ancak, Britanya ve İrlanda halklarının kendilerini böyle adlandırdıklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Bu durum Kelt kimliğini, çağdaş Britanya'nın arkeolojisinin en tartışmalı konularından biri yapmıştır: Britanya ve İrlanda'nın tarih öncesi sakinleri, kendileri ya da çağdaşları kendilerini öyle adlandırmamış olsalar bile, Keltler olarak tanımlanabilirler mi?

Kelt Dilleri, herhalde 5000 yıl önce gelişmeye başlamıştır. Yakın zamanlara kadar bunların Orta Avrupa'nın küçük bir bölgesinde ortaya çıkıp sonra göç dalgalarıyla yayıldıklarına inanılıyordu. Batı Avrupa, Britanya ve İrlanda'da tarihöncesi büyük göçler konusunda arkeolojik ve genetik kanıtlar bulunamadığı için, bu görüş artık evrensel kabul görmemektedir. Bunun yerine ortaya uzun vadeli etnik ve kültürel süreklilik tablosu çıkmıştır ki, bu da Britanya ve İrlanda tarihöncesi hakkındaki çok uzun zamandır devam eden varsayımların yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur.

Britanya ve İrlanda'da kendilerine Kelt adım veren eski insanlar yaşamadığı gibi, kıta Keltler'inin adalara büyük çaplı göçleri de olmamıştır. Bu durumda Keltler'i, Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çıkarmak sözkonusu olmuşsa da, günümüz Keltler'i buna şiddetli bir tepki göstermişlerdir: Öyle ya, eğer geldiğinizi iddia ettiğiniz tarihi topluluklar Kelt değillerse, Kelt olmak ne anlama gelmektedir? Bu konuda etnik temizlik suçlamaları bile yapılmıştır.

Şu halde Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çı-karmayacaksak, Keltler'i nasıl tanımlamalıyız? Etnik kimlik temelinde kültürel olduğu için eski Keltler'i genetik bir toplum (bir "ırk") olarak tanımlayanlayız. Genetik araştırmalar Avrupa halklarında binlerce yıllık önemli bir süreklilik göstermiştir. Kimlikler değişmiş ama halk büyük ölçüde aynı kalmıştır.

Daha iyi bir yaklaşım, eski Keltler'i, Kelt Dilleri konuşan topluluklar olarak tanımlamak olacaktır. Kendilerine ne ad verirlerse versinler, Britanya ve İrlanda halkları geç tarihöncesi dönemde -hepsi değilse de, çoğu- Kelt dilleri konuşuyordu. Britanya ve İrlanda tarihöncesinin göç temelli yorumları bir kenara atılırsa o zaman adaların Kelt dillerinin ilk geliştiği yerler olduklarını söylemek mümkündür. Zaten bu dillerin adaya ticaret aracılığıyla ya da fatih bir aristokrat seçkinler yoluyla geldiğini gösteren pek fazla kanıt da yoktur.



İngiltere'de Dorset'te Hambledon Tepesi. Bunun gibi savunulan tepe kaleler, önemli reislerin ikametgâhları ve savaş zamanında kabilenin sığınağı olarak hizmet görüyordu.

BİR EFSANE DOĞUYOR

Eğer eski Keltler antik dünyanın muammaları arasındaysa, bunun nedeni modern romantiklerin onları oraya koymuş olmasıdır. Modern arkeolojinin doğumuna kadar eski Keltler konusundaki tarihi bilgi Klasik Roma ve Yunan yazarlarının eserlerine dayanıyordu ve bunlar da onlardan korkuyla, nefretle ve hor görmeyle söz etmişlerdi. Bu yazarlar eski Keltler'i güçlü bir rahip sınıfı olan mağrur savaşçı bir ırk olarak gösterirler.

Kelt savaşçıları disiplinsiz ve haşin, yemeye içmeye düşkün, şerefleri ve statüleri açısından kıskanç insanlardı. Şiir ve kelime oyunları takdir edilirdi, Druidler'in rahip sınıfı yalnızca tanrılarla aracılar olarak değil, yirmi yıllık çıraklık dönemlerinde ezberledikleri kabile gelenek ve yasalarının bekçileri olarak da saygı görürlerdi, hepsi etkinlik ve güce sahiptiler.

Druidler, ayinlerini kutsal meşeliklerde yaparlar, insan kurban ederlerdi. Çizilen bu tablonun amacı, Keltler'i Yunan ve Roma uygarlığının düzenli dünyası karşısında küçük düşürmekti. Ancak zamanla birlikte değerler de değişir.

18. yüzyıl sonlarında Avrupa tarihinin en etkili kültürel gelişmelerinden biri başladı: Romantik hareketin başlangıcı, bilimsel rasyonalizmin karşı konulmaz yükselişine karşı entelektüel bir başkaldırı. Romantikler için Romalılar'ın ve Yunanlılar'ın kötülük olarak gösterdikleri şeyler erdemdi. Keltler'in şiddete düşkünlükleri ve disiplinsizlikleri tutkulu bir bağımsızlık ve bireycilik, körinançları ruhsallık ve doğa sevgisi oldu.

Çoğunlukla Ortaçağ'ın İrlandalı keşişleri tarafından kaydedilmiş Kelt efsane ve folkloru hakkındaki yeni bilgiler, Klasik klişeye bir başka dünya havası verdi ve buna zamanla "Kelt alacakaranlığı" adı verildi. Aradan geçen iki yüzyılda Keltler'in kahraman, şair ve maneviyatçı -yani modern sanayi toplumunun antitezi- oldukları görüşü Kelt milliyetçileri ve "New Age" taraftarları gibi çok farklı insanlar tarafından hâlâ eleştirilmeden kabul görmektedir. Ancak bu eski Keltler'den çok, modern toplumun değerleri ve kaygılarıyla ilgili bir şeydir. Keltler gerçekte nasıl insanlardı?




Roma ordusuna şarap taşımak için kullanılan bu fıçıları Keltler icat etmiştir.






KELT GERÇEĞİ

Gelişmiş Kelt dünyasına, zirvede olduğu İÖ 3. ile 1. yüzyıllar arasında bakarsak Keltler'in çağdaşları Romalılar'dan, eski Yunanlılar'dan ve ilk Cermenler'den pek farklı olmadıklarını görürüz. Keltler bu sırada krallıklar, seçilmiş yargıçlar ve meclisler {"Senatolar") gibi Klasik dünyadakilere paralel siyasal kurumlar geliştirmişlerdi. Artık oppida adı verilen ve kimi tam gelişmiş kasabalar olan iyi planlanmış yerleşim birimlerinde yaşamaktaydılar.

Yunanlılar ve Romalılar gibi Keltler de değiş tokuşun yerini nakit ekonominin aldığı bir sistemde para kullanmaktaydılar. Yazı da başlamıştı. Keltler teknolojik olarak o kadar çağdaştılar ki, Romalılar fıçı, gemi inşa tekniği, örme zırh ve lejyoner başlıkları tasarımı gibi onların yeniliklerinden çoğunu benimsemişlerdi. Keltler kesinlikle savaşçıydılar ve kelle avcılığı gibi bazı âdetleri kendilerine özgüydü.

Kelt toplumu yüksek derecede rekabetçiydi ve seçkinlerin prestij ve servet kazanmaları için savaş önemli bir alandı. Bu bakımdan çağdaşlarından hiç farklı sayılmazlardı. Roma imparatorluğu da genişlemesini aynı emeller peşinde koşan aristokratlara borçluydu.

Keltler'e ilişkin en eski arkeolojik kanıtlar, Avusturya'da Salzburg yakınlarındaki Hallsstut'ta bulunan İÖ 700 dolaylarından kalma kabile şefleri mezarlarıdır. Demir Çağı kültürünün ilk örneklerinden biri olan mezarlarda, Eski Yunanlılar'la ticaret sonucunda edinilmiş bronz ve çömlek kaplar gibi eşyalar bulunmuştur. Soyut geometrik desenler ile stilize kuş ve hayvan biçimlerinden oluşan, ayırt edici bir sanat üslubu olan La Tene kültürü de Keltler'in ürünüdür.

Keltler'in dini inançlarında öyle özel bir manevi-yatçılık yoktu. Korular, pınarlar ve nehirler gibi doğal yerlere saygıyı Cermenler, Yunanlılar ve Romalılarla paylaşmaktaydılar. Bu saygıları onları çevreleriyle insanlık tarihinde başkalarından daha uyumlu yaşamaya itmiş değildi: Tarım alanı açmak için Avrupa'nın ormanlarının büyük bir kısmını temizlemişlerdi.

Keltler de çağdaşları gibi, sanayi öncesi toplumlarda tek servet kaynağı olan toprağı işlemeleri karşılığında en çok şeyi almak isterlerdi. Druidler'in tapınması Klasik dinin resmiliğinden dünyalar kadar farklıysa da, İÖ 1. yüzyılda tapınaklar yapmaya başlamış olmaları onların da daha biçimsel tapınmaya döndüklerini göstermektedir, insan kurban etme uygulamaları da onları diğer çağdaşlarından ayırmamaktadır, ilk Cermenler'de de bu âdet vardı ve Romalılar'ın o kadar zevk aldıkları öldürücü gladyatör karşılaşmaları da bir cenaze töreninin parçası olarak başlamıştı.

Şu halde eski Keltler günün standartlarına göre gelişmiş, rasyonel ve çağdaş insanlardı. Onlar ne önyargılı Klasik yazarların barbarlarıydı ne de modern romantiklerin alacakaranlık kuşağı insanları. Roma tarafından fetihlerini (İÖ 3. yüzyıl - İS 1. yüzyıl) hem cazip hem pratik yapan şey de Keltler'in Roma sistemine kolayca uyum sağlayabilecek yapıda olmalarıydı.

Kelt dünyasının Roma hâkimiyetinden kurtulan tek yerinin -Kuzey Britanya ve İrlanda- aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan en az gelişmiş bölgeleri olması da ilginçtir.

Kennewick İnsanı:

Okyanus denizi amirali Kristof Kolomb, 1493'te İspanya sarayına bir grup Amerikan yerlisini getirdiği anda entelektüel tartışma da başlamış oldu. Bu garip insanlar kimlerdi? Anayurtlarına nasıl gitmişlerdi? Asya'dan Amerika'ya karadan mı yoksa denizden mi gitmişlerdi? Yoksa "bilinmeyen bir kaptan" Kolomb'dan çok önce Akdeniz'i ve arkasından Atlas Okyanusu'nu aşmış mıydı? Kızılderililer, kayıp kıta Atlantis'ten ya da İsrailoğluları'nın Kayıp On Kabilesi'nden hayatta kalanlar mıydı?

Beş yüzyıldır bilimadamları da, efsane yaratıcıları da insan geçmişi hakkındaki bütün tartışmaların bu en kalıcısı üzerinde hiç durmaksızın fikir yürütüyorlar.

1590 yılında Cizvit misyoneri Jose de Acosta, Amerika kıtasına ilk gelen Amerikalılar'ın Asya'dan "kısa deniz yoluyla" geldiklerini tahmin etmiştir ki, bu da Bering Boğazı'nın 1743'te Avrupalılar tarafından keşfinden iki yüzyıl önceydi.

Buzul Çağı'nda Atlas Okyanusu'ndan yapılan seyahatler ya da Avustralya'dan Güney Amerika'ya uzun kano seferleri gibi çılgınca iddialar dışında, artık pek az bilimadamı Amerika yerlilerinin Asya'dan geldikleri iddiasına karşı çıkmaktadır: Bilimsel tartışmalar artık ilk yerleşimin nasıl ve ne zaman yer aldığı konusunu ele almaktadırlar.

FOLSOM,CLOVİS VE CLOVİS-ÖNCESİ

1920'lere kadar pek çok uzman, ilk Amerikalılar'ın son 4000 yıl içinde kıtaya geldiklerini tahmin ediyordu. Ancak New Mexico'daki Folsom'da soyu tükenmiş bir bizonun kemikleriyle ilişkili sivri taş uçların bulunması, insanların Yeni Dünya'da en az 10.000 yıldır yerleşik olarak bulunduklarını kesin bir biçimde ortaya koydu.

1949'da Willard Libby tarafından radyonkarbonla tarih belirleme yönteminin bulunmasıyla, Folsom ile hatta daha eski Clovis Paleo-Kızılderili kültürlerinin kronolojisini daha sağlam bir zemine oturtmak mümkün olmuştur.

Günümüzde onlarca radyokarbon tarih testi, Kuzey Amerika'nın Clovis işgalini 13.500 ile 13.350 yıl öncesine götürmüştür ki, bu da Taş Devri insanlarının Buzul Çağı'nın sonundan birkaç yüzyıl sonra Yeni Dünya'ya yerleşmiş oldukları demektir. Hatta bu tarih belki daha eskiye de götürülebilir. Ama buradaki en büyük soru, bunun daha ne kadar erkene götürülebileceğidir.

Amerika'ya yalnızca çağdaş insanın, yani Homo sapiens sapiens'in yerleştiği konusunda herkes fikirbirliği içindedir. Yüz yılı aşan sıkı bir çalışma Neanderthaller gibi eski insanların izlerinin olmadığını ortaya koymuştur. Ancak bu gerçeğin dışında pek az konuda anlaşma vardır. Bilim adamları farklı düşünen iki gruba ayrılmıştır.

Azınlık grup, insanların 40.000 yıl kadar önce Asya'dan Alaska'ya geçtiğine inanmakta ve bu tür eski yerleşim için Kuzeydoğu Brezilya'da gayet tartışmalı kazıları göstermektedirler. Bu kuşkulu yer -Boqueirao da Pedra Furada- dışında 40.000 yıllık yerleşim konusunda herhangi bir arkeolojik kanıt yoktur.

Araştırmacılardan çoğu, daha sonraki bir tarihi, 13.500 yıl öncesini kabul ederler. Bunlara göre yerleşim geç Buzul Çağı'nda, deniz düzeyinin bugünkünden 90 metre aşağıda olduğu ve Sibirya ile Alaska'nın, şimdi batmış olan Beringia kıtasıyla birbirlerine hâlâ bağlı olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir.

Amerika'da Clovis-öncesi yerleşimi belgeleyen pek az arkeolojik alan vardır. Bunlardan en iyi bilineni Şili'nin güneyinde Monte Verde'dedir. Burada bulunan bazı ahşap kulübeler ve basit taş aletler 14.000 ile 13.600 yıl öncesinden kalmadır ki, bu da Clovis'ten biraz daha eskidir.

Aralarında güney Virginia'da Cactus Hill'in de bulunduğu bazı daha az tanınmış alanlar kronolojiyi biraz daha geriye götürebilirse de, iyi belgelenmiş geçmiş, burada sona ermektedir. İlk yerleşimin çok daha önce gerçekleşmiş olmaması için bir neden yoktur, ancak bu yerleşimcilerin sayısı çok az olduğu için arkalarında bıraktıkları arkeolojik "imzalar" da artık bulunamayacak kadar belirsiz olacaktır.

HANGİ YOL?

İnsanların Yeni Dünya'ya hangi yoldan geldikleri de tartışmalıdır. Yakın zamanlara kadar ilk yerleşimcilerin Alaska'ya Bering Kara Köprüsü'nün rüzgârlı ve çok soğuk step tundralarından geçerek girdiklerine inanılmaktaydı. Bunlar Alaska'dan, geç Buzul Çağı'nda ve hemen sonrasında Kanada ile Birleşik Devletleri örten büyük iki buz tabakası arasındaki dar ve buzsuz koridordan geçerek Kuzey Amerika'ya yerleşmişlerdir.

Paleo-Kızılderili yerleşim alanlarının çoğu Kuzey Amerika ovalarında bulunduğundan ilk yerleşimcilerin büyük hayvan avcıları olduğu ve bizon, mamut ve mastodon avlamaktan hoşlandıkları tahmin edilmektedir.

Yeni gerçekleştirilen arkeolojik kazılar, Paleo-Kızılderililer'in çeşitli yiyeceklerle beslenen çok değişik avcı-toplayıcı olduklarını gösterdiği için son zamanlarda bu senaryo eleştirilere uğramıştır. Aynı zamanda yeni jeolojik araştırmalar da Alaska'dan ovalara açılan buzsuz koridorun bitki örtüsüyle kaplı olmadığını ve bu nedenle insanların ya da hayvanların yaşamalarının imkânsız olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle ilk yerleşimciler eğer kıyı yolunu seçmeselerdi güneye inemeyeceklerdi.

Bu senaryoya göre ilk yerleşimciler Sibirya'dan Bering kıyılarını izleyerek gelmişler, oradan Alaska kıta sahanlığı boyunca doğuya ve güneye ilerlemişlerdir. Ne yazık ki böyle bir yolu belgeleyecek olan arkeolojik alanlar metrelerce suyun altında kalmıştır. Ama en azından kuramsal olarak, deri botları olan Buzul Çağı insanlarının, balıkları ve deniz memelileri avlayarak deniz düzeyi bugünkünden çok daha alçakken güneye gitmemeleri için hiçbir neden yoktur. Yollar üzerindeki anlaşmazlık, çözümlenememiş olarak günümüzde devam etmektedir.

Kennewick İnsanı'nın kafatası ve yüz hatlarının kafatası üzerine monte edilmişi. 9300 yıl öncesine ait ve yerli Amerikalılar'ın ilklerinden biri olan bu kafatası üzerinde büyük tartışmalar yapılmaktadır.

KENNEWİCK İNSANI

İlk Amerikalılar, bilimadamları arasında çok heyecan uyandıran muammalardan biridir. Washington'daki Benton County'de 1996'da Kennewick İnsanı'nın bulunmasıyla bu heyecan daha da artmıştır. Bir ırmak kıyısından bir insan kafatası ile bazı kol ve bacak kemikleri çıkarılmıştır.

Bu kemiklerin, ölüm zamanında 40-45 yaşında, yaklaşık 1,73 boyunda, aşınmış dişli, beyaz ırktan bir erkeğe ait olduğu tespit edilmiştir. Arkeolog James Chatters ilk başta çağdaş bir Avrupalı'yla karşı karşıya olduğunu sanmış, ancak yakın inceleme sonunda sağ kalçada iyileşmiş bir yara içinde bir tür ok başı bulmuştur.

Bunun üzerine yapılan radyokarbon testlerinde iskeletin 9330 ile 9380 yıl öncesinden kaldığı anlaşılmıştır. Bu kemikler, böylece Kuzey ve Güney Amerika'da bulunan en eski insan kalıntısını göstermektedir. Yapılan bilgisayarlı tomografi sonunda esrarengiz nesnenin yaprak biçimli bir taş ucu olduğu anlaşılmıştır.

ABD'nin Toprak İşleri Yönetimi, hemen bütün araştırmaları durdurmuş ve kemikleri federal yasalar uyarınca beş kabileye vereceğini ilan etmiştir. Bunun üzerine bir grup arkeolog Toprak işleri Yönetimi'ni mahkemeye vermiş ve bu da bilimadamlarını devletle ve Amerikan yerlileriyle karşı karşıya getirmiştir. Dava bu kitabın yazılması sırasında henüz bir çözüme kavuşmuş değildi.

Kennewick İnsanının iskeleti, bilimsel bakış açısından erken tarihi ve olağanüstü anatomik çizgileriyle büyük ilgi çekmektedir. İlk incelemeden çıkan sonuca göre, kafatası, yakın zamanların Amerika yerlilerinden çok, çağdaş Batı Avrupalıların kafatası yapısına benzemektedir.

Yakınlarda yayınlanan bilimsel bir raporda James Chatters, Kennewick İnsanının kemiklerinin, çağdaş Amerikan yerlilerinkinden, özellikle de Kuzey Amerika'nın kuzeybatısında yaşayan yerlilerinkinden önemli farklılıklar gösterdiğini belirtmektedir. Ancak Kennewick İnsanı, bilinen aynı yaşlardaki altı diğer Paleo-Kızılderili erkekle aynı ortak hatları taşımaktadır.

Bunların hepsinin kafatasları uzun, yüzleri geniş, burunları dar ile orta arasıdır. Uzak kuzey insanlarının karakteristiği olan daha uzun düz yüzler ve daha kısa kol ve bacakları değil de, tropik kökenin izlerini gösterirler.

Kennewick İnsanı daha uzundur, yüzü daha çıkıktır ama genel olarak yüz hatları sıradışı değildir. Ölüm yaşı bile 32 ile 45 yaşlarında ölen Paleo-Kızılderili erkekler için gayet normaldir. Kennewick İnsanı'nın iskeleti, Kuzey Amerika'nın ilk insan yerleşmesinin sandığımızdan daha karmaşık olduğunu, küçük Taş Devri gruplarının Kuzey ve Güney Amerika'ya Buzul Çağı sonlarında ya da hemen sonra uzun bir zaman dilimi içinde küçük gruplar halinde girdiklerini göstermektedir.

İlk Amerikalılar'ın kim oldukları ve nereden geldikleri muamması, nüfusun çok az ve kamp yerlerinin geçici olması nedeniyle, geçmişin en büyük bilmecelerinden biridir. Burada asıl heyecan veren, erken Avrupalı iskânı ya da Kuzey Atlas Okyanusu üzerinden Buzul Çağı sırasında yapılan göçler değil, arkeolojik, biyolojik ve dil ipuçlarının oluşturduğu bu en dağınık problemi çözebilmenin meydan okuyuşudur.

Kiklad Uygarlığı:

Kiklad Uygarlığı, (diğer adları ile Kiklad Kültürü, Kikladik Periyot) Ege Denizi içinde kalan, bugün Tavşan Adaları olarak adlandırılan, adalarda yaşayan Kikladlar'ın M.Ö.3000-M.Ö.2000 yılları arasında, Erken Tunç Çağı'nda kurdukları medeniyet.

Köken
Yapılan tüm kazı ve araştırmalarda bulunan eserler, belirli bir çağa geldikten sonra ortaya çıkmış eserlerdir. Bulunan öğelerin hiçbiri bize hemen hemen Kikladların ne zaman, nereden buralara yerleştiği hakkında bilgi vermez. Bir çok tarihçi, Kikladların, Yunanistan topraklarına ve adalara başlayan göç hareketi sırasında buralara Anadolu'dan geldiği konusunda birleşir. Bir kısım tarihçiyse, Kikladlar'ın Truva şehirleri ile bağlantılı olduğu görüşünü savunur.
Bir başka görüşse adaların, Kikladlar'dan da önce, Karyalılar'ın bir kolu olan kavimlerce bilindiği ve Delos Adası'nda onların yaşadığı yönündedir. Fakat bu hipotez 1965 - 1965 yıllarında gerçekleştirilen kazılarda çürütülmüş, bahsedilen tarihlerde adada Kikladlar'ın çoktan yerleşmiş olduğu saptanmıştır.

Tarih
Geç Cilâlı Taş Devri'nde Kiklad Uygarlığı'nın en önemli özelliği, güneyde Girit'te doğacak olan Orta Tunç Çağı Minoan Uygarlığı'ndan çok önce yapılmış, yaşadıkları adanın saf beyaz mermerlerinden imâl edilmiş düz kadın tanrıça heykelleridir. Fakat bu eserler 20. yüzyıldan beri mezarlardan yağmalanarak pazarlanmaktadır.

Kiklad kültür ve uygarlığı zamanın değiştirici etkilerine ve toplumu şekillendiren olayların oluşuna göre üç ana bölüme ayrılarak incelenir. Erken, Orta ve Geç Kikladik Uygarlık olarak adlandırılan bu üç bölümden Erken Kiklad Dönemi M.Ö. 3000'lerde başlamış ve M.Ö. 2000'lere gelindiğinde Kiklad kültür ve Uygarlığı son demlerini yaşamış, Minoan Uygarlığı ile köklü bir kültürel etkileşime girmiştir. Ve bu nedenle M.Ö. 2000'li yılların Kiklad Uygarlığı'nın kültürel olarak mı yoksa kronolojik olarak mı bittiği konusunda görüş ayrılıkları vardır. Etkisi altında kalınan kültüre göre yapılan sınıflandırma aşağıdaki gibidir:

Arkeolojik Bulgular
Kiklad Uygarlığı alanında 1880'lerde gerçekleştirilen ilk kazıları, Atina'daki British School ve 1898 yılında Tavşan Adaları'nda birçok toprak altında kalmış şehirlerde bulunan mezarları bularak döneme Kiklad Uygarlığı adını veren Konstantin Tsountas tarafından yapılan sistematik kazı çalışmaları izlemiştir. Bu kazı çalışmaları eserlerin eski tarihlerde keşfedilip duyulmasının ardından yapılan en büyük kazı çalışmasıdır. Uzun zaman toprak altında gizli kalmış olan tüm heykel ve değerli eşyalar, ilk keşfedildikten sonra, gerek denetimsizlik gerek ise Osmanlı Devleti'nin bilinçsizliğinden dolayı yurtdışına kaçırılmış ve bir kısmı bulunmuş olan eserlerin bazı parçaları bu kaçırılmış eserler nedeni ile eksik kalmaktadır.

Kiklad Şehirleri
Kikladlar'ın hayatı yerleşik yaşam üzerine kuruluydu ve taş evlerde yaşarlardı. Yapılan kazılardan elde edilen verilere göre evlerin geneli birbirine bağlantılı iki odadan oluşurdu ve evler dikdörtgen biçimliydi. Daha sonraki kazılardan elde edilen bilgiler ise Kiklad evleri hakkında daha detaylı bilgi verir. Buna göre evlerin duvarlarındaki köşeli kesme taşlar oldukça pürüzsüz hepsi aynı boyutlardaydı. Kiklad şehirleri geleneksel Yunan şehircilik kültüründe olduğu gibi koruma amacı ile inşâ edilmiş güçlü surlar ile çevriliydi. İki bölümden oluşan tek bir duvar olan bu surların ikinci kısmı alçak, şehrin dışına bakan, ön kısmı ise yüksek olurdu, askerler alçak olan ikinci kısımda gözcülük yapardır. Bunun haricinde surların belirli noktalarında konuşlandırılmış kulelerde vardır.

Din ve İnanış
Arkeolojik bulguların azlığı nedeni ile Kikladların kültürünün genelinde olduğu gibi, dinleri hakkında da kesinliği kanıtlanmış fazla bilgi yoktur. Girit uygarlığında pek çok dinî mabet ve idol bulunmasına rağmen, Kikladların yaşam alanlarında, adalarda, sadece birkaç bulgu vardır. Yapılan kazılarda devâsâ bir kaya kütlesinin altındaki bir mağarada seramik parçalar ve bardaklar bulunmuştur, içinin yapısına ve içinde bulunan parçalara bakıldığında buranın genelde bulunan ev türünden çok farklı olduğu görülmüş ve dinî bir mabet olduğu saptanmıştır. Bu bölgeye yakın bir başka yerde daha seramik objeler bulunmuş ve ara vermeden yapılan kazılarda dinî yapı olduğu sanılan yerin çevresinde içleri değerli eşyalar ile dolu mezarlarda keşfedilmiştir. Kikladların gün yüzüne çıkarılmış olan çoğunluğu kadın figürüne sahip mermer heykelleri de Kikladların muhtemelen genel Yunan kültüründe olduğu gibi çoktanrılı bir dinleri olduğunu gösterir.

Lemuria:

Lemuria, bir zamanlar Hint veya Pasifik okyanusunda bulunduğu varsayılan kayıp bir kıta için kullanılan varsayımsal terimdir.

Teori olarak ortaya atılmasının nedeni, biyolojik coğrafyadaki kopukluklardır. Lemur maymunları bugün sadece Madagaskar ve çevre adalarda yaşamaktadır. Fakat Pakistan ve Malezya gibi ülkelerde lemur fosilleri bulunmuştur. Buna karşın Afrika ve Ortadoğu’da hiçbir lemur izi yoktur. İşte bu durum, Lemuria adı verilen kayıp kıta teorisine yol açmıştır. Jeolojist Philip Sclater, Madagaskar ve Hindistan’ın bir zamanlar aynı kıtanın parçaları olduğunu öne sürmüştür. Daha sonra pek çok Darwinci biyolog, fosil zincirindeki eksiklikleri Lemuria’ya ya da benzeri kayıp kıta veya kıtalara bağlama eğilimi göstermişlerdir.

Modern tektonik plakalar ve kıtaların sürüklenişi teorileri, Lemuria varsayımını büyük ölçüde geçersiz kılmıştır. Fakat buna rağmen teori, gizemci akımlar içinde yaşamını devam ettirmektedir. Ayrıca Tamiller ve bazı Hint topluluklarında da böyle bir inanış bulunmaktadır.

Lemuria, yazılı pek çok kayıtta geçmekle birlikte hepsinde içeriğin niteliğine göre farklılıklar göstermektedir. Ortak olan tek yön, bu kıtanın antik zamanlarda var olup sonradan bir afet sonucunda okyanusun sularına gömüldüğüdür.

Lemuria’nın okült ve gizemci yazına ilk girişi Helena Blavatsky’nin vasıtasıyla olmuştur. Blavatsky, 1880’lerde kendisine Mahatmalar tarafında Dzyan Kitabı (Book of Dzyan) adında Atlantis öncesi döneme ait antik bir kitabın gösterildiğini iddia etmiştir. Blavatsky’nin karmaşık kozmolojisine göre yedi adet Kök Irk’tan üçüncüsü Lemuria’da yaşamaktaydı. Bu ırk hermafroditti, yani fertler hem eril hem de dişil özellikler gösteriyor ve yumurtlayarak çoğalıyorlardı. Lemurialılardan önceki ikinci kök ırk ise, Hyperborea adı verilen efsanevi kuzey ülkesinde yerleşikti.

Blavaktsy’ye göre, memelilerin yaratılışından sonra Lemurialılardan bazıları canavarlaştılar. Buna kızan tanrılar Lemuria’yı yerin dibine batırarak Atlantis üzerinde akıl sahibi dördüncü kök ırkı yarattılar.

1894 yılında Frederick Spencer Oliver, İki Gezegende Yerleşik Bir Adam (A Dweller on Two Planets) adlı kitabında Lemuria adı verilen batık bir adadan kalan canlıların Kaliforniya’daki Shasta dağında yaşadıklarını iddia etti. Beyaz kıyafetler giyen bu insanlar dağın içindeki tünellerde yaşıyor ve çok nadir yüzeye çıkıyorlardı. Bu görüşü savunmaya devam eden çok okült akım olmuştur.

Tamil inanışında geçen batık krallık Kumari Kandam’ın Lemuria ile ilişkilendirilmiştir. Tamil kültüründeki Cilappatikaram ve Manimekalai efsanelerinde güneyde yer alan ama şu an sular altında olan ülkelerden gelmiş Dravidyenlerden bahsedilmektedir. [1]

Therion - Lemuria

''okyanusta,derinliklerde
öfkeli dalgaların altında,anılara sarılmış,bulacaksın
gemi enkazları,yollarını şaşırmışlardı

kaptan, buldun mu
MU kıtasını,denizcilerin Eldoradosu'nu?
veya düşlerde battın mı veya Sirenlerin senfonisinde
gemini kaybettin mi?

denizciler denizde yol alırken
Lemuria'nın rüyasının doğru olduğunu gösterirler
bir kıta kayboldu o tekrar bulacak
anemon çiçeğinin şarkısının derinlerden gelen çağrısını dinle
gemiye girmeye cesaret eder miydin
deniz dibindeki dünyanın aşağıdan gelen sesini dinle
Mu kıtası yıldızlara yakın
denizin kollarında hipnotize olmuş yaşayacaksın

Narayana'nın çağrısı
Lemuria'nın üstündeki yedi baş,yüksel







denizciler denizde yol alırken








Lemuria'nın rüyasının doğru olduğunu gösterirler
bir kıta kayboldu o tekrar bulacak
anemon çiçeğinin şarkısının derinlerden gelen çağrısını dinle
gemiye girmeye cesaret eder miydin
deniz dibindeki dünyanın aşağıdan gelen sesini dinle
Mu kıtası yıldızlara yakın
denizin kollarında hipnotize olmuş yaşayacaksın.''

Mağara Resimlerinin Sırrı:

Zaman: 20 bin-10 bin yıl önce
Mekân: Batı Avrupa

Ey sen, sessiz şekil, sen de şaşırtma bizi
Sonsuzluk gibi.
JOHNKEATS, 1819

Jean-Marıe Chauvet ile iki arkadaşı 1994 yılının Aralık ayında Fransa'nın Ardeche Bölgesi'nde mağaralarda araştırma yapmaktaydılar. İnsanlığın ilk resimlerini bulmayı umuyorlardı ama o ana kadar fazla bir başarı elde edememişlerdi. Hepsi de Üst Paleolitik Dönemin (40 bin -10 bin yıl önce) görkemli yeraltı resimlerini ve Lascaux, Niaux ve diğer ünlü yerlerin resimlerini biliyorlardı. Ancak Ardeche Irmağı'nın üzerindeki tepenin derinliklerinde bulacakları şeye hiç de hazırlıklı değillerdi.

Bir yamacı tırmanınca küçük bir kaya çıkıntısına rastladılar. Arka tarafında bir moloz yığını vardı. Taşları dikkatle yoklayarak bir hava akımı aradılar.

Evet, bir hava akımı hissedebiliyorlardı. Heyecanla düşmüş taş ve toprağı kaldırınca tepenin derinliklerine inen dar bir tünel gördüler. Uzun uğraşlardan sonra geniş ve parıltılı bir yeraltı odasına indiler. Gözlerine ilk çarpan şey duvardaki kırmızı bir insan eli izi oldu: Biri çok ama çok uzun zaman önce o mağarada bulunmuştu.

Biraz ilerleyince at, aslan, bizon, suaygırı ve artık soyu tükenmiş olan tüylü mamut resimleriyle karşılaştılar. Bunlardan bir kısmı boyanmış, bir kısmı mağaranın çamur duvarlarına kazınmıştı. Karanlığı delen lambalarının ışığında mağara ayılarının iskeletleri, ateş yakılan ocaklar, meşalelerini duvarlara dayamış insanların bıraktıkları izler göründü. Araştırmacılar kendilerini kayıp ve belki de kutsal bir dünyaya tecavüz eden insanlar gibi hissediyorlardı.









CEVAPLANMAYAN SORULAR










Şimdiki adıyla Chauvet Mağarasının bulunması 20. yüzyılın en büyük arkeolojik keşiflerinden biriydi. Ancak pek çok arkeolojik keşif gibi bu da yanıtlaya-bileceğinden çok soru yaratmıştı.

Çıplak ayakizleri çamurda hâlâ belli olan bu insanlar bu karanlık yere ne zaman girmişlerdi? Resim yapmak için neden bu kadar derini seçmişlerdi? Bu esrarengiz yeraltı faaliyeti bugün "sanat" adım verdiğimiz şeyin kökeni miydi? Bu mağara resimleri ile Üst Paleolitik alanlardaki kazılarda çıkarılan küçük heykelcikler ve kemik, boynuz ve fildişi parçaları üzerine kazınmış figürlerle nasıl bir ilişki içindeydi? Bu sorular daha önce de sorulmuştu ama şimdi yeni bir aciliyet kazanmış oluyorlardı.

Chauvet resimlerinin yaşını saptamak nispeten kolaydı. Siyah boyadan alınan karbon örnekleri radyokarbon tarihleme yöntemiyle analiz edildi. Chauvet resimleri 720 yıl yanılma payı ile 32.410 yıl öncesine aitti. Çok gelişmiş resimler olmalarına rağmen bunlar bugüne kadar bulunmuş en eski resimlerdir.

Batı Avrupa'da Neanderthaller'in ardılları olan tam çağdaş insanın ilk görünmesine yakın yapılmışlardı. Bu nedenle yeni -ve şimdiye kadar yanıtlanmamış- bir soru daha çıkmıştı: "Sanat" uzun bir gelişme dönemi olmadan tam olarak biçimlenmiş ve gelişmiş olarak mı başlamıştı? Ve resimler neden derin mağaralarda yapılıyordu?

Mağara resimlerinin en güzel örneklerine daha çok Avrupa'da, özellikle de Kuzey ispanya ile Güney Fransa'nın dağlık kesimlerinde rastlanmakla birlikte, Türkiye sınırları içindeki en güzel mağara resmi, Antalya yakınlarındaki Katran Dağı'nda bulunan Öküzini Mağarası'nın girişindeki kazıma boğa resmidir.

BÜYÜK "NEDEN?" SORUSU

Yüz yıl önce araştırmacılar o zaman bilinen birkaç Üst Paleolitik Dönem resminin "yalnızca" sanat sanat içindir ilkesine göre yapıldığını ve resim yapmanın kaya duvarlara rastgele çiziktirmeler yapmaktan doğan bir zaman geçirme aracı olduğunu iddia etmişlerdi. Ancak insanların kırsalda gördükleri hayvanları çizmek için öyle büyük güçlüklerle emekleyerek, sürünerek ve tırmanarak mağaralarına girdiklerini düşünmek güçtü.

Sonra "sanat sanat içindir" kavramının "basit" olup olmadığı da haklı olarak sorgulanmıştı. Gerçekten de pek çok sanat tarihçisi, "sanat sanat içindir" diye bir şey olduğuna inanmıyordu. Sanat her zaman toplumsal bir çerçeve içindeydi ve bir amaca yönelikti.

Bu tehlikeli yeraltı seferleri için bir açıklama gelmekte gecikmedi. Fransız araştırmacısı Salomon Reinach, bunun nedeninin "iyilikçi tılsım" olduğunu iddia etti. Ona göre insanlar avladıkları hayvanlar üzerinde üstünlük sağlamak için resim yapıyorlardı. Böyle bir faaliyetin esrara bürünmesi ve insanların yaşadıkları yerden uzakta yapılması mantıklıydı. Daha sonra aslan resimleri bulunduğunda zamanın önde gelen Fransız tarihçilerinden Abbe Henri Breuil, İnsanların bunları yırtıcı hayvanın gücünü kendilerine almak için yaptıklarını söyledi.

Araştırmacılar daha sonra, bu iyilikçi tılsım açıklamasının çok basit olduğunu hissetmeye başladılar. Bu tür açıklamalar, resimlerin çeşitliliğini açıklamıyordu ve çok farklı toplum türlerinde yaşayan insanlar arasındaki zayıf benzetmelere dayanıyordu. Ayrıca gün ışığına çıkmakta olan unsurları da açıklamamaktaydı. Örneğin, resimleri yapanların resmin çizgilerini tamamlamak için kayanın biçimini kullandıkları gerçeğinin bir açıklaması yoktu.

Abbe Henri Breuil'in eski bir öğrencisi olan Andre Leroi-Gourhan, 1960'lı yıllarda ortaya yepyeni bir açıklama attı. Bu antropolog Claude Levi-Strauss tarafından geliştirilen felsefi tutum olan yapısalcılığa dayanıyordu. Yapısalcılık, insan beyninin yapısı nedeniyle bütün insanların ikili zıtlıklarla düşündüklerini iddia eder. Böylece düşüncemizin temelinde kültür:doğa, sıcak:soğuk, aydınlık:karanlık, kutsal: kutsal olmayan, çiğdişmiş, vahşi:evcil, bizonlar ve erkek:dişi gibi zıtlıklar vardır.

Leroi-Gourhan bunlardan sonuncusu üzerinde durdu. Görüşlerini sade bir biçimde açıklamaya çalışırsak Leroi-Gourhan, Üst Paleolitik Dönem'in, bütün 20 bin yılı boyunca mağaraların erkek:dişi ilkesine göre düzenlenmiş organize sığınaklar olduğuna inanıyordu.

At gibi bazı hayvanlar "erkeklik", bizon ve Avrupa bizonu gibiler "dişilik" simgesiydi. "Dişi" türler mağaraların orta kısımlarında yer alırken "erkek" türler her yana dağılmışlardı. Aslan, ayı ve diğer tehlikeli hayvanlar ise mağaraların derinliklerinde bulunuyorlardı.

Araştırmacılar şimdiki kanıtların Leroi-Gour-han'ın bu iddiasını desteklemediğini iddia etmektedir: Resimler mağaralarda rastgele yerlere çizilmişlerdir. Sonuçta, Leroi-Gourhan da bu esrarı çözememiştir,

RUHLAR DÜNYASI

Günümüzde, yine insan beyninin "devrelerine" dayanan ve sorunlu ikili zıtlıkları işin içine sokmayan bir açıklama daha vardır. Bu, dünyada avcılık ve toplayıcılık yapan toplumların çoğunda, farklı türlerine rağmen, şamanizm adı verilebilecek bir inanç sistemi bulunduğu gözlemine dayanır. Şamanist bir toplum katmanlı bir kozmosa inanır: İnsanların yaşadıkları katman, altında ve üstündeki ruhların yaşadıkları dünyalar.

Samanların görevi ruhlarla konuşabilmek, hastaları iyileştirmek, hayvanların hareketlerini kontrol edebilmek ve havayı değiştirmek için bu katmanlara geçmektir. Bu geçişi sağlamak için değişik bir bilinçlilik durumuna geçerler. Bu durumlar hafif uzaklaşmalardan, derin translara ve rüyalara kadar değişir. Bu farklı durumda kimi zaman kendilerine güç veren ve ruhsal dünyada rehberlik yapan bir hayvan-yardımcıyla ilişki kurarlar.

Şamanist açıklamaya göre, Üst Paleolitik Dönem'de mağaralar herhalde alt dünyaya giden yollar olarak görülüyordu. Bunlara fiziksel olarak girmek, değişik bir ruhsal duruma psikolojik girişten farksız görünmüş olabilir. O öteki dünyada şamanlar hayvan-yardımcı ruhlar arayacaklardı. Meşalelerinin titrek ışığında görerek ve dokunarak, onlar için kendileriyle ürkütücü ruh dünyası arasındaki "zar" olan duvarları yoklamışlardır.

Bir ruh-hayvan bulduklarına inandıklarında hayvanı zardan bu yana geçmesi için ikna etmişler, sonra da resim yapıcılar olarak hünerlerini kullanıp aslında bir görüntü olan şeyi kaya üzerinde "sabitleştirmiş"lerdir. Resim ile kaya arasındaki bu yakın ilişki, mağara duvarlarına çizilen pek çok resmin neden kaya yüzeyinin bir parçası olduğunu ya da neden kayadan çıkarmış gibi göründüğünü açıklar.

Diğer yandan bazı resimler o kadar büyük ve karmaşıktır ki, bunlar herhalde tek tek kişilerden çok gruplar tarafından yapılmış olabilir. O dönemde yaşayan insanlar bu gösterişli resimler karşısında, kendilerini mağaraların derinliklerinde bekleyen ve henüz ulaşamadıkları şeylere hazırlamış olabilirler.

Şamanizm, dinamik bir inanç ve ideoloji sistemiydi ve üstelik insanlar tarafından farklı toplumsal koşullar altında değiştirilebilirdi. Alt dünyaya girildiğine inanç gibi şeyler, herhalde Üst Paleolitik Dönem'de aynı kalmıştır, ancak binyıl devam ettikçe diğer unsurlar hiç kuşkusuz değişime uğramıştır.

Chauvet Mağarasının ve diğer yeraltı "galerilerinin ortaya attığı büyük soruların bazıları şamanist açıklamayla cevaplanmaktadır. Ama diğerleri, cevapsız kalmaya hâlâ devam etmektedir. Örneğin, bizon resminin anlamı atınkinden nasıl farklıdır?

Bir kemik parçasına yapılan at resmi ile yeraltındaki mağaraya çizilen at resmi farklı şeyler midir? Bunları bilemiyoruz. Keats'in, Yunan Vazosu şiirinde olduğu gibi sessiz görüntüler "bizi sonsuzluk gibi şaşırtmaktadır. Yine de Chauvet'de ve diğer resimli mağaralarda elimizi uzatıp ilk "gerçek insan"ın kayıp dünyasına -hemen hemen- dokunabiliriz.

Mayalar:

Orta Amerika'nın Kızılderili halkı. Kelimenin tam anlamıyla maya, Yucatan yarımadası yerlilerine ve onların anadillerine verilen addır. Bununla birlikte, eski maya medeniyeti. Mayaların kültür bölgesi veya maya-kişe dil gruplarını belirtmek gibi çeşitli ve geniş anlamlar da taşır.

Modern Yucatan Mayaları

Günümüzde, Mayalar etnik yönden, Yucatan yarımadasındaki nüfusun en büyük kısmını meydana getirirler. Fizik olarak kısa boylu (boy ortalaması: erkeklerde, 1,55 m; kadınlarda, 1,42 m'dir), kuvvetli yapılı, son derece yuvarlak kafalı, derileri bakır renginde veya siyahla koyu kahverengi arası, düz, kalın saçlı insanlardır. Birçoğunun gözlerinde epikantus vardır. Kültür yönünden, yerli hayat seviyesi köklü değişimlere uğramıştır: bu değişim, ilkin İspanyol fetih ve sömürgeleştirmesiyle, daha sonra da, batı sanayi medeniyetinin etkisiyle oldu. Bu etkenler yarımadanın doğu kısmında (Quintana Roo) çok daha az duyuldu. Bölge halkı sömürgeleştirme sırasında İspanyollara karşı ayaklandı ve büyük bir inatla geleneklerini korudu. 1847'de, Meksika'nın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Yucatan'ın, İspanyolların üç yüzyıldan beri sömürgeler kurdukları bölgelerde yaşayan yerliler, beyaz şeflerine karşı ayaklandılar (Kastlar savaşı). Ayaklanma 1850'de bastırıldığı zaman bir kısım halk Quintana Roo cengellerine kaçtılar ve burada 1901'e kadar silâhlı direnmeye devam ettiler. Hattâ bu tarihten sonra bile, Quintana Roo'nun iç kısımlarında yaşayan yerli topluluklar ayrı yaşama siyasetini sürdürdüler ve Federal hükümetin herhangi bir müdahalesine karşı koydular ve siyasi bakımdan geleneksel kabile teşkilâtına döndüler, fakat 1935'ten itibaren Meksika milletinin bir parçası olma eğilimini gösterdiler.

Eski Mayalar

Bölge, İspanyolöncesi maya medeniyetinin yayıldığı alan şu bölgeleri kapsar: bugünkü Guatemala ve İngiliz Hondurası'nın tümü; Batı Honduras; El Salvador ve Meksika'da, Chiapas ve Tabasco'nun doğu kısımları; Campeche ve Yucatan devletleri ve Quintana Roo bölgesi. Bu coğrafi alan, Avrupalıların keşfi sırasında maya-kişe dili konuşulan alanla hemen hemen aynıdır. Yalnız Huaxtec'ler (Huastec'ler) maya-kişe dil grubuna ait bir dil konuşmakla birlikte, ispanyolöncesi maya sahasının dışında kalırlar. Arkeologlar, Huaxtec'lerin dil yönünden akraba sayıldıkları Mayalardan, çok eski bir tarihte (belki M.Ö. 1000 yılında veya daha da önce) ayrıldıklarını ve huaxtec kültürünün diğer maya kültürlerinden geniş ölçüde farklı olduğunu ortaya koydular. Buna karşılık fetih sırasında, Guatemala'nın pasifik kıyılarında ve Lempa ırmağının güneydoğusunda El Salvador'da oturan Pipil'leri de eski maya alanına sokmak gerekir. Pipil'ler Orta Meksika'nın nahuatl dilinin değişik bir şekli olan nahuat dilini konuşurlardı. Bununla birlikte arkeologlar Pipil'lerin oturduğu bölgenin, Guatemala dağlık bölgelerinin ve Batı Honduras'ın tarihiyle yakından bağlantılı olduğunu ispatladılar. Hem coğrafya, hem tarih açısından Maya'yı üç kısma ayırmak mümkündür:

1. Kuzey Maya, 18 derece 30' kuzey enlemini geçen Yucatan yarımadasını kapsar;
2. Merkezi Maya, bu çizginin güneyindeki ovalar ve dağ etekleriyle Chiapas-Guatemala dağlık bölgelerinin kuzeyini kapsar;
3. Güney Maya, Chiapas Guatemala dağlık bölgelerini, Guatemala'nın pasifik kıyılarının batısına düşen kısmını içine alır.

Kültür yönünden Maya, etnologların Meso-Amerika adını verdikleri geniş kültür alanının güney kısmını teşkil eder. Meso-Amerika, Merkezi ve Güney Meksika'yı, İngiliz Hondurası'nı, Guatemala'yı, Batı Honduras'ı ve El Salvador'u kapsar. Bölgesel ayrılıklara rağmen, İspanyolöncesi devirlerde Maya'da gelişen medeniyetler temel olarak yerleşik tarımın köklerini de kapsayan ortak bir kültürü paylaşır. Bu kültürün başlangıcı M.Ö. 1000 yılından öncesine kadar çıkar.

İlk Devirler

Botanikçiler Chiapas-Guatemala dağlık bölgesini, ekilen bitkilerin gelişmesi yönünden önemli bir merkez kabul ederler. Bu bitkilerin başlıcaları fasulye (Phaseolus vulgaris) ve mısır çeşitleridir. Mısırın anavatanının Güney Amerika olduğu ve Guatemala dağlık bölgesinde Tripsacum cinsinden yabani bir bitkiyle melezleştirme yoluyla, yalnız ılıman bölgelerde değil, aynı zamanda rutubetli tropikal ovalarda da yetişmesini sağlayacak birtakım özellikler kazandığı sanılır. Bu, Güney Maya'ya, ilk-maya (proto-maya) kültürünün gelişmesi alanında bir öncelik kazandırır. 1940'ların sonunda keşfedilen arkeoloji buluntuları bu bölgede, diğer kesimlerdekine benzer bir kültürün geliştiğini ortaya çıkardı. Maya bölgesindeki yerleşik kültürlerin ilk devrine Gelişme devresi, Arkaik veya Klasiköncesi devir adı verilir. Aşağı yukarı M.S. 200'de son bulan bu devrin kesin başlangıç tarihini vermeye yetmez. Bununla birlikte, Meso-Amerika'nın diğer kısımlarıyla karşılaştırmalar yaparak, bulunan en eski kültür kalıntılarının M.Ö. 1000 yılına veya daha da önceye ait olduğu söylenebilir. Guatemala'nın dış mahallelerindeki çukurlarda bulunan aile kalıntıları, Güney Maya sahasında insan yaşadığının en eski delilleridir. Bu kalıntılar, mısırı olduğu kadar diğer bitkileri de yetiştirdikleri sanılan yerleşik halka aittir. Bu insanlar, sırıklardan yapılmış, saz damlı, kerpic evlerde topluluklar halinde yaşarlardı. Kılıçlarını ve kazmalarını cama benzer çok sert bir volkanik taştan, taş baltalarını da yeşil taştan yaparlardı. Ayrıca sepet, hasır da örerlerdi. Çok güzel çömlekler, pişmiş topraktan insan veya maymun figürleri, kalıplar ve mühürler de meydana getirdiler. Bu kültür, Merkezi Meksika'nın arkaik kültürlerine yakın bir seviyededir.

Milât öncesinin son yüzyıllarından miladi tarihin başlarına kadar süren devir, Güney Maya'da kültürün en çok geliştiği bir dönemdir. Guatemala'nın güneybatısında arkeolojik bir bölge olan Kaminaljuyu'daki 200 küçük tepenin büyük bir kısmı bu dönemde yapılmıştır. Bu tepeciklerin en büyüğü piramit şeklinde bir platformdur (yüksk. 20 m), içinde hücre şeklinde iki mezarlık bulunur. Bu odalardan birinin ortasında, tahta bir platformun üzerinde hükümdarın cesedi uzanır. Etrafını çeviren birçok insan cesedinin ona öbür dünya yolculuğunda arkadaşlık etmesi için kurban edildiği sanılır. Ayrıca, yeşim taşı, kemik, deniz kabuğu, pirit süslemeleri ve yığın halinde zarif çömlekler gibi zengin mezar sunguları da etrafını sarar. Bu derece ince iş ve emekle meydana getirilen mezar, insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin ne kadar geliştiğini ortaya koyar. Pasifik kıyılarında da büyük arkeolojik bölgelerin olduğu bilinir. Merkezi Maya'da insanların yaşadığını gösteren en eski kalıntılar, çömlekler, taş ve kemikten yapılmış âletler ve deniz kabuğu süslemeleridir. Bu kalıntılar, Guatemala'nın Peten idare bölgesindeki Uaxactun harabelerinde, daha sonraki bir devre ait olan yapıların altındaki bir yığınakta bulunmuştur. Değirmen taşlarına rastlanmaması, bu devirde Merkezi Maya'da henüz mısır yetiştirilmediğini gösterir.

Uaxactun'da veya Merkezi Maya'nın herhangi bir bölgesinde, bulunan en eski binalar bu yığınaktan daha sonraki bir devre aittir. Burası merdivenli ve yassı piramit şeklinde dış duvarları, alçıdan yapılmış garip insan yüzleriyle süslü bir tapınağın temelidir. Bu tapınağın milâdi yıl ile M.S. 250 arasında yapıldığı sanılır. Kuzey Maya'da 1940'tan sonra yapılan araştırmalar, bu bölgeye yerleşme tarihinin Maya'nın diğer bölümleri kadar eski olduğunu ortaya koyar. Yucatan'daki yapı mimarisinin başlangıcı da, Peten idare bölgesindeki kadar eskidir. Yaxuna'daki (Yucatan) yüksek suni tepeciğin yukarıda adı geçen Uaxactun tapınağıyla aynı devre ait olduğu sanılır.

Klasik Devir

M.S. 300'den 900'e doğru merkezi bölgede gelişen medeniyet, hem Maya'nın en parlak, hem de İspanyolöncesi Amerika'nın en önemli medeniyetiydi. Silavanus Griswold Morley bu döneme "Eski Maya imparatorluğu" adını verdi. Bu parlak dönemi niteleyen özellikler şunlardır: büyük mimari gelişme ve tonozlu taş binalar; yüksek piramitlerin tepesindeki tapınaklar (bu tapınakların en yükseği Tikal'deki IV. tapınaktır; yüksk. 70 m); heykelcilik, resim ve süslü çömleklerde büyük bir gelişme; hiyeroglif yazısı; ileri matematik (sıfır kavramı, sayı ve işaretler sistemi v.b.); astronomi alanında görülen büyük gelişmeler; karmaşık takvim hesapları ("cüzün hesap") dikilitaş kültü ve tabiat kuvvetleriyle doğrudan doğruya ilişkisi olmayan tanrılar.Bu özellikler, J. Eric S. Thompson'ın dediği gibi "hiyerarşik kültür"ü meydana getirir. Bunlar, köy kültürünün unsurlarını gölgede bırakan, şehir kültürünün özellikleridir. Köy kültürünün unsurlarını çiftlik ve besin üretimi faaliyetleri, ev sanayileri ve doğrudan doğruya tabiat kuvvetlerine bağlı basit bir din meydana getiriyordu. Karmaşık takvim hesapları (zamanı ölçmek için yapılan uzun hesap sistemi) ve dikilitaş kültü, klasik maya medeniyetinin en orijinal özelliklerindendir.

Kültür Merkezleri

Klasik maya medeniyeti merkezlerinin, Tikal (Peten idare bölgesi, Guatemala), Halenque (Chiapas, Mexico) ve Copan (Honduras) olduğu sanılır. Diğer önemli yerler şunlardır: Usumacinta ırmağının drenajındaki (Meksika-Guatemala) Bonampak, Yaxchilan ve Piedras Wegras; Uaxactun ve Holmul (Peten departmanı, Guatemala); Calakmul (Güney Campeche, Meksika); San Jose (İngiliz Hondurası) ve Aşağı Montagne vadisindeki (Guatemala) Qairigua. Bazı akeologlar, bu merkezlerin birer gerçek şehir olduğunu kabul etmezler, onlara âyin merkezleri demeyi tercih ederler. Bu merkezlerin, bir şehir kadar geniş olduğu ve böylelikle nüfuslarının da çok olabileceği göz önünde bulundurulursa, bu merkezlerin dini olduğu kadar siyasi ve ticari merkez rolünü de oynamış olması muhtemeldir. Güney Maya. Klasik dönem boyunca, Güney Maya ile Merkezi Meksika arasında sıkı ilişkiler kuruldu. M.S. 300 ve 600 yılları arasında Kaminaljuyu. Merkezi Meksika etkilerini, Copan'ın aşağısındaki Guatemala dağlık bölgelerine yayma merkezi hizmetini gördü. 1930'ların sonlarında, Alfred Vincent Kidder ve arkadaşlarının Kaminaljuyu'daki büyük mezarlarda ortaya çıkardıkları buluntular. Maya bölgesiyle Meksika vadisinin büyük bir merkezi olan Teotihuacan arasındaki ilişkileri açıklığa kavuşturur. Thompson, Pipil'lerin M.S. 700-850 arasında pasifik kıyılarına geldiklerini gösteren arkeolojik deliller keşfetmiştir.

Yucatan

Yucatan yarımadasındaki, Oxkintok (Yucatan devleti) ve Coba (Quintana Roo) harabeleri klasik döneme aittir. Uzak yerlere kadar uzanan bir yol sisteminin merkezi olan Coba özellikle, aşağı yukarı M. S. 600-750 yılları arasında gelişti. Yollarından biri 100 km kadardır. Yucatan, Campeche ve Quintana Roo'nun, Uxmal, Kabah, Sayil, Labna, Edzna, Santa Rosa, Xlabpak, Rio Bec, Xpuhil gibi birçok ünlü arkeoloji bölgesinin ve Chichen İtza'daki en eski binaların tarihi M.S. 600-100 arasına rastlar.

Çöküş Devri

Maya medeniyeti, belirli bir gerileme devrine girmeden, gelişmesinin doruğundayken birden çöktü. M.S. 800-900 (veya 950) yılları arasında, şehirler veya ayin merkezleri birbiri ardından söndü. Şehir kültürü (Thompson'ın "hiyerarşik kültür"ü) kayboldu ve yalnız köy kültürü kaldı. Bu tarihlerde köylerde bile nüfusun hayli azaldığı sanılır. Bu buhranın sebepleri bilinmez. Bunu açıklamak için birçok varsayım öne sürüldü. Bazıları tamamen hayal mahsulüdür. En sağlam görünenler ise bu çöküşü toprağın kuvvetten düşmesine veya köylülerin hâkim sınıfa karşı ayaklanmalarına bağlarlar. Arkeolojik belgeler de M.S. 630 yılından itibaren Merkezi Maya'nın kuzey ve güney bölgeleri arasında devamlı savaşlar olduğunu ortaya koyar. Maya medeniyetinin çökmesinde bütün bunların katkısı bulunmuş olabilir, yalnız bu faktörlerin Merkezi Maya'dan çok daha geniş topraklarda kendisini hissettirdiğini de belirtmek gerekir. Meso-Amerika, genel buhran dönemine IX. ve X. yy.larda girmiştir.

M.S. 900'den sonra Maya - Yucatan

Klasik devirde Yucatan'da gelişen merkezler X.yy.'da parlaklığını kaybetti. Bununla birlikte bu devri, toltec etkisi altında kültür yönünden bir canlanma devri izledi. Morley, Yucatan tarihinde, ispanyol fethine kadar süren bu döneme "Yeni imparatorluk" adını verir. Bu devir, Tabasco ve Güney Campeche'ten geldikleri sanılan İtza'ların akınıyla başlar. İtzalar toltec kültüründen geniş ölçüde etkilenmişlerdi ve belki de başlarında toltec şefleri vardı. Bunlar Yucatan'da bir çeşit konfederasyon meydana getiren sülâleler kurdular. 987'ye doğru İzalar tarafından kurulan Chichen İtza, aşağı yukarı 1204'e kadar konfederasyonu yönetti. Bu tarihlerde Mayapan ve Izamal hükümdarlarının ayaklanmaları Chichen İtza'nın hâkimiyetine son verdi. Bunu. Mayapan şehrinin hâkim olduğu bir devir izledi. 1460'a doğru yeni bir ayaklanma bu hegemonyaya da son verdi. Mayapan'ın düşmesinden sonra, Yucatan siyasi yönden, birbirinden bağımsız 18 kadar savaşçı hükümete bölündü. Kültür yönünden ise Chichen itza'nın düşmesinden itibaren bir gerileme olduğu gerçektir. 1511'de, gemi kazasına uğrayan 12 kadar ispanyol, Yucatan sahillerine vardı. Mayalar bunların çoğunu kurban etti. 1517'de Francisco Hernandez de Cordoba, Yucatan kıyılarına ilk keşif gezisini yaptı. Francisco de Montejo 1527-1528 ve 1531-1535 yılları arasında Yukatan'ı ek geçirmek için iki kere teşebbüse geçtiyse de başaramadı. Fakat oğlu Küçük Francisco de Montejo 1540-1546 arasında Yucatan'ı İspanya krallığının bir parçası haline getirmeyi başardı.

Güney Maya

Klasik medeniyetlerin çökmesinden sonra Toltec'ler Güney Maya'daki Guatemala dağlık bölgelerini de istilâ ettiler. İstilâcılar yerli sülâleler kurdular. İspanyolların gelmesinden önceki yüzyıllar sürekli savaşlarla geçti. Quiche'ler ve Cakchiquel'ler, Mam'ların, Tzutuhil'lerin ve Pipil'lerin elinde bulunan, dağlık bölgelerin Pasifik kıyılarındaki kakao üreten zengin toprakların bir kısmını ele geçirmeyi başardılar. 1500'e doğru, büyük aztek fatihi Ahuitzotl'un Chiapas'ta yaptığı savaş, pasifik kıyılarının fethiyle ve dağlık bölgede garnizonların kurulmasıyla sonuçlandı. Bununla birlikte Aztekler, bugünkü Meksika ve Guatemala sınırının daha ötesine yayılmadılar. 1524'te ispanyol kaptanı Pedro de Alvarado Güney Maya'yı fethetti.

Merkezi Maya

Merkezi Maya'nın bu devriyle ilgili elde çok az tarihi ve arkeolojik belge vardır. İlk İspanyol seferleriyle ilgili rivayetlere göre, bu bölgede nüfus dağınıktı ve bölge siyasi yönden bölünmüştü. Kasabalar, siper kazıkları ve hisar hendekleriyle tahkim edilmişti. Peten Mayaları bağımsızlıklarını ve kültür geleneklerini 1697'ye kadar korudular. Aynı yıl Martin de Ursua, Peten gölü çevresindeki son maya istihkâmlarının fethini tamamladı.

Mithra Kültürünün Esrarı:

Zaman: İS 1-4. yüzyıllar
Mekân: Roma İmparatorluğu

"Sabah tanrısı Mithra,
Büyük boğanın öldüğü bu yerde,
Karanlıklar içindeki çocuklarına bak
Kurbanımızı kabul et!

Sen pek çok yol yaptın,
Hepsi de ışığa varan.
Ve asker de olan Mithra
Bize ölmesini öğret!"

RUDYARD KIPLING, 1906

Mithra Kültü, bildiğimiz kadarıyla, 1. yüzyılın sonlarına doğru Roma'da ortaya çıkmıştır. Kültün ana esrarı tanrı Mithra'nın bir mağarada beyaz bir boğayı öldürmesidir ve bu eylemin insanlığa kurtuluş getirdiğine inanılmıştır. Boğa öldürme sahnesi ("tauroctony") ülke boyunca tanrının bütün tapınaklarında (mithraeum) çok küçük farklılıklarla betimlenmişti.

Bazı mithraeum'larda resmedilmiş bir iki dize ile yakınlarda Berlin'de bulunan bir papirüs parçası dışında herhangi bir ayin metni olmadığı için, Mithra Kültü'nün sırlarını çözmeye yarayacak elimizdeki tek ipucu bunlardır ve bu esrarı çözmek de hiç de kolay bir iş değildir.

KÖKENLER VE KÜLTÜN YAYILMASI

Mithra Kültü, genelde bir "doğu" dini olarak tanımlanır. Mithra araştırmalarının kurucu babası Belçikalı bilimadamı Franz Cumont'a göre kült, Doğu'da, herhalde İran'da doğmuş ve sonra batıya yönelerek Roma'ya kadar ulaşmıştır.

Mithra gerçekten de köken olarak bir doğu tanrısıydı ve resmedildiğinde de üzerindeki giysiler hep doğu giysileridir. "Frigya" şapkası denilen konik biçimli şapkası, doğu ile ilişkiyi vurgulamaktadır ve İÖ 1. yüzyılda Antik Çağlar'ın Kommagene'sinde (Güney Türkiye) Nemrut Dağı'ndaki röliyeflerde onu böyle giyinmiş olarak Kral Antiochus'u (İÖ 80-32) selamlarken görüyoruz.

Ayinlerde kullanılan "nama" ("selam") gibi sözcükler, meşale taşıyan Cautes ve Cautopes ile esrarengiz Ehriman gibi Mithra maiyetindekilerin adları hep İran ya da Mezopotamya kökenlidirler.

Ancak bu "doğu" unsurları ne kadar derine işlemiştir? Cumont'un Mithra Kültü'nün doğu kökenli olduğu tezini destekleyen önemli bir unsur Plutarkhos'un Büyük Pompey'in İÖ 67 yılında Akdeniz'de korsanlarla mücadelesini anlatan bir metninde yeralmaktadır.

Güneydoğu Küçük Asya'da Kilikya korsanlarının "garip kurbanlar getirdikleri ve Mithra Kültü'nde hâlâ varolan gizli ayinler yaptıkları" bildirilmektedir. Bu metin İÖ 1. yüzyıl ortalarında Doğu Akdeniz'de Mithra ayinlerinin varlığının kanıtı olarak kabul edilmiş ve Kilikyalı korsanların Mithra Kültü'nü batıya taşıyan aracılar oldukları iddia edilmiştir.

Ama bu doğru ise, o zaman neden Akdeniz dünyasında Mithra tapınakları ya da boğa öldürme sahneleri Hellenistik dönem boyunca hiç yoktur ve eğer Mithra Kültü'nün kökeni doğuda aranacaksa neden imparatorluk zamanında orada mithraeum'laıın sayısı çok azdır? Ve eğer Mithra Kültü gerçekten İÖ l. yüzyılın ortalarında batıya erişmişse neden orada kanıtlarım bulmamız için bir buçuk yüzyıl geçmiştir?

Plutarkhos, Mithra Kültü'nün henüz yayılmaya başladığı 2. yüzyılın ortalarında yazıyordu ve bu nedenle "gizli ayinler"den söz edilmesi bir tarih hatası olabilir: Kilikyalı korsanlar Mithra'yı tanrılarından biri olarak kabul etmiş olabilirler (Antiochus'un komşu Kommagene'de yaptığı gibi) ama boğa öldürme ve Mithra Kültü'nün ritüel ve ayinlerinin tümü o zaman herhalde daha icat edilmiş değildi. Mithra Kültü'nün kökenlerini İÖ 2. yüzyılda Doğu Türkiye'de Tarsus'un felsefe ve bilim çevrelerine yerleştiren alternatif bir görüş de aynı eleştirilere açıktır.

Boğa öldürme sahnesine benzeyen en eski gönderme, Domitianus'un saray şairi Statius'un 92 yılında yayınlanan bir şiirinde "bir Pers mağarasının kayaları altında inatçı boğanın boynunu büken" dizesidir. Tauroctony'nin ilk tasviri de şimdi British Museum'dadır ve bunu imparator Trajan'ın (98-117) muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus yaptırtmıştır.

Bu nedenle kült, Roma'da entelektüel gruplar arasından çıkmış olabilir. Bunlar kurtuluş vaad eden kültlerin ve bir ölümden sonraki dünyanın geleneksel devlet dininden daha umut verici olduğu bir zamanda yeni bir din "yaratmış" olabilirler.

Mithra Dini, 125 yılından sonra özellikle kuzey sınırları boyunca ve Roma'nın limanı olan Ostia gibi kozmopolit yerlerde hızla yayılmıştır. Ostia'da 16 mithraeum bulunmuştur. Dinin ordu ve tüccar sınıfı arasında pek popüler olduğu anlaşılmıştır, ancak her şeyden öte yalnızca erkeklerle sınırlı olduğu için, (Hıristiyanlık gibi) evrensel bir cazibesi olmamıştır.

BOĞA ÖLDÜRME SAHNESİ

Tauroctony hızla standart hale getirilmişti ve bir iki bölgesel farklılıklar varsa da tablo imparatorluğun her yerinde aşağı yukarı aynı idi. Mithra boğanın sırtında çömelmiş, hançerini hayvanın boynuna saplıyor. Bu pozun esin kaynağı hiç kuşkusuz Roma'da Trajan Forumu'nda ve diğer yerlerdeki röliyeflerde görülen Zafer'in, sırtına abanarak bir boğayı zaptetmesi sahnelerinden alınmıştır.

Tanrı omzu üzerinden güneş tanrısı Sol'a bakar. İkisinin arasındaki güneş ışını aralarındaki yakın ilişkiyi gösterir ve Sol' un kuşu olan kuzgun da çoğunlukla oradadır. Ay tanrıçası Luna'nın bir büstü Sol'un büstünü dengeler. Meşalesini havaya kaldırmış Cautes ışığı, meşalesini aşağı çevirmiş Cautopates karanlığı temsil ederler ve boğa öldürme sahnesinin iki yanında yer alırlar. Işık ve karanlık arasındaki bu ikilik Mithra Kültü'nün temel unsurudur.

Boğanın altında bir akrep, bir yılan (derisini değiştirdiği için toprağın ve yenilenmenin sembolü) ve genellikle boğanın yarasından akan kanı yalamak için sıçrayan bir köpek vardır. Boğanın kuyruğundaki buğday başakları Mith-ra'nın bu kahramanca eyleminden doğan yeni hayatı temsil eder.

Ren ve Tuna nehirlerinin sınırlarındaki tasvirlerde boğanın altındaki bir aslan ve bir kap (şarap karıştırmak için) herhalde ateş ve suyu simgeler (ve böylece yılanın simgelediği toprakla bir üçlü oluşturur). Bu bölgedeki tauroctony'lerde Mithra'nın diğer işleri de görülür: Mithra'nın kayadan doğması, Sol ile anlaşma, su mucizesi (havaya bir ok fırlatmak), boğanın yakalanışı, mağarada Sol ile birlikte boğanın etinin yenmesi ve diğerleri.

Boğa öldürme sahnesindeki unsurların çoğu astrolojik sembolizm ile yakından ilişkilidir (örneğin, Taurus [boğa], Leo [aslan], Scorpi [akrep]) ve Mithra tauroctony'si bir "yıldız haritası" olarak görülmüştür: Bir kurama göre bu, bahar gündönümü Boğa burcundayken gök ekvatorunda bulunan bazı yıldızların sembolik tasviridir. Mithra ve onun kozmos üzerindeki hâkimiyeti kültün temelidir. Gökyüzünün yıldızları sırtındaki pelerinde ve mithraenum'ların kubbeli tavanlarında görülür.

Boğa öldürme ya da "tauroctony" sahnesinin en eski heykeli. İmparator Trajan'ın muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus tarafından yaptırılmış. Bugün British Museum'dadır.

TAPINAKLAR ve AYİNLER

Mithra tapınakları dört köşeli ve genelde küçüktürler: Bilinen en büyüğü Romanya'da Sarmizegethusa'da olup 26 metre boyundadır. Bunlar genellikle bir giriş, uçtaki Tauroctony'ye uzanan bir ana salondan oluşur: Tapınanlar iki yandaki yüksek platformlara uzanırlar. Bu nedenle mithraeum, kült üyelerinin toplantı odaları olup gizli ayinlerin yapıldığı bir yerdi: Hıristiyan kilisesine benzer ama yalnızca tanrının heykelinin bulunduğu ve törensel kurban olayının dışarıda açık havada bir sunakta gerçekleştiği putperest tapınaklardan farklıdır.

Bir Mithra tapınağında neler yapıldığı ise bilmemektedir. En alttaki Kuzgun'dan yerel Mithra cemaatinin lideri olan en üstteki Pater'e (Baba) kadar yedi derece olduğunu biliyoruz. Dördüncü derece olan Aslan'ın özellikle önemli olduğu anlaşılmaktadır ve bazı metinlerde tapınaktan leonteum olarak söz edilir.

Bir dereceden diğerine geçmek bazı sıkıntıları gerektirir: Adayın gözleri bağlanır (bazı fresklerde meşale ile damgalamalar ve kılıçla açılan yaralar görülmektedir), bir tapmakta (Hadrianus Duvarları'nda Carrawburgh) bir işkence çukurunun olduğu ve adayın burada sembolik olarak yakıldığı söylenmektedir.

Sol ve Mithra'nın boğa eti yemelerinin sembolü olarak da (bazı mithraeum'larda bulunan kemiklere bakılırsa) pahalı sığır eti yerine koyun ya da tavuk yenilirdi. Kimi zaman boğanın eti ve kanı yerine ekmek ve şarap kullanılırdı ki, bu da Mithra Kültü'nü Hıristiyanlık'la çatışmaya sokmaktadır. 4. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın resmen kabul edilmesiyle Mithra Kültü de çöküşe geçmiş ve tapınaklar, büyük bir olasılıkla Hıristiyanlar tarafından yıkılmıştır.

Haidelberg'de bir mithraeum örneği.

MİTHRA SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENİ

Sanskrit dilindeki Mitra Avesta ve Pehlevi dillerinde Mithra, Yunanca ve Latince'de Mithras olarak yazılırdı. Tanrısal köken olarak, Hinduizmin Veda Döneminde Adetya tanrılarından biriydi; ayrıca Zerdüşt dini öncesi İran'da da güneş, adalet, antlaşma ve savaş tanrısıydı.

Mithra ilk kez İÖ 1400 tarihli Veda metinlerinde geçmiştir. Hindistan'dan Pers topraklarına, Persler'in Büyük İskender'e yenilmesinden sonra bütün Yunan dünyasına sıçrayan Mithra'nın Roma dönemi esrarını hâlâ korumaktadır.

Nasturiler:

Nasturiler, Doğu Hıristiyanlığı denilen ilk Hıristiyanlardır. Nasturilik dinsel bir ayrımdır. Nasturiler kendilerini Asuri kabul ediyorlar. Yani etnik olarak Güneydoğu bölgesi’nde tarihte kurulmuş olan Asur devletlerinin mirasçısı olarak görüyorlar. Önceleri olmasa bile son yıllarda kendilerine etnik bir kimlik aramanın ifadesi olarak biz asurluların devamıyız. Ya da Asurlular bizim dedelerimiz diyorlar.

Nasturiler yaşadıkları coğrafi bölge nedeni ile uzun yıllardır esas olarak Kürtler’le birlikte yaşamaktadırlar. İlişkileri olumlu ya da olumsuz anlamda daha çok Kürtlerle olmuştur. Hatta bugün bile Türkler, Nasturiler’i, Yezidiler’i, Keldaniler’i gördüğünde Kürt sanıyor. Nasturiler’in bugününü anlamak için Osmanlı döneminde Kürt-Nasturi ilişkileri konusunda bilgilenmek için bir iki saptamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. “Bedirhan Bey ayağa kalktı, Malik’i ona doğru getirmelerini ima eden bir işaret yaparak Zap’a doğru yürüdü. Onun emri ile Hıristiyan Şefi nehrin üzerine doğu getirdiler, bir kılıç darbesi ile kopan başı düştüğü suları Kızıla boyayarak döne döne gitti. Arkasından gövdeyi de suya attılar.”(1)

Zap’taki hayalete dönmüş Çonba köyünde bir Nasturi şefi’nin Kürt Bey’i Bedirhan tarafından katledilmesi belgelerde böyle yazıyor. Bir başka katliamda şöyle tarihe yazılmış. “Üç gün sonra susuzluk onları teslim almaya zorladı. Bedirhan Bey’in yaptığı teklife ve Kuran üzerine edilen yemine göre köylüler silahlarını ve tüm mallarını teslim edeceklerdi. Antlaşmadan sonra Kürtlerin platforma girmesine izin verildi. Esirlerden silahlarını alır almaz ayırt etmeksizin kılıçtan geçirmeye başladılar. Kılıçlarını kullanmaktan yorulunca da sağ kalanların hepsini aşağıya (yani uçuruma) atmaya başladılar. Burada toplandığı söylenen bin kişiden sadece bir kişi kurtuldu” (Aynı eser s. 55)

Kürt ağası Bedirhan’ın Nasturi’ye karşı adaleti bu. Üstelik antlaşma yapıldığı halde, üstelik Kuran üstüne yemin edildiği halde… Herhalde Kuran üstüne Hıristiyan Nasturiler yemin etmediler. Kürt Ağası Bedirhan etmiştir.

Bir başka sahne ise aynı kitapta şöyle anlatılıyor:

“Kadınlar şefin önüne getirildi ve büyük bir soğuk kanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışanların kafaları uçuruldu. En güzel köyler, bahçeleri ile birlikte yıkılıp yakıldı, kiliseleri yerle bir edildi. Hemen hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin öfkesinin kurbanı oldu.”

Hacer Yıldırım Foggo’nun “Kırmızı Püskül” kitabında 1843-1846 yılları arasında yapılanNasturi Katliamı ile ilgili insanı ürperten belgeler var. Bir tanesini daha sizlerle okuyup bu çığlığı duymanızı isterim. “Evlerimizi bahçelerimizi yaktılar, ürünlerimizi yok ettiler, ibadet yerlerimizi yıktılar ve kocalarımız ile oğullarımızı öldürdüler. Zap’ın suyuna suçsuz kurbanların kanı aktı. Ülkemizdeki tepeler ile ovalar, köylerimizi yok eden ateşin kızgınlığından ışıldıyordu. Feci mi? Ah, Chodih, feci kelimesi çok az gelir. Sana öyle şeyler anlatabilirim ki kalbin parçalanır.” (aynı eser S.57)

İşte, bölgede yaşayan Nasturilere uygulanan Kürt Ağalarının adaleti bu. Bu bölgede bu ilişkiler çerçevesindeNasturi, Keldani, Yezidi ve SuryanilerKürtler’e ne kadar uzun ömürlü komşu olabilir di?

KISA TARİH

Nasturi adı, İstanbul ya da Kastantinopolis patriği Nastorios’tan gelmektedir.Nasturiler bir anlamda Hıristiyanlık yorumu açısından patrik Nastorios’u benimseyenlere verilen addır. İstanbul PatriğiNastorios’un Hıristiyanlık ile ilgili yorumları önce 431’de Efes Konsilince daha sonra ise 451 yılında Kadıköy Konsilince mahkum edilince O’da bu Hıristiyanlık yorumlarını Anadolu veSuriye’de yaymaya çalışır. İ.S. 451’den sonra oluşan bu Hıristiyanlık yorumuna ya da mezhebine Nasturilik adı verilir. Bu görüş; Hz. İsa’nın tanrısal ve insansal özelliklerinin birbirinden bağımsız olduğunu savunan görüştür. BuHıristiyan yorumuna; diofizit Hıristiyanlıkta deniyor.

Nasturiler’in yani Asurluların tarihi bölgede 3.000 yıl kadar eskiye dayanıyor. Asur, M.Ö. 2000 yıllarından 621 yılına dek devam etti. Önce küçük bir kent devletidir. M.Ö. 1000’in ilk yarısında Mezopotamya, Elam, Suriye veMısır’ı içine alan bir İmparatorluk kurdu. Asurları Hıristiyanlık hem kaynaştırdı. Hemde ayrıştırdı. Bölge daha sonra Müslümanlar’ın eline geçti. Asurların büyük çoğunluğu Araplar tarafından asimile edildi. Araplaştırıldı. Asur dili Asurca yerini Arapça’ya bıraktı. 1200 yıllarında tüm Mezopotamya Nasturi idi. Ama bunun yerini kısa zamanda Araplar aldılar. Araplar Asurluları asimile etti. Araplar büyüdü Asurlular nüfus olarak küçüldü.

Selçuklular bölgeye gelince Asurluları korudu geliştirdiler. Bu uzun sürmedi. Moğollar’ın kıyımı ve yağması yaşandı. Osmanlı hakimiyeti geçici bir denge ortamı sağladı. Nüfus olarak Asurlular’ın yok olmasını engelledi.

1. DünyaSavaşı’nda ilk kez, Asurlular dinsel değil etnik ortak kimlik ile biraraya geldiler. Ardından Batılı büyük devletlerin bölgedeki siyasi satranç oyunu sonucu büyük katliamlara uğradılar. Tüm Ortodoğu’ya dağıldılar. Süryaniler, Nasturiler ve Keldaniler dağıldılar. Güneye indiler.

Osmanlı 1882’de Asurlular’a yani Süryani, Keldani ve Nasturilere özerk millet statüsü tanımıştı. Onları “milleti sadık” diye tanımlıyordu. 1928 affı Asurlulara uygulanmadı. Asurlular topraklarına dönemediler. Tur Abdin bölgesinde kalan son Asurlular’da bir bir 2 bin yıllık anavatanlarını bin tutam hüzün bırakarak gidiyorlar.

NASTURİLER’DE DİL

Nasturiler’in kendi alfabeleri var. Konuştukları ile Aramice deniyor. Ya da kullandıkları alfabe Arami alfabesi. Arapça alfabeye benziyor. Ama Arap alfabesi değil.Türkiye’deki konuşulan dile, Turoya deniyor. Bu semitik dillerin yeni Aramik kolunun Doğu Aramice bölümünün Güneydoğu Anadolu’da özellikle Urfa’da gelişmiş bir koludur. Bununda bazı lehçeleri vardır. 1970’li yıllarda bölgede 20 bin kişinin Turoya konuştuğu saptanmış.

Süryaniler’de olduğu gibi Nasturiler’de de Kürtçe veTürkçe konuşuluyor. Klasik Keldaniler’in konuştuğu dil Suritçe’dir. Nasturileride BatıSüryaniler gibi ibadette Süryanice konuşuyorlar.

Asurlular, yani bu kavram içinde Süryaniler, Nasturiler ve Keldaniler, resmi otoriteler ile ilişkilerindeTÜRKÇE konuşuyorlar. Ama bir önemli orjinal özellikleri ise; Mardin’dekiler Arapça, Diyarbakır’dakiler Kürtçe, Antakya’dakiler Rumca, İstanbul’dakiler Türkçe, Avrupa’dakiler, bulundukları ülkeye göre; Almanca, Fransızca, İsveçce v.s. konuşuyorlar.

Demek ki bir etnik toplumsal grup değişik dilleri konuşabiliyor. Konuştuğu dile göre etnik kimlik değiştirmiyor. Nasturi; Arapça konuşuyor diye ona Arap, Kürtçe konuşuyor diye ona Kürt, Rumca konuşuyor diye ona Rum, Türkçe konuşuyor diye onaTürk, Almanca ya da Fransızca konuşuyor diye ona Alman ya da Fransız denmiyor. Böyle bir durumda her dil bir etnik kimlik adresi olmuyor. Sosyolojide bir kuralda olduğu gibi; “Her milliyet farkı dil farkını gerektirsede, her dil farkı milliyet farkını gerektirmiyor.” oluyor. Yani her dil farkı milliyet, etnik kimlik farkı olmuyor. Bir etnik grup ya da milliyet tarihsel toplumsal şartlara göre, farklı dilleri konuşabiliyor. Asurilerde de olan budur.

NASTURİLER’DE DİN

Nasturiler, Doğu Apostolik Katolik Kilisesi’ne bağlıdırlar. Bu kilise bir diofizit kilisedir. 16. yüzyılda üç kuşak süresinceRoma ile birleşmişlerdir. Irak, İran, ABD ve Kanada’dakileri temsil eden kilise patriklik San Francisco’dadır. Türkiye’dekilerin bazıları Suriye’deki kiliseye bağlıdır. Nasturiler, Keldanileri ve Batı Suriye’lileri “heretik” olarak nitelerler. Onlarda Nasturileri “heretik” olarak nitelerler.

Doğu Apostolik Katolik Kilisesi’ne DoğuSuriye Kilisesi’de denir. Bazı kaynaklara göre bu kiliseye bağlı günümüzde 200 bin civarında Asuri olduğu yazılıdır. Genel Nüfus sayımlarına (1970) göre; sadece Hakkaride nüfus sayımında nüfus memuruna Keldani olduğunu söyleyen 2 bin kişi olmuştur. Bu sayı 1980 sayımlarında; 9 bindir. Nasturiler; Mardin’de İdil, Silopi, Hakkari’de Uludere, Beytüşşebap,Siirt’te Pervari, Şırnak ile Midyat, Diyarbakır ve Van’da yaşıyorlar. Türkiye dışında ise İran, Irak veSuriye’de yaşıyorlar. Son yıllarda göçler kanalı ile, İsveç, Norveç, Almanya, ABD ve Kanada ile İstanbul’da bulunuyorlar.

Nasturiler’in kendilerine has bir takvimide var. Örneğin 2004 Asuri takvime göre; yıl 6754’tür. Nevruz Nasturiler’de de kutlanır. Yılbaşı 1Nisan’da törenlerle karşılanır. Nasturilerde kuzenler arasında evlilik olmaz. 5 kuşak geçmeden akrabalar arasında evlilik olmuyor. Dul kalan kadın kaynı ile, dul kalan erkek baldızı ile evlenemez.

Nasturiler içe kapalı bir toplumdur. Ortak yapışkanları din, dil ve diğer ortak değerlerdir. El sanatları, atölye, tezgah, altın, gümüş bakır işlemeciliği, mermer, demir, deri, ipek işlemeciliği çok gelişmiştir. Şarapçılık, pekmezcilik, sera ve bağcılık çok kaliteli yapılır.

Çeşitli tarihsel nedenlerle; yaklaşık 200 bin kişinin göç nedeni ile ülkelerini terkettiği tahmin ediliyor. 1980’li yıllarda Asurilerin toplam 25 bin kişilik bir nüfus olduğunu bunun yarıya yakınını Nasturiler’in oluşturduğunu ama bugün Türkiye’de 5-6 bin civarındaNasturi nüfusun olduğuNasturilerce tahmin edilmektedir.

Nefilimler (Gözcüler):

İbrani folklorunda adları "Nefilim". Eski Mısır'da "Neter" olarak adlandırılıyorlar. Sümer, ilk kez adlarının duyulduğu yer. Bütün bu kültürlerde ortak olan ve "Gözcü" olarak nitelenen bu "sıra dışı" varlıklar birer mit mi, yoksa gerçek mi?

Kim Bu "Gözcü"ler?

İbrani mitlerinde ve Tevrat'ta onlara "Nefilim" diyorlar. Eski Mısır'da adları, "Neter". Sümer mitlerinde "Anunnaki" diye geçiyorlar. Diğer yandan "Sümer" sözcüğü, "Gözcü'lerin ülkesi" anlamına sahip. Hangi adla anılırlarsa anılsınlar, bütün eski kültürlerde ve bu kültlere ilişkin mitlerde başrol onların. Eski diller uzmanları, Antik Çağ kültürlerine şaşılacak biçimde net biçimde damgasını vurmuş bu esrarengiz varlıkların, neredeyse bütün eski uygarlıklarda "gözcüler" olarak adlandırıldıklarını söylüyorlar. Sözünü ettiğimiz dönem, İsa'dan en az 3000 yıl öncesi. İyi ama, "geç neolitik" olarak adlandırılan dönemin bütün uygarlıklarının literatürlerine benzer ifadeler ve anlatılarla girmiş bu "Gözcü"ler kimler? Neyi ya da kimi "gözlüyorlar"? Bütün bunlar yalnızca antik Çağ insanlarının düş güçlerinin bir ürünü mü, yoksa gerçekten bugün anıları silinmiş, izleri bulunamayan, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz birileri, bu gezegende yaşamışlar mı?

Mitler ve Gerçekler

Sürekli vurguladığımız gibi, bilginin az olduğu ya da bazen üzerinin örtüldüğü yerlerde, spekülasyonların başını alıp gitmesini engellemek mümkün değildir. Bilimsel yöntemlerden, bilimsel şüphecilikten (scepticism) ve somut bulgulardan başkasına güvenmemekten söz ederken, aynı şüpheciliği şu anda bildiğimizi varsaydığımız alanlara uygulamamak, bazen spekülasyonlardan da olumsuz sonuç verir. Bilim, eğer "gerçeği aramak" amacını içeriyorsa bizler için, bu aynı zamanda kurumlaşmaya, bilimsel otokrasiye de karşı çıkmamızı da gerektirir. Herhangi bir alanın "spekülasyona açık" olması bizi ürkütmemeli; verileri doğru okumak, burada anahtar sözcük niteliğine sahip. Ortodoks bilim ve akademisyenler, çoğu kez içinde bulundukları "bilimsel bürokrasi"nin ellerini kollarını bağlayıcı hantallığı ve "ağaçlardan ormanı görememe" alışkanlığı nedeniyle; yeni ve sarsıcı düşüncelere baştan olumsuz tepki vermeye eğilimlidirler. Hele bu, onların "Akademisyenler Olimpos'u"nun dışından geliyorsa. Arkeoloji ve arkeoastronomi, 21. yüzyılın başlarından bu yana bu sorunu yoğun biçimde yaşıyor. sıra dışı olduğu varsayılan düşünce ve teoriler yalnızca dışlanmakla kalmıyor, bir de aşağılanıyor kendilerini "bilimsel şüpheci" diye adlandıran Ortodoks çevrelerde. Oysa tarih, uzun ve yavaş bir yürüyüş. Geniş dilimler halinde onu incelediğimizde, her aşamasında Ortodoksinin engellemelerini ve inanılmaz tutuculuğunu fark ediyor, ama uzun vadede "sıra dışı" varsayılan fikirlerin yaşadığını görüyoruz.

"Neter"ler ya da "Gözcüler" sorunu da yirminci yüzyılın bitmeyen tartışmalarından biri. Dogmalarla gözünü bağlamayan ve açık fikirli olmaya çaba gösterenler, bugün "mitler" deyip geçtiğimiz anlatıların bu denli geniş bir coğrafyada ve neredeyse birbirinin aynı ayrıntılarla varolmasından yola çıkarak, bu metinlere daha farklı bakmamız gerektiğine işaret ediyorlar. Oysa Ortodoks bilim akademisyenlerinin yaklaşımı, oldukça farklı. Onlar, eski toplumları bütünüyle çözümlediklerine inanıyor ve ekliyorlar: "Din dindir, mitoloji de mitoloji. Bunları gerçek tarihsel olgularla karıştırmayın." Bunu söylerken de, bilerek ya da bilmeyerek, bugünün egemen dinlerinin yörüngesinde duruyorlar. Eşine az rastlanır bir ikiyüzlülük ve çifte standart uygulaması bu. Bir yandan somut bilimsel bulgular dışında hiçbir şeye prim vermemekten söz ediyorlar, bir yandan da yaşadıkları çevrenin egemen diniyle sürtüşmemeye çaba gösteriyorlar. Bunun kendilerine göre "etik" bir yolunu da bulmuşlar: "Bilim ayrıdır, din ve inanç ayrı." Oysa "inanmak ve inanç" sözcüklerinin egemen olduğu bir kültürde bilim ve bilginin her zaman bu çifte standardın gölgesinde kalacağını bilmezden geliyorlar. Ama ne gam; "bilimsel" kurumların birçoğunun bütçesini, Kilise'yi destekleyen holdingler, hatta bazen bizzat dini vakıflar sağlıyor. Çoğu üniversitede kürsü başkanları arasında en az bir Musevi var. Bilimin "beşiği" olduğu varsayılan ABD'de halkın ezici bir çoğunluğu İncil'e bütün kalbiyle inanıyor. Ortalığı bulandırmanın anlamı var mı şimdi?

"Gözcüler" sorunu, Antik Çağ tarihi ve modern arkeolojiye ilişkin en kilit noktalardan biri. Bir biçimiyle, felsefe ve ilahiyat akademisyenlerini, hatta dilbilimcileri de bu tartışma çemberi içinde düşünebiliriz. Şimdi, bu uzun girizgahtan sonra meseleyi olabildiğince yalın biçimde ortaya koyalım:

Eski Mısır'ın "Neter"leri

Bütün Antik Çağ metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler, geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına, net olarak çözümlenemeyen bir tür "başlangıç dönemi" yerleştiriyorlar. Bu, onların tarihlerinde, "yönetimin tanrılardan insanlara geçmekte olduğu" bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir başlangıç döneminden beri bizzat "tanrılar" tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde "Gözcüler" adı verilen üstün yaratıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Eski Mısır'da bunların adı, "Neter"ler. Son olarak Osiris'in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasında, bir "Kral yaratma" (Kingmaker) töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neterler geri plana çekiliyorlar - sonra da, izleri siliniyor. Bu ilk "insan kral", bugün arkeolojinin değişmez bir gerçek biçiminde kabul ettiği, Firavun Menes. Bildiğimiz, yazılı tarihe göre M.Ö. 3100 dolaylarında Yukarı ve Aşağı Mısır'ı bir tek ülke halinde birleştiren Menes, Mısır tarihinde "Hanedanlar Dönemi" denen bir evrenin de başlatıcısı.

Mısır kronolojisi üzerine bildiklerimiz, iki ana belgeye dayanıyor: Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho'nun yazdığı krallar listesi ve bugün "Torino Papirüsü" olarak bilinen bir yazıt. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Mısır'ın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes'le başlayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayrılıyor: Eski Krallık, 1. Ara Dönem, Orta Krallık, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da bu kronolojik düzen aynen böyle. süreç içindeki arkeolojik bulguların Manetho'yu ve Torino Papirüsü'nü doğrulaması sayesinde, Yeni Krallık ve sonrası, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmiş durumda. Eski Krallık'ta, en fazla 150 yıl yanılma payıyla arkeologlar hanedan listesini ve Kralları sıralayabiliyorlar. Yani bu iki belge, doğruluğu desteklenmiş veriler içeriyor. Bütün sorun da aslında burada: Çünkü Manetho'nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnızca hanedanlar dönemi Mısır'ını değil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sıra içinde sunuyor. Yalnız burada yöneticiler insanlar değil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan, ülkeyi binlerce yıl yöneten, esrarengiz varlıklar. Ejiptoloji ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapıyor? "Alt paragraflarını" tartışmasız biçimde kabul ettiği ve bulgularla doğrulanan bir tarihi yazıtın "üst paragraflarını" ya yok sayıyor, ya da "Bunlar mitoloji" deyip işin içinden çıkıyor. Neden? Çünkü hayranlıkla benimsediği alt paragraflarda "normal insan"lar krallık yapıyor; üstteyse, kim oldukları anlaşılamayan üstün yaratıklar. Böylece bilimsel ortodoksi, aynı belge üzerinde işine gelen bölümü "olgu" diye benimseyip dosyalarken, işine gelmeyen, çünkü anlayamadığı, işin gerçeği "dini inanışlarına aykırı düşen" bölümleri "mitolojik" bulup ayıklıyor!

Mezopotamya'da aynı şeyle karşılaşıyoruz: Layard ve Wooley'nin yaptığı araştırmalarda, son derece değerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, Sümer Kral Listeleri olarak adlandırılıyor. Aynı Mısır'da olduğu gibi, listenin en üst sırasında, yani "normal krallar"dan önce, her biri neredeyse 10.000 yıl, 15.000 yıl yaşayan yöneticiler var. Bunlar, "Tufan'dan önce" uzun süre ülkeyi yönetmişler, sonra insanlara devretmişler. Babil metinleri bu olayı "Krallık gökten indiğinde" gibi bir deyişle açıklıyor. Bütün Mezopotamya'da aynı kült var aşağı yukarı. Bulunan belgeler, "en eski metin" olduğuna inanılan Tevrat'ın, Tufan başta olmak üzere bir sürü temayı Sümer ve Babil anlatılarından ödünç aldığını ortaya koyarak Kilise'de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor. Üstelik, Tufan öncesi ülkeyi yöneten "tanrılar"dan söz ediliyor, tek bir tanrıdan değil!

Bu durumda Ortodoks arkeoloji ne yapıyor? Mısır'da yaptığının aynısını. Yani Sümer Krallar Listesi'nin "normal insan ömrüne sahip" kralları doğru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü "somut bulgu" sınıfına sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan, 200.000 yıl hüküm sürmüş "tanrılar" ve onların sonrasında, "ara dönem"de insanlara yönetimin geçişini üstlenen ve denetleyen "Gözcü"ler, "mantıksız" bulunarak "mitoloji" sınıfına sokuluyor yine. Aynı belgenin alt kısmı doğru, üst kısmı "masal"!

Enoch'un Şaşırtıcı Hikâyesi

Benzeri durum, Tevrat'la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularından sonra, çok daha eski metinlerden esinlendiği belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki "Tanrılar" sözcüğünü tek bir "Tanrı" olarak düzeltmiş. Bu arada, Tanrı'ya verilen sıfat ve onun genel adı, "Efendi" ya da "Sahip" anlamına gelen "Lord" sözcüğünde somutlaşıyor. Yahudi toplumunun mesken tuttuğu bölgenin eski mitleri, büyük tanrı Baal'dan söz ediyor. "Baal"in sözlük anlamı da "Efendi" ve "Sahip". Aynı sıfatların, daha sonraki yıllarda bütün Batı toplumlarında yöneticiler için kullanılması ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatıları ayıklayarak "Tanrılar" sözcüğünü "Tanrı" olarak tashih eden Tevrat'ın, birkaç yerde bunu unutması. "Elohim" sözcüğü, Tevrat'ta birkaç kez geçiyor. İbranicedeki anlamı, "ilahlar"; yani, "çoğul" bir sözcük. İlahiyatçılar bunun tartışma konusu yapılmasına bile karşı çıkıyorlar - arkeologlarsa, sessiz. Ama bundan daha kafa karıştırıcı olanı var: Yaratılış (Genesis) bölümünün 6. Bab'ında "O günlerde ve sonrasında da, dünyada Nefilimler vardı." diye bir ifadeye rastlıyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan'dan öncesi. "Nefilim" sözcüğü, İngilizce'ye "devler" diye çevriliyor. Oysa İbranicedeki fiil yapısına göre tam ifadesi, "yukarıdan aşağıya inmiş olanlar". Yaradılış'taki hikayede "devler"in hiçbir anlamı yok - daha sonra da Nefilim sözcüğüne rastlanmıyor zaten. Sanki "araya yanlışlıkla girmiş" gibi bir sözcük. İğreti duran, ne anlatmak istediği belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yıllar geçip 1947'de Ölü Deniz yakınındaki bir mağarada orijinal el yazmaları bulunduğunda, "Nefilim"in aslında son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram olduğu çıkıyor ortaya. Bunun yanı sıra, Tevrat'ın din adamlarınca "edit edildiği" (değiştirildiği) de anlaşılıyor. Çünkü M.Ö. 4. yüzyıldan kalma yazıtlar arasında yer alan ve daha önce Etiyopya'daki Kutsal Kitap'ta rastlanmış olan kopyası "sahte" sanılan "Enoch'un Kitabı"nın orijinal nüshası da bulunuyor Ölü Deniz mağaralarında.

Yaradılış'ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı'yla birlikte yürüdüğü" söylenen Enoch'un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat'tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Enoch'un Kitabı'nda yazanlarla doldurulduğunda, Bap 6'nın aynı satırında sözü edilen "..ve Tanrı'nın oğullarını insanın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular." ifadesi de anlamlı hale geliyor. İlahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı'nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat'ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch'un Kitabı'nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu çıkıyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşamını sürdüren Enoch, "Gözcülerden" söz ediyor anlatısında. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar. Ama hepsi, "emir kulu" sonuçta. Enoch'un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları"nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "gözcü"lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer karı alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor. Sonuçta Tanrı hem Nefilimleri cezalandırıyor, hem de yarattığı Tufan'la insanları.

Sümer ve Babil metinlerini bulmuş olmamız, Enoch'un kitabının da, Tevrat'ın diğer bölümleri gibi Mezopotamya anlatılarından esinlenilerek, daha doğru bir deyişle bunlar "revize edilerek" yeniden yazıldığını anlıyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel değil: Çok eski zamanlarda "Gözcü"ler denen birilerinin dünya üzerinde dolaştığı ve yaptıklarıyla dünyadaki hayatı derinden etkilediğine ilişkin en az on toplumun kültüründen gelen tanıklıklar var elimizde. İşin en kafa bulandırıcı yanı, çok benzeyen anlatılara, Antik Yakın Doğu'yla fiziksel teması hiç bulunmadığı varsayılan eski İnka ve Maya folklorunda da rastlıyoruz! Şimdi, bütün bunlara "Mitoloji işte canım" deyip, elimizin tersiyle bir yana mı itmemiz gerekiyor, "bilimsel tavır" sergilemiş olmamız için. Yoksa eski metinleri farklı bir bakışla bir daha inceleyip, "Kim bu Gözcüler?" diye sormak mı daha mantıklı bir davranış?

Olmekler:

Zaman: İÖ 1200-900
Mekân: Güneydoğu Meksika

Şaşkınlıktan donakaldım: Bu (Tres Zapotes Dev Başı 1) bir sanat eseri olarak abartmasız görkemli bir heykeldi.,. Ama beni şaşırtan Etiyopyalı tipiydi. Bu ülkede zencilerin bulunduğunu ve bunun da dünyanın ilk çağında olmuş olması gerektiğini düşündüm. MELGAR Y. SERRANO, 1869.

Eski Mezoamerika'nın en eski uygarlıklarının yaratıcıları Olmekler, Afrika'dan mı gelmişlerdi? Eldeki bütün kanıtlar bunların Amerika kıtasına Kuzeydoğu Asya'dan gelen Paleo-Kızılderililer'in soyundan olan Amerikan yerlileri olduklarını göstermektedir. Ayrıca Afrikalıların Kristof KoIomb'dan önce Amerika'ya geldikleri iddiasını doğrulayacak herhangi bir fiziki bulgu yoktur.

Arkeologlar Olmek ülkesinde ya da Amerika kıtasının bir başka yerinde Afrika'ya ait tek bir alet, bitki ya da hayvan kalıntısı, insan iskeleti, bir dil unsuru ya da herhangi bir somut kanıt bulamamışlardır. Şu halde mantıklı bir insan bu sorunun nasıl ve neden ortaya atıldığını merak edecektir.

ARKA PLAN

Jose Melgar y. Serrano, 1862 yılında Güney Meksika'nın Tuxtla Dağları'nda bir şeker hacienda'sını ziyaret ederken kendisine bir işçinin birkaç yıl önce toprağın altında bulduğu bazalttan yontulma dev bir insan kafasını gösterdiler. Kendi ülkesininkiler kadar Eski Dünya uygarlıklarıyla da ilgilenen kültürlü hır insan olan Melgar -şimdi Tres Zapotes Dev Başı l olarak anılan- heykelin olağanüstü bir bulgu olduğunun farkındaydı.

Daha sonraki yıllarda başın anlamını ve heykeli yapılan kişinin etnik kimliğini iki makale halinde yayınladı. O sırada entelektüel iklime hâkim olan yayılmacı fikirlere göre, baskı altında ezilen halefleri gibi Kolomb-öncesi Amerikan Yerlileri'nin de büyük ve güzel sanat eserleri yaratacak kültüre ve zekâya sahip olmamaları gerekiyordu.

Böylece Melgar, heykeli yapanların Eski Dünya'dan gelen göçmenler oldukları ve heykeli de bir Afrikalı, özellikle bir "Etiyopyalı" olarak yontmuş olduklarını kabul etmekteydi.

Melgar'ın başı, Olmek kültürünü araştıran Matthew W. Stirling'in başı tekrar temizlediği 1939 yılına kadar tümüyle unutuldu. Stirling'in Tres Zapotes, La Venta, Cerro de las Mesas ve San Lorenzo'da yaptığı araştırmalar bilim dünyasının dikkatini Olmek kültürüne çekmiş ve National Geographic dergisi Olmekler'i herkesin evine sokmuştu.

Olmek kültürü konusunda daha sonra yapılan araştırmalar aralarında 17 dev başın da bulunduğu yüzlerce taş heykeli ortaya çıkarmıştır. Ayrıca küçük yeşim oymalar, çanak çömlek ve başka çeşitli eşyalar da ele geçirilmiştir. Çağdaş bilimadamlarının çoğu bu olağanüstü anıtların, yaşayan ya da ölmüş Olmek hükümdarlarına ait olduklarını kabul etmektedir.

İlginç olanı, diğer 17 heykelin hiçbirinin "Afrikalı"ya benzememesidir ve Melgar'dan bu yana hiçbir arkeolog, onun Tres Zapotes başının etnik teşhisini kabul etmiş değildir. Şu halde Afrikalı Olmekler sorusu yakın zamanlarda neden yine ortaya atılmıştır?

ÇAĞDAŞ EFSANE

Gabriel Haslip-Viera ile arkadaşları, yakınlarda yaptıkları kapsamlı bir çalışmayla fikrin geçmişinin, Ivan Van Sertima'nın yazılarına ve özellikle Kolomb'dan Önce Geldiler (1976) kitabına dayandığını bulmuşlardır.

Bir arkeolog olmayan Van Sertima, "Negroid" Afrikalılar'ın Kolomb'dan çok önce sayısız kere Amerika kıtasına geldiklerini, bu gelen Afrikalıların Mezoamerika ile Güney Amerika'nın ilk uygarlıklarını yarattıklarını ya da etkilediklerini iddia etmektedir. Hiçbir ciddi arkeolog bu iddiaları kabul etmemişse de, bunlar Kuzey Amerika'daki çağdaş Afromerkezci hareket için önemli bir temel efsane olmuştur.

Haslip-Viera'ya göre Afromerkezci revizyonist tarih, "eski Mısır, eski Mezopotamya, Hindistan, Çin, Avrupa ve Amerika'nınki dahil dünyanın bütün eski uygarlıklarının 'siyah' ırktan insanlar tarafından yaratıldığım ya da onlardan esinlendiğini" iddia etmektedir.

Van Sertima ve diğerleri iddialarını desteklemek için şunları ileri sürmektedirler: Eski Dünya'da çeşitli zamanlardan ve yerlerden yazılı belgeler, Olmek dev başlarının "Negroid" yüz hatları, Olmek toprak höyükleriyle Mısır ve Nübye'nin taş piramitleri arasındaki mimari benzerlikler, bir yarıkürede bulunan bitkilerin diğerinde de bulunması ve Amerika kıtasında mumyalama uygulaması. Haslip-Viera ve arkadaşları her kanıtı tek tek inceleyip her birini reddetmektedirler.

Olmekler'in Mezoamerikan uygarlığının kökenlerinde oynadıkları önemli rol gözönüne alındığında, Afromerkezcilerin iddialarını desteklemek için 19. yüzyıl vahşisi hayali fikirlerini canlandırmış olmaları şaşırtıcı değildir. Ancak bunlar aynı dönemin aynı derecede yanlış ırkçı fikirlerini de devam ettirmektedirler ki, bu fikirlere göre Amerikan yerlileri, Eski Dünya'nın halklarıyla aynı düzeyde büyük kültürel gelişmeler yapmaktan yoksun daha aşağı seviyede bir uygarlık sayılmaktadırlar.

Osetler:

Osetler, (Osetçe:ирæттæ, irættæ) Osetya'nın yerli bir etnik grubu olan İran asıllı halktır. Osetlerin çoğunluğu Rusya'ya bağlı Kuzey Osetya'da ve Gürcistan'la yaşanan savaştan sonra Rusya tarafından bağımsızlığı tanınan Güney Osetya'da yaşamaktadır. Dilleri Hint-Avrupa dil ailesinin İrâni Diller koluna bağlı Osetçe'dir.

Osetler, Sarmatyanlardan sonra onların kalıntıları üzerine kurulan İskitler'in uzantılarıdır. İskitler kuzeyde Moskova steplerinden, güneyde Anadolu ve Diyarbakır’a kadar, batıda bugünkü Macaristan’a, doğuda bugünkü Afganistan ve kuzey Pakistan Hindukuş dağlarına kadar uzanan bir bölgeye hakimdi. En büyük yıkıma Hunlar zamanında uğradılar. Sonradan Hunlar'la kaynaşarak Alanlar/Osetleri meydana çıktı. Onlar da azala azala zamanla bugünkü Osetya’yı oluşturdular. Bu nedenle Macarca ile ortak kelimeleri bulunuyor. Doğu’da Patanlar ve Peştular olarak tanınırlar. Osetçe'de bilhassa Peştunca'da ve Zazaca’dan çok ortak kelime bulunuyor.

Dil

Osetlerin dili Hint-Avrupa dil ailesinin İrani Diller koluna bağlı Osetçe'dir. Osetçe'nin iki ana lehçesi vardır. Bu lehçelerden biri Kuzey Osetya ve Güney Osetya'da konuşulan İron lehçesi, diğeri Kuzey Osetya'da konuşulan Digoron lehçesidir. Osetçe'ye bağlı Kudairag ve Tuallag gibi alt şivelerde vardır. Edebiyat dili en yaygın lehçe olan İron lehçesine dayanılarak ortaya çıkarılmıştır. Bir halk şairi olan Kosta Hetagurov, Oset edebiyatının kurucularındandır.

Osetçe, Kuzeydoğu İran dillerinde sınıflandırılmaktadır. Tacikistan'da konuşulan Yagnob dili, bugün Osetçe ile beraber Kuzeydoğu İran dilleri içinde yaşamını sürdüren son dilidir. Osetçe ve Yagnob dili, İskitçe-Sarmatça dillerinin lehçe grubundan kalmadır. Doğu İran dillerinden olan Peştuca kalıtsal bakımdan Osetçe'ye benzemektedir.

Tarih

Osetler'in atalarının tarihi eski çağlara kadar uzanır. Orta Asya bozkırlarından Ural dağlarına kadar göçebe olarak yaşayan İskitler Karadeniz'in kuzeyine ve daha sonra da Balkanlara kadar yayıldılar. İskitler at üzerinde savaşta usta bir halktı ve bu üstünlükleriyle bu coğrafyada kültürel anlamda derin izler bıraktılar.

M.Ö. 3. yüzyılda İskitlerin yerini Urallar üzerinden gelen akrabaları Sarmatlar aldı. Sarmatlar bir kabile federasyonuydu ve temel olarak üç ana kabileden oluşuyordu: Alanlar, Roksalanlar ve Yazsaglar. Alanlar Don Nehri ve Volga Nehri arasında kalan ve Kuzey Kafkasya'yı da kapsayan bir bölgede hakimiyet kurmuştu; Roksalanlar ise Don nehrinden Orta Avrupa'ya kadar olan bir alanda yaşamaktaydı; Yazsaglar ise bugün Macaristan olan Pannonia bölgesini kaplamıştı. Sarmatların en büyük özelliği ağır zırhlı süvarileriydi; tarihçiler batıdaki şövalye tarzının Sarmatlardan gelebileceğine dair teoriler öne sürdüler.

Zaman içinde İskandinavya'dan gelen Cermen kabileleri Balkanlar ve Karadeniz kıyılarına kadar inince Sarmatlarla komşu oldular. Bu komşuluk ortak düşmanları olan Romalılarla savaşta yapılan ittifaklara kadar uzandı. M.S. 370 yılında doğudan gelen Hunlar sırasıyla önce Alanları, sonra da en güçlü Cermen kabilesi olan Gotları önüne katarak bu ittifakı bozdu. Domino etkisiyle yayılan kavimler göçü birçok barbar halkı etkiledi ve sonunda Roma İmparatorluğu'nun çöküşüne kadar gitti.
Kosta Hetagurov

Sarmat kabilelerinin kaderi Hun istilasıyla ve Avrupa'daki barbar göçleriyle birleşti. Sadece Alanların bir kısmı Kafkasya'ya sığınarak yerlerinde kaldı ve orada bir Alan Krallığı kurdular. Alan Krallığı bölgeye gelen Bizans ve Hazarlarla çeşitli ittifaklar yaptı ve başkenti M.S. 13. yüzyıla kadar hayatta kalmayı sürdürdü. Bu tarihte gelen Moğol istilalarıyla krallık yıkıldı ve sağ kalan Alanların (kurtulabilenlerin sayıları 16.000 olarak tahmin edilmektedir) Kafkas dağlarının yüksek bölgelerine sığınmalarıyla bugünkü Oset halkı oluştu.

Avrupa'da kalan veya göçlerle batıya giden Sarmatlardan en güçlü olan kabile Alanların bir kısmı Hunlarla birlikte hareket etti ve onlara katıldılar. Hunlardan kaçanlar ise bir Cermen kabilesi olan Vandallarla birlikte Avrupa içlerine kadar girerek bugünkü Fransa'yı teşkil eden Galya bölgesini istila etti. Burada Goar ve Respendial adındaki iki Alan kralı anlaşamayınca Respendial komutasındaki Alanlar, Galya'dan ayrılarak Vandallar ve yine bir Cermen kabilesi olan Süevlerle birlikte M.S. 409 yılında İberya'yı, yani İspanya'yı işgal ettiler. İberya'da tekrar bir paylaşım oldu ve Alanlar'a bugünkü Portekiz sınırları içindeki Lusitania verildi.

M.S. 418 yılında İberya'nın Gotların batı kolu olan Vizigotlar tarafından istila edilmesiyle birlikte Alan, Vandal ve Süev toplulukları Cebelitarık'ı geçerek Kuzey Afrika'ya girdiler. Kuzey Afrika ve Kartaca Roma'nın tahıl ambarıydı; bu şekilde zaten zor durumda olan Roma İmparatorluğu ciddi bir darbe yemiş oldu. Kuzey Afrika'da kurulan krallığın başına bir Vandal olan Geiseric geçti ve krallık unvanını "Vandalların ve Alanların Kralı" olarak belirledi. Bu krallık M.S. 6. yüzyıla kadar yaşamını sürdürdü. Galya'da Goar'ın komutası altında kalan Alanlar ise zamanla bölgedeki diğer halkların içinde eriyip izlerini kaybettirdiler.

Avrupa'da kalan diğer Sarmat kabilesi olan Roksalanlar istilacı kabileler içinde eridi. Yazsaglar ise Pannonia'da kalmaya ve Roma için sorun teşkil etmeye devam ettiler. Varlıkları barbar istilalarından sonra durulan ortamda kurulan yeni imparatorluklardan sonra da devam etti ve Macar birliğinin kurulmasından sonra oluşan federasyon içinde Jazsag bölgesinde 15. yüzyıla kadar kendi kimliklerini muhafaza ettiler; bu tarihten sonra dillerini kaybettiler ve Macarlaştılar. Kral Arthur efsanesinin orijininin, M.S. 175 yılında Roma İmparatorluğuna yenildikleri savaştan sonra fidye olarak verdikleri 5.500 kişilik süvari birliğinin Romalılar tarafından Britanya'ya gönderilmesiyle, Yazsaglar olduğuna dair hipotezler mevcuttur.

Modern Osetler

Çağdaş Osetleri tanıyabilmek için binlerce yıl geriye; inanılanlara göre diğer kavimdaşlarından soyutlanıp Orta Asya ve Kuzey İran'dan ayrılan, Hint-Avrupa ırkına mensup olan insanların zamanına dönmek gereklidir.

Massaget ortak ismiyle bilindikleri bir zaman sürecinde bu insanların bir bölümü savaşçılık ve inatçılıklarıyla öne çıktılar. Daha sonraları, geriye Avrupa kıtasına göç etmeye başladılar ve eski İran dili konuşan bu Massaget halkı görünüşe göre bir çok etnik dala ayrıldı, en belirgin olarak Yazuglar, Sarmatlar, Roxolanlar (ya da Ruslanlar), Aorsler, Alanlar, Saklar ya da söylenegelen üzere Sarmat kabilelerine ayrıldı. Genellikle farklılıklar sadece geleneksel ve "Alanorslar" gibi adlarda. Dilleri diğer kavimlerce de konuşulan, akraba İskit kabilelerinin öncüllüğünde Avrupa'ya yayıldılar. Ünlü eski yazar Joseph Flavious, örneğin Alanları, İskitlerin Tanais (don) Nehri ve Azov Denizi etrafında yaşayan bölümü olarak tanımlar. Diğer eski tarihsel kaynaklar, şu ana kadar Pro-Hazar Massagetlerini "İskit Kavmi" olarak kabul eder. Bazı araştırmacılar ise Sarmat kabilelerinin MÖ 6-4. yüzyıllar arasında Kuzey Pro-Hazar ve Pro-Ural bölgelerinde ortaya çıktığına inanırlar.

Avrupa kıtasının geniş güneydoğu bölgesi boyunca yapılan göç sonucunda, birbirleriyle kurdukları kavimsel birliktelikler sayesinde Sarmatlar yüzyıllar boyunca dünyanın bu bölgesindeki dominant etnik unsur olmuşlardır. Örneğin Aorslarların Çar'ı ihtiyaç halinde 200 bin kişilik süvari birliği toplayabilmekteydi.

Modern Osetlerin şu an yaşadığı bölge olan Kuzey Kafkasya ve neredeyse tüm Transkafkasya'ya ilk yerleşimleri İskitler tarafından yaklaşık olarak MÖ 7. Yüzyıllarda gerçekleşti. İskit malzeme kültürü eserleri Güney Osetya'da ve Gürcistan'ın merkezi bölgelerinde bulundu. Kuban kültürünün yerli kabilelerini asimle ederek, bundan 3500 yıl önce orta Kafkasya'da ortaya çıktılar. Bu kültürün, zamanının halkları arasındaki çok gelişmişliğinin ispatı olarak bugüne kadar korunmuş olan tunç ve demir silahlar, aletler, mücevherat ve çömlekler gösterilebilir. Bunlar yalnız Validkavkaz, Nalçik, Grosni'deki Kafkasya müzelerinde değil, Rusya Federasyonu'nun en iyi müzeleri olan - Devlet Zaviyesi, Devlet Tarih Müzesi'nde sergilendiği gibi; Berlin, Viyana, Lyon ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de ziyaretçilerin beğenisine sunulmaktadır.

İskitlerin, eski Kuban kültürüyle karışması, bugünkü Oset halkının oluşmasında önemli bir platform görevi görmüştür. 2500 yıl önce İskitleri izleyerek Kafkasya'ya gelen Alan-Sarmat kabileleri bu bölgede kendilerine
çok yakın buldukları İrani dil konuşan halklarla karşılaştılar. (Eski Yunan tarihçisi Heredot, kendisinden "Tarihin Babası" olarak bahsedilir, Alanları bazen İskitlerden ayırmanın zor olduğundan bahsediyor ve Starbonla Procopius Cesaerian, Alanların bozuk bir İskitçe kullandıklarına işaret ediyor.)

MS 5-6. yüzyıllarda, Alanlar daha önceleri baskınlar düzenledikler Transkafkasya'ya nüfuz ettiler ve kabul edilen bazı eski kaynaklara göre ("Ermeni Coğrafyası" gibi, MS 7.yy ) tamamına yerleştiler. Transkafkasya'nın Alanik-Sarmat nüfusu, Hun akınları süresince yeniden oluştu. 10-12. yüzyıllarda Osetlerin Alanya Feodal Devleti eski dünyanın en güçlü devletlerinden biri olmaya başladı. Sonuç olarak üstün Tatar-Moğol kuvvetlerinin yıkıcı istilaları nedeniyle yıkıldı. Tesadüftür ki, güçlü Alanlar, pratikte Moğolların açık savaşta tek seferde yenemedikleri ilk
halk olmuşlardır. Hatta Moğollar, Alanların ana müttefiklerin olan Kıpçaklara rüşvet vererek onlara ihanet etmelerini sağlamak zorunda kalmışlardır. Alanların bir kalesi, tahminen Magas şehrinde, Moğollar tarafından 12 yıl kuşatma altında tutulmuştur. (Aynı şey Plano Carpini ve eski Arap tarihçisi Ebul Fada tarafından da teyit edilmiştir.)

Peki Modern Osetleri onların efsanevi İskit ve Alan soylarına bağlayan şey nedir? Her toplumun ruhu, onun dilidir. Günümüzde Osetler, Digoron diyalektiğinde en az değişim gösteren İskit dilini konuşuyorlar. Büyük Sovyet Ansiklopedisi'nde ( 3.baskı) bu konu hakkındaki makalede şöyle diyor: "İskit-Sarmat diyalektlerinin neslinden olan bir dil de; Kafkasya'daki Osetlerin dilidir."

Dilin dışında Osetler, özellikle ocak zincirinin dokunulmazlık ve kutsallığı gibi bir çok İskit gelenek ve göreneklerini korumuşlardır. İskit-Sarmat mirası, milli karakter özellikleri ve dış görünüş açısından da Osetlerin varisliğindedir. Osetler, açıkça bir Hint-Avrupa halkıdır, pek azı kumral-sarı veya kestane rengi saçlara, gri ya da mavi gözlere sahiptir. Aynı özellikler bilindiği üzere pek çok Sarmat'ın doğuştan sahip oldukları niteliklerdir. Osetlerin milli karakterlerinden bahsedersek, şüphesiz biri bunun iki tane olduğunu söyleyecektir, en karakteristik tarafları olarak; müthiş misafirperverlikleri ve güçlükler karşısındaki kararlılıklarıdır.

Günümüzde Osetler, modern bir halktır ve bazı açılardan göze çarpan durumları söz konusudur. Yaklaşık 190 Oset, ihtilal öncesi Rusya'sının en üstün askeri payesi olan "St.George Haçı"na sahiptir ki, bazıları birden fazla sayıda...

Rus Çarlığı’nda ve Sovyet Ordusu’nda 70 general ve amirale sahip oldukları bilinmektedir. 600 binden daha az bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bir çok spor dalında 30 Dünya Şampiyonu çıkarmış ve bunlardan bazıları Avrupa Şampiyona ve turnuvalarında altın madalya kazanmıştır. Kuzey Osetya'nın futbol takımı "Alania" 1995'te Rusya Federasyonu Şampiyonu oldu ve toplamda iki kere Rusya'nın en iyisi unvanını elde ettiler. Osetler, eğitimli bir toplum olarak bilinmektedir. Kuzey Alanya Cumhuriyeti Rusya Federasyonu içerisinde halkın eğitim düzeyi açısından en iyi on bölgeden biri olarak değerlendirilmektedir. Kuzey Osetya'daki öğrenci yüzdesi, Almanya, İngiltere gibi çok gelişmiş ülkelerdeki oranlardan kat be kat yüksektir.

Bir çok Oset, bağımsız devletler topluluğu ülkelerinde yaşamakta ve bir çok firmada üst düzey yönetici olarak görev yapmaktadır. Orkestra kondüktörü Valery Gergiev, ismi dünyanın en iyi orkestra şefleri arasında geçer, şair Kosta Khetagurov, balet dansçı Svetlana Adyrkheva, isimleri anayurtlarının sınırlarından taşan ünlü şahsiyetlerden bir kaçıdır.

Polinezyalıların Anavatanı:

Zaman: 30.000 yıl önce- İS, 1200
Mekân: Pasifik

Bilebildiğimiz kadarıyla Proes ya da Pahee's adını verdikleri bu teknelerle, bu insanlar, bu denizlerde adadan adaya yüzlerce mil dolaşmaktadırlar, Güneş gündüzün, Ay ve yıldızlar da gecelen pusula işlevini görmektedir. KAPTAN JAMES COOK, 1769

Kaptan Samuel Wallis, HMS Dolphin gemisiyle 17667da yoğun bir sabah sisi içinde Tahiti adasına yaklaşmaktaydı. Sis dağılınca gemisinin uzun boylu, "sağlam yapılı" savaşçılarla dolu düzinelerce kanoyla çevrili olduğunu gördü. Tahiti çok geçmeden Avrupa'da, uzak bir tropik cennet olarak tanındı.

Burada kadınlar güzeldi, yoksulluk diye bir şey yoktu, insanlar soylu vahşi türünün en üstün örnekleriydi. Ancak daha aklı başında bir gözlemci olan Kaptan James Cook adayı 17697da ziyaret ettiğinde, o günden beri bilimadamlarım şaşkına çeviren bir soruyu ortaya attı: Tahitililer bu ıssız yurtlarına nereden gelmişlerdi? Yalnızca basit kanoları olan ve metali bilmeyen bu insanlar, açık okyanusları nasıl aşıp da Büyük Okyanus'un en uzak adalarına yerleşmişlerdi?

Cook'un, Polinezyalılar'ın daha batıdan geldiklerinden kuşkusu yoktu. Âdeta bir kâhin gibi şöyle yazıyordu: "Onları ada ada izleyerek, Doğu Hint Adaları'ndan geldiklerini saptayabiliriz." Büyük İngiliz denizcisi Tupaia adında bir yerel kanocu ile konuşarak kendisine kaptanların çok uzaktaki ıssız adalara nasıl gittiklerini sordu. Tupaia pusula olarak güneşi ve yıldızları nasıl kullandıklarını anlattı.

Cook, PoImezyalılar'ın yüzlerce mil alize rüzgârları altında gidebilmelerine şaşınca Tupaia batı rüzgârlarının Kasım'dan Ocak ayına kadar estiklerini ve kanoların o aylar içinde rüzgâr yönünde gayet hızlı yol aldıklarını söyledi.

Tupaia, zihninde Polinezya'nın görüntüsünü taşıyordu. Adaları, her birine kaç günde gidileceğini ve yönlerini sıralayınca Cook bunları kabataslak bir haritaya yerleştirdi. Çağdaş bilimadamları, Tupaia'nın kuzeydoğuda Markiz Adaları, doğuda Tuamotus, güneyde Austral (Tubai) ve güneybatıda Cook Adalarıyla sınırlı bir alanı tanımlayabildiğine inanmaktadırlar.

Batıdaki Fiji ve Samoa adaları bile adamın aklındaydı ki, bu Avustralya ya da Birleşik Devletler kadar bir bölgenin akılda tutulan haritası demekti. Kaptan James Cook, Yeni Zelanda'ya giderken, Polinezya yöntemlerini izleyebilmek için Tupaia'yı da kendisiyle birlikte gelmeye ikna etti. Ama ne yazık ki, Endeavour Güneydoğu Asya'dayken Tupaia hastalanıp öldü.

Uzun mesafeli yolculukların başladığı Polinezya'da, Raiatea Adasında Tuputaputia'da restore edilmiş eski bir marae (tapınak).

VARSAYIMDAN DENEYE

Cook'tan sonraki kâşifler, Tahitili denizcilerle görüşmemişlerdir. Pek çok masabaşı araştırmacısı, Pasifik Adalarının rüzgârın etkisiyle kıyıdan çok uzaklara sürüklenmiş kanolar tarafından iskân edildiğini kabul etmiştir. Ancak 1965'te İngiliz David Lewis, Mikronezya'nın Caroline Adaları'nda yaşlı kano kaptanlarıyla karşılaşmıştı.

Lewis onlardan, karadan çok uzaklara gitmek için önemli yıldızları izlemeyi, dalgaların yönünü, uzak kıyılara çarpıp dönen dalgaları tanımayı, deniz ve kara kuşlarının uçuşlarını izleyerek çıkış noktalarından çok uzaktaki adalara nasıl gittiklerini öğrendi. Bu denizciler denizin ve gökyüzünün aynı işaretlerini kullanarak evlerine sağ salim dönebiliyorlardı.

Lewis hızla kaybolmakta olan bir sanatı korumaya kararlı olarak Avrupa yapımı okyanus yatını, yalnızca bir yıldız haritası ve yardımcı olarak Polinezyalı bir denizci ile Cook Adalarından Yeni Zelanda'ya kadar götürdü. Lewis 1970'lerde de Caroline Adaları kılavuzlarının yanına çırak olarak girdi.

Böylece varsayım, yerini deneyime bırakmış oldu. Antropolog Ben Finney 1960;lı yılların sonunda eski çağların Polinezya kanolarının benzerleriyle uzun süreli deneylere başladı. Finney7in ilk teknesi Naleiha, Hawaii kraliyet kanosunun 12 metrelik bir kopyasıydı.

Hawaii7nin rüzgârlı sularında yapılan deneyler teknenin rüzgârla yol alabileceğini gösterince Finney, Büyük Okyanus Adalarında kullanılan kano tasarımlarını birleştirerek yaptırdığı bir kanoyla Hawaii7den Tahiti'ye gidip gelmeye karar verdi. Hawaii7li Kerb Kawainui Kane tarafından tasarlanan Hokule'a çifte gövdeli, iki yengeç kıskacı biçimli yelkenli 19 metrelik bir tekneydi.

Finney, Mikronezyalı denizci olan Mau Piailug ile çoğunluğu Hawaii'lilerden oluşan bir mürettebatla 1976'da Hawaii'den Tahiti'ye gidip döndü. Bu yolculuğun ardından yalnızca yerli kılavuzlar kullanarak adalar çevresinde iki yıllık bir yolculuğa çıktı. Hokule'a'nın deneyleri sayesinde eski Polinezya seyir becerileri artık sonsuza kadar korunmaya alınmıştır.

Hawaii çifte gövdeli kanosunun modern kopyası olan Hokule'a. Geleneksel seyire duyulan ilgi Hokule'a'yı ve diğer tekneleri eski kano rotalarında yolculuklara sürüklemiştir.

ESKİ GÖÇLER

Arkeologlar ve dilciler de buralardaki eski göçlerin izlerini araştırmışlardır. 77 Austronezya dilinin yakınlarda yapılan bir İncelemesinde, buralardaki adaların sakinlerinin kökenlerinin Taiwan olduğu anlaşılmıştır. Bunlar adadan adaya atlayarak Filipinlerde ve Yeni Gine'ye, oradan Tahiti, Hawaii, Yeni Zelanda'ya ve Paskalya Adası'na geçmişlerdir.

Bu karmaşık yolculuğun 2000 yılı aşkın bir süre sürdüğü tahmin edilmektedir ki, tarih öncesi terimlerle bu yalnızca bir göz kırpma zamanı demektir, insanlar Solomon Adaları'na en az 28.000 yıl önce yerleşmişlerdir.

5000 yıl öncesinde çok geniş bir değiş tokuş ağı deniz kabuklarını, obsidyeni (volkanik cam) ve diğer maddeleri Asya kıtasının içinden ortadaki adalara kadar getirmiştir. Bu insanları kendilerine özgü "Lapita" çömleklerinden izleyebiliriz ki, bu da Yeni Gine açıklarındaki Bismarck Takımadalarında gelişmiş olabilir. Ama 10 birinci binyılda Fiji kadar doğuda bulunduğu tespit edilmiştir.

Okyanusa dayanıklı çifte gövdeli kanolar ve taro gibi kolay depolanan bitki kökleri ufkun ötesindeki birbirlerinden yüzlerce mil uzaklıktaki adalara ziyareti mümkün kılmıştır. Kendisi de denizci olan Yeni Zelandalı arkeolog Geoffrey Irwin, bilgisayar modellerini ve kendi yolculuklarını kullanarak denizaşırı yolculukların sistematik olduğunu, bilerek gerçekleştirildiğini ve okyanus ve gökyüzü bilgisine dayandığını göstermiştir.

Kılavuzluk sisteminin kuşaktan kuşağa geçmesi nedeniyle denizcilerin başarıları şaşırtıcı olabilir ama hiç de esrarengiz değildir. Mikronezya ve Doğu Polinezya IS l. yılda Fiji'den başlayarak son 2000 yıl içinde iskân edilmiştir. Tahiti'ye 800, Hawaii'ye 600, Paskalya Adası'na 300 ile 400 ve Yeni Zelanda'ya 1000 yılında yerleşilmiştir. Bu yolculuklar! çağdaş insanın dünyaya 150.000 yıl süren yayılmasının son bölümü de tamamlanmış oluyordu.

Büyük Okyanus'ta ilk insan yerleşimi açık deniz kanolarının sağlamlığına ve kolay depolanabilir yiyeceğin bulunmasına bağlıydı. Denizciler, Melanezya adalarına 30.000 yıl önce erişmişlerse de, uzak adalar ancak son 3000 yılda iskân edilmiştir.

Büyük Okyanus denizcileri sanatlarını büyüklerinden denizlerde öğrenmişler, yıldızların hareketini ezberlemişler ve adalarla takımyıldızları gösteren basit çıta haritalar kullanmışlardır.

Punt Ülkesi:

Zaman: İÖ yaklaşık 2450-1170
Mekân: Somali/Sudan/Etiyopya?

Yüzümü tanyerine çevirerek sana bir harika yarattım. Bütün kokulu çiçekleriyle Punt topraklarını senden huzur istemek ve senin verdiğin havayı solumaları için sana getirdim. III. AMENHOTEP'IN MEZAR TAPINAĞINDAKİ KİTABEDEN.

Kral Sahure'nin hükümdarlığından (İÖ yaklaşık 2450) III. Ramses zamanına kadar (İÖ yaklaşık 1170), en az bin üç yüz yıl eski Mısırlılar düzenli olarak Punt diye bildikleri bir bölgeye ticari seferler yapmışlardır. Punt'un Mısır'ın güneyinde bir yerde olduğu bilinmekteyse de, çağdaş bilimadamları bunun tam yerini ve Mısır ticari heyetlerinin hangi kara ve deniz yolundan gittikleri konusunu uzun zamandır tartışmaktadırlar.

Punt ülkesi ve halkı hakkındaki bilgimiz metinlerden ve resimlerden gelmektedir. Resimlerde çizilmiş sahneler ve kazınmış yazılar, tüccarların oraya altın, aromatik reçineler, ince tahtalar, fildişi ve vahşi hayvanlar (zürafa, maymun ve babunlar) gibi egzotik şeyler almak üzere gönderildiğini göstermektedir. Bazı Yeni Krallık tapınak ve mezarlarındaki resimlerde Puntlar, koyu kızıl tenli ve ince yüz hatlı insanlar olarak gösterilmiştir. Bunlar daha eski dönemlerden kalma resimlerde uzun saçlıyken, 18. Hanedan sonrasından başlayarak daha kısa saçlı olarak resmedilmişlerdir.

Punt, bir zamanlar günümüz Somali'si olarak düşünülmüşse de, artık Punt Ülkesi'nin, resimlerdeki ve röliyeflerdeki bitki ve hayvanların daha çok bulunduğu Güney Sudan'da ya da Etiyopya'nın Eritre bölgesinde olduğu iddia edilmektedir.

KRALİÇE HATŞEPSUT'UN PUNT RESİMLERİ

Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapmağındaki çok iyi işlenmiş bir dizi sahne, belki de uzun bir hareketsizlik döneminden sonra Puntlar'la ticaret anlaşmasının yeniden başlamasını kutlamak için yapılmıştır. Resimlerde gayet belirgin olarak, Puntlar'ın direkler üzerinde duran konik biçimli ve merdivenle girilen saz kulübeleri görülmektedir. Deyr el-Bahri'de tasvir edilen bitkiler arasında palmiyeler ve mür ağaçları da vardır ve bu sonuncular mürrüsafi çıkarılması için parçalanmaya başlamışlardır.

Punt hükümdarı (Mısırlılar'dan uzun sakalı ve garip giysileriyle ayrılmaktadır) Mısırlı ticaret heyetini karşılamaya çıkmıştır. Hükümdarın adı Parahu olarak verilmekte ve Puntlular'ın tek lideri olduğu ima edilmektedir. Ancak pek çok başka yazıtta da, Mısırlıların Punt'ta her biri kendi liderlerine sahip farklı gruplarla karşılaştıkları belirtilmektedir.

Aşağı ve yukarı Nübye halkları da aynı şekilde, farklı adlar taşıyan kabileler arasında bölünmüştür. Parahu'nun bir reislikler konfederasyonun başı ya da Mısırlılar ile Punt'un daha iç bölgeleri arasında aracılık yapan bir kıyı kabilesinin temsilcisi olması mümkündür.

PUNT ÜLKESİNE DENİZDEN Mİ GİDİLDİ, KARADAN MI?

Ticaret kafilelerinin Thebes'ten Punt'a iki aşamada gittikleri kabul edilmiştir: Önce Doğu Çölü'nden vay a geçilip sonra teknelerle Kızıldeniz kıyısından aşağı (teknelere Kuseyr'den ya da Mersa Gawasis; den binilmiş olacaktı).

Deyr el-Bahri resimleri en azından büyük bir Punt seferinin tekneyle gidiş gelişlerini doğruluyorsa da (Hatşepsut'un filosunun çevresindeki balıklar nehirden çok deniz türleridir), bazı seferlerin 4. Şelale'ye kadar Nil'den gidip, sonra Kurgus kalesi yakınlarında Puntlular;la ticaret yapışması ya da oradan kara yoluyla Punt;a (ya da Punt ile Nübye arasındaki bir bölgeye) gidilmiş olması da mümkündür.
Kızıldeniz yolculuğu varsayımına karşı Nil Nehri ile kara yolculuğu varsayımını ortaya atan, Amerikalı Mısırbilimci Louise Bradbury'dir. Bradbury, III. Thutmosis ve II. Amenhotep dönemlerinin Başhazinedarı Min'in 18. Hanedan mezarındaki resimlerde, Min'in Kızıldeniz'den çok nehir ulaşımına uygun düz sallarla gelmekte olan Puntlular;la yapılan bir ticaret seferinin başında olmasına işaret etmiştir.

Hammamat Vadisinin doğusundaki Yeni Krallık yazıtlarının yokluğunun, bu kara ve/veya Kızıldeniz yolunun sık kullanılmadığının kanıtı olacağım belirtmektedir. Oysa Kurgus'ta 18. Hanedan'dan kalma duvar resimlerinde, burasının Puntlar ve Mısırlılar için işlek bir ticaret yeri olduğu görülmektedir.

Punt bir ticari ortak olarak sağlam bir biçimde yerleştikten sonra bile bir tür uzak Shangri-La olarak görülmeye devam etmiştir. Orta Krallık döneminin "Gemisi Batan Denizci" hikâyesinde kahraman, kendisini Punt kralı olarak tanıtan ve mürrüsafi veren tılsımlı bir yılanla karşılaşır.

Ancak Yeni Krallık'ın (İÖ 1070 yılları) son bulmasından sonra Mısır kayıtlarında Punt;tan çok az söz edilir. Bölgeye ilişkin en son gönderme, bir 26. Hanedan (İÖ 600) kitabesinde bulunmaktadır. Burada bile ticaretten çok iklim ön planda tutulmakta ve Punt Ülkesi, aşırı yağışın Mısır'da Nil'in taşkınlarına neden olacağı dağlık bir bölge olarak tanımlanmaktadır.

Rongorongo:

Zaman: ??-19. yüzyıl
Mekân: Paskalya Adası

Ko hau rongorongo'larımız kayboldu! Geleceğin olayları yanımızda getirdiğimiz bu kutsal levhaları ve yeni toprağımızda yapacaklarımızı yok edecek. Başka ırkların insanları kalan birkaç taneyi paha biçilmez değerde nesneler olarak koruyacaklar ve onları maori'leri bunların üzerinde çalışacaklar ama okuyamayacaklar. Ko hau motu mo rongorongo'muz sonsuza kadar kaybolmuş olacak. Aue! Aue! HOTU MATU'A (PASKALYA ADASININ EFSANEVÎ İLK YERLEŞİMCİSİ)

Paskalya Adası (ya da sakinlerinin dedikleri gibi Rapa Nui) dünyanın her yerden en uzak yerleşim noktasıdır: En yakın komşusu doğu-güney-doğuda 2250 km uzaklıktaki Pitcairn Adası'dır. Yönetsel açıdan bağlı olduğu Şili'ye ise, 3600 km uzaklıktadır.

Bu adayı gören ilk Avrupalı olan Hollandalı Amiral Jacop Roggeven, buraya bir Paskalya günü ayak bastığı için adını da Paskalya Adası olarak koymuştu. Ada, buralardaki bütün Büyük Okyanus adaları gibi küçük olup uzunluğu en fazla 24 kilometredir.

Benzeri olmayan büyük taş heykellerinin (moai} dışında esrarengiz bir yanı da rongorongo ("şarkılar" ya da "ezberler") adı verilen kendi yazısına sahip olmasıdır. Bu o kadar egzotik ve esrarengizdir ki, 1860'da Avrupalılar tarafından keşfedildiğinden beri rongorongo yazısıyla yazılı tahtadan tabletler çözüm meraklıları için âdeta bir mıknatıs olmuştur.

Honolulu'dan Santiago'ya ve Avrupa başkentlerine kadar, muhtemelen bir köpekbalığı dişi, kuş kemiği ya da bir obsidyen parçasıyla tahtaya kazınmış olan 25 rongorongo kitabesi vardır. Paskalya Adası'nda bir tane bile kalmış değildir. Çoğu Büyük St. Petersburg tableti gibi şu anda bulundukları yerlerin adlarıyla anılırlarsa da, bazıları yumurta biçimi nedeniyle Rapa Nui dilindeki adıyla Mamari ("yumurta") olarak bilinir.

Bu yazıların çoğu çok kısadır, ancak en büyüğü ve uzunu olan Santiago bastonunda 126 x 6,5 santimlik bir tahta üzerinde 2300 karakter vardır. Bir Avrupa ya da Amerikan küreğinden yapılma ahşap bir tablet olan Tahua'da da 1825 karakter vardır ve bu da en uzun tablet yazısıdır.

RONGORONGO KAÇ YAŞINDADIR?

Rongorongo tabletlerinin günümüz Rapa Nui diline akraba bir Polinezya dilinde yazıldığından kimsenin kuşkusu yoktur. Sorun dilin yazıların yazılmasından bu yana ne kadar değiştiğini belirlemek ve dil ile yazıları ilişkilendirmektir. Ancak rongorongo'nün bir yazı sistemi olarak kaç yaşında olduğundan kimse emin olamaz. Yazıların hiçbirinde tarih yoktur.

Rongorongo âdâya bin beş yüz yıl önce Polinezya' dan mı getirilmiştir, yoksa adada dış etkiler olmaksızın mı icat edilmiştir ya da 18. yüzyılda ilk Avrupalı ziyaretçilerle ilişkilerin bir ürünü müdür bilinmemektedir. Üç olasılık için de bazı kanıtlar vardır. Eğer adada bağımsız bir icat kanıtlanabilirse bu, yazının bir değil birkaç kökeni olduğu düşüncesini güçlendirir ki, bu da gayet tartışmalı bir konudur.

Paskalya Adası'nın 19. yüzyılda kaydedilen sözlü geleneğine göre adanın ilk yerleşimcisi olan efsanevi Hotu Matu'a Polinezya'daki anayurdundan 67 tablet getirmiştir. Ancak Okyanusya'da sömürge döneminden önce herhangi bir yazı sistemi olduğunu gösteren bir bilgimiz yoktur. Eğer yazı adada icat edilmiş olsaydı bunun taşa, mağara duvarlarına, ya da moai heykellerine kazınmış olmasını beklerdik.

Böyle bir şey yoksa da, rongorongo simgelerine benzeyen petroglifler (taş-oyma) vardır. Ancak petroglifler Avrupalılar'la ilişkiden çok önce de olmuş olabilir ama adada kimse bunları fonetik konuşmayı temsil edecek biçimde kullanmayı da becerebilmiş değildir.
1722'de gelen ilk Avrupalı ziyaretçiler herhangi bir rongorongo izine rastlamamışlarsa da, 1770'de iki gemiyle gelen ve adayı askeri bir törenle İspanya kralına bağlamak isteyen İspanyollar adalıları bir anlaşma "imzalamaya" zorlamışlardır.

Kullanılan -simgelerden ikisi -"vulva" ve "kuş"- petrogliflere benzemekteyseler de, rongorongo'ya benzememektedirler. Bazı bilimadamları belki de rongorongo'nun İspanyol yazısını görme sonucunda 1770'ten sonra icat edildiğini ileri sürmüşlerdir.

ÇÖZÜM GİRİŞİMLERİ

Rongorongo'yu çözmek için çağdaş girişimler, simgelerin iç analizleriyle 19. yüzyıldan önce, gelenek daha ölmeden, yerlilerden toplanan rongorongo " okumalarına dayanarak ve Polinezya dilleri bilgisiyle desteklenerek yürütülmektedir. Pek çok ülkeden bilimadamının katkısına rağmen ilerleme çok ağırdır.

19. yüzyıl sözlü kanıtlarının geçerliliği konusunda ve yazı sistemindeki simge sayısı üzerinde anlaşmazlık vardır. Simge-sayısı tahminleri 55-60 temel simgeden yüzlercesine kadar değişmektedir. Genelde üzerinde anlaşılan bir "çözüm", Mamari tabletinin bir tür ay takvimi olduğudur.

Steven Roger Fischer'in Santiago bastonu çözüm önerisinde, bunun yaratılış ilahisi olduğu ileri sürülmüştür. Çeviri bazıları tarafından heyecanla karşılaşmışsa da, diğer rongorongo araştırmacıları bunun geçerliliğini kabul etmemiştir. Daha fazla tablet bulunmadıkça (ki, tahta çabuk çürüdüğü için bu pek muhtemel değildir), rongorongo tahtalarında ne yazdığını asla öğrenemeyeceğiz.

Sümerler:

Sümerler, M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış halk.

Mezopotamya'da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini Sümerler atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya'da Sümerlerde ortaya çıkmıştır.[kaynak belirtilmeli] Genel kanı Sümerlerin çağdaşı olan halklarla yakın etkileşimi sonucu benzerliklerin olduğu yönündedir.Birkaç kaynakta belirtildiği gibi bu halk Türk değillerdir. Belirli bir halk ile bilimsel bir akrabalık henüz kanıtlanamamıştır.

M.Ö. IV. bin yıla doğru, henüz çorak olan bölgeye Sümerler yerleştiler.Kökenleri bilinmeyen, ama Mezopotamya'ya doğudan geldikleri sanılan Sümerler, ırmak kıyılarındaki bataklık bölgeleri kurutup, güzel ve verimli bahçelere dönüştürdüler.Hurma, vb. meyve ağaçları diktiler; tarlalar açtılar. Bölgeye kendilerinden önce yerleşmiş toplulukların yanı sıra, Sümerler'de zengin, bağımsız, siteler kurdular: Ur, Layoş, Uruk, vb. Her sitenin bir yöneticisi ve bir koruyucu tanrısı vardı. Bütün yetkiler, "Lugal" ("Büyük adam") denilen hükümdarın elindeydi; hükümdar aynı zamanda da, sitenin en büyük din adamıydı.Dinsel olduğu kadar ekonomik ve siyasal bir merkez de olan tapınak, sitenin tanrısına ayrılmış bir yerde kurulurdu.Sitelerin yönetimi ve ticaret alışverişlerinin gerekleri, Sümerlerin en büyük buluşlarına yol açtı: Çivi yazısı.Önceleri resimlerden, daha sonraysa soyut simgelerden oluşan çivi yazışı, kil levhalar üstüne, sivri aletlerle kazılıyordu (Çivi yazısı, 1802'de Alman bilgini Grötefend tarafından çözülmüştür).Sümerler, M.Ö. 3500 - M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya'da yaşamış halk.

Mezopotamya'da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini Sümerler atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya'da Sümerlerde ortaya çıkmıştır.[kaynak belirtilmeli] Genel kanı Sümerlerin çağdaşı olan halklarla yakın etkileşimi sonucu benzerliklerin olduğu yönündedir.Birkaç kaynakta belirtildiği gibi bu halk Türk değillerdir. Belirli bir halk ile bilimsel bir akrabalık henüz kanıtlanamamıştır.Sümer tarihinin ana çizgileri, çeşitli belgeler yardımıyla öğrenilebilir. Kahraman Gılgamış'ın (yaklaşık olarak M.Ö.3000) serüvenlerini anlatan en eski destan, ilk kral sülaleleri döneminden (M.Ö.2600-M.Ö.2500 yılları) kalmadır.İngiliz arkeologlarının 1922'de, Ur kralları mezarlığını ortaya çıkarmaları sayesinde, Sümer tarihinin ikinci bölüm ünde yaşam iş birinci Ur sülalesi döneminde (M.Ö.2500'den başlayarak), Sümer halkının gelenek, sanat ve inanışları incelenmiştir.M.Ö.2360'a doğru Sümer tarihinin üçüncü dönemi başlamış, yarı özerk Lagaş sitesi, kral Urukagina'nın hükümdarlığı sırasında, altın çağını yaşamıştır.Urukagina, yasa metinleri ile toplumsal reformları bir araya getiren "Reform Metinleri"ni hazırlatmıştır.Gene, ilk tarihsel anıt olan Akbabalar Dikilitaşı bu dönemden kalmadır.Dikilitaşta, kral Lagaş'ın başarıları anlatılmaktadır.

Ortadoğu'nun tahıl tarımının ve evcilleştirilmiş hayvanlarının insanlık tarihinde özel bir yeri vardır; çünkü ilk uygarlık onların yol açtığı yaşam biçiminden doğmuştur. Dünyanın en eski uygarlığı, Dicle ve Fırat nehirlerinin aşağı kıvrımları boyunca Basra Körfezi'ne kadar dayanan düz lığ (alüvyon) ovası üzerinde uzanan Sümer ülkesinde doğdu. Sümer topraklarını yaratmış olan ve her yıl yenilenen ırmak milinden bol ürün alınabilmesi için ilkel tarım tekniklerinin kökten değiştirilmesi gerekti.

Ortadoğu'nun ormanlık tepelerine, yaz başlarında, gelişen ekinlere hasat zamanına dek yetecek kadar yağmur yağıyordu. Ama yaz boyunca hemen hiç yağmur düşmeyen daha güneyde durum farklıydı. Böyle olunca, hasat ancak ırmak sularının ekinleri sulamak üzere tarlalara getirilmesiyle güvence altına alınabilirdi. Ne var ki, sulama kanallarının, setlerin yapımı ve bakımı yüzlerce, dahası binlerce kişinin birlikte çalışmasını ve ilk çiftçi topluluklarda görülenden çok daha sıkı bir toplumsal disiplini gerektirdi. Neolitik köylerde, olasılıkla küçük biyolojik aile sıradan çalışma topluluğunu oluşturmuştu.

Her bir aile, olağan durumlarda, kendi ekin tarlasının ya da tarlalarının ürününü tüketti; belki törensel, dinsel fırsatlar dışında ise, çok sayıda kimsenin örgütlü işbirliğine gereksinim duyulmadı. Başlıca farklılaşmalar, yaş grupları arasında ve kadınla erkek türleri arasında olduğu için, herkes aynı derecede özgürdü ve herkes aynı derecede havaların kararsızlığının kölesiydi. Bu basit toplumsal yapı, ırmak kıyısı ortamında kökten değişti. Irmak sularının denetlenmesi işinin büyük ölçüde insan çabasını gereksinmesi, halkın çoğunluğunun emeğinin bir tür seçkin yöneticiler tarafından yönetilmesini gerektirdi.

Bir seçkin yönetici sınıfının nasıl doğduğu belli değil. Bir topluluğun bir başka topluluğu fethedişi, toplumu efendilerle hizmetçiler, işleri yönetenlerle yönetilenler olarak bölmüş olabilir. Öte yandan, insan toplumundaki özel yerlerinin çok eskilere dayandığı bilinen doğaüstü uzmanları gittikçe gelişen bir görevsel uzmanlaşma sürecini başlatmış olabilir. Daha sonraki dönemlerin Mezopotamya mitoslarında, tanrıların insanları, eksiksiz donatılmış tanrı evinin, yani tapınağın yiyecek, giyecek ve öteki gereksinimlerini karşılamaları için yarattıkları anlatılır. Böylece tanrılar üretme sıkıntısına girmeksizin gereksinimlerini karşılamış olacaklardır.

Bu düşüncelerin nasıl uygulamaya konulduğu konusunda da biraz bilgimiz var. Örneğin Lagaş'ta bir yazı, kentin topraklarını, sahiplerinin tanrıya ödeyecekleri payların türüne göre üç bölüme ayırır. Büyük bir olasılıkla, tanrıya en ağır payları ödeyen çiftçilerin ellerinde, geriye kendilerine yetmeyecek kadar az şey kalıyordu; ki bu durum onları, yılın bir bölümünde tanrı adına çalışmak, demek ki sulama kuruluşlarında ya da rahiplerce planlanan öteki işlerde işlemek zorunda bıraktı. Bu yolla, çiftçilerin tapınağa verdikleri tahılın ve öteki tarımsal ürünlerin bir bölümü, tanrının özel hizmetçilerinin, yani rahiplerin yönetimi altında yürütülen işlerde çalışanlara karşılık olarak ödendi.

Böyle bir sistemin, büyük projeleri gerçekleştirecek binlerce insanın emeğinin bir araya getirilmesine olanak verdiği anlaşılıyor. Bu sistem aynı zamanda, tüm becerilerini tanrıyı hoşnut edebilecek bir lüks ve tantanayla beslemek, giydirmek, eğlendirmek ve ona tapınılmasını sağlamak yolunda kullanan çok çeşitli sanatçıların -dansçıların, şarkıcıların, sarrafların, aşçıların, doğramacıların, giysicilerin- uzmanlaşmasına da olanak verdi. Bu uzmanlar, artık zamanlarını yiyeceklerini üretmek için harcamak zorunda olmadıklarından, insanların o zamana değin ulaşabildiğinden çok daha yüksek becerilere ve bilgilere sahip olabildiler.

Böylece uygarlık, Dicle-Fırat Vadisi'nin aşağı bölgelerinde ilk yerleşimlerin görüldüğü İ.Ö. 4000 dolaylarından, çağımız bilginlerince okunabilen, Sümer kültürünün toplumsal ve düşünsel yönlerini yer yer aydınlatmaya başlayan yazılı kayıtların görüldüğü İ.Ö. 3000 yıllarına dek, bin yıl gibi kısa bir süre içinde ortaya çıkmış oldu.

Kökenleri

Mezopotamya'nın yerli halklarından değildi, sümerologların okuduğu tabletlere göre halkın bir bölümünün Orta Asya'dan diğer bir bölümünün ise Doğu'dan Dilmun denilen bir ülkeden geldiği söyleniyor, Atatürk'ün Türk Tarih Tezi'nde Sümerlerin M.Ö. 3500 yıllarında Orta Asya'dan göç ettikleri ileri sürülür. Tabletlerden okunduğu ve mitolojilerinden anlaşıldığı kadarıyla şimdilik bilinen, Sümerler in o zaman Mezopotamya'da bulunan Sami kökenli halklardan olmadıkları ve kuzeyden dağlık yörelerden geldikleridir.

Bazı antropologlar; yaptıkları incelemelerde Önasya’da elde ettikleri buluntulardan, Sümer, Kut, Elam ve Hurri toplulukların Ural-Altay kavimlerinden özellikle atlı göçebe Türk unsurlar olabileceği kanaatine varmıştır. Eski Önasya Tarihi uzmanı Hemmel, Sümerleri tamamıyla Türk kavmi olarak kabul etmektedir. Orta Asya’dan 4500-5000 yıllarında gelen Türklerin Sümerleri oluşturduğunu ileri sürer. Sümerce’deki 350 kelimenin Türkçe olduğu savunur. Prof. Dr. Osman Nedim Tuna da ''Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi'' adlı eserinde 165 adet Sümerce sözün Türkçe denklerini anlamlarıyla beraber göstermiştir.

Rus arkeolosijinin atası arkeolog Nikolsky şunları söyler: "Sümerlerin ana vatanı Aşkabad kentinin yakınındadır. Bu ülkenin kurganlarından arkeologlar taş, gümüş ve kilden yapılmış eşyaları bulmuşlardır ki bunlar, Mezopotamya'nın güneyindeki Sümer kurganlarındakilere çok benzerler. Bütün bunlar şu düşünceye getirir ki, Sümerler büyük bir ihtimalle bu günkü Türkmenistan'dan Mezopotamya'ya varmışlardır. Bu iki uygarlığın son analizi onların arasındaki birçok ortaklıkları göstermektedir. Sümerlerin baş Tanrıları olan En-Lil'in yerleştiği yer Mezopotamya'nın güneyindeki düzlükte değil, dağlarda olmuştur. Belki de Köpet Dağı'nın etekleri onların ana vatanı olmuştur"

Matveev & Sazonov, Zemlya Derevnogo Dvureçie, Moskova, 1986, s. 38 Begmyrat Gerey, 5000 Yıllık Sümer-Türkmen Bağları, 1. Basım, İst.: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, Arka kapak.

Sümerler'de Bilim

Yerleştiklerinde çanak- çömlek yapmayı ve madenleri işlemeyi biliyorlardı. Aşağı Mezopotamya'da Dicle ve Fırat nehirleri kıyısında Uruk, Lagaş, Eridu, Ur, Kiş gibi kent devletleri kurdular. Gelişmiş bir yapı tekniği kullanıyorlardı. Yerleştikleri kesimlerde muazzam bir sulama sistemi kurup, kanallar, barajlar ve bentlerle hem seli önleyip bataklıkları kuruttular hem de düzenli sulamaya dayalı bir tarım geliştirdiler. Tekerleği de icat eden bu toplum tarlaları, öküzlerin çektiği sabanlarla sürüyorlardı.

60 rakamına dayanan seksajismal sayı sistemini kullanan Sümerler'in "sos" dedikleri bu 60'lık birim bütün zaman ve mekan hesaplarında kullanılmaktaydı ve onları bir uyum içerisinde birbirine bağlıyordu. Ayı 30, yılı 360 gün olarak hesapladılar. Gece ve gündüzü 12'şer saate böldüler. Bir yılı 12 ay olarak hesapladılar. Ay ve Güneş tutulmasını hesapladılar. Aritmetik ve geometrinin temellerini attılar. Çarpma ve bölme cetvellerini buldular. Daireyi 360 dereceye böldüler.

Sümerler'de Dil ve Yazı

İlk yazıyı M.Ö. 2500 yıllarında Sümerler buldular. İlk yazıları şekiller üzerine kurulu yani her varlık ve olay için bir şekil kullandılar. Çivi yazısı işaretleri geçmişteki bir resim yazısına dayanır. Bir kavramı ifade eden işaretlere ideogram adı verilir.

Sümerler'de Din

Çok tanrılı inanca sahip Sümerlerin tapınaklarına Ziggurat denirdi. Zigguratlar yedi katlı olup toplam üç ana bölümden oluşur. İlk katlar erzak deposu,orta katlar okul ve tapınak,son katlar ise rasathane olarak kullanılmıştır. Yazının icadı serüveni bu tapınaklara dayanır. Mezopotamya'da evler ve tapınaklar taş az olduğundan kerpiç ve tuğladan yapılmıştır. Hem bu özelliğinden hem de sık sık istilalara uğradığından bu yapılar günümüze kadar ulaşmamıştır.

Tarih

Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. "Yaratılış" ve "Tufan"a ilk kez Sümerlerde rastlanır. Sümer döneminde 21'i büyük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlara örnek vermek gerekirse Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur zikredilebilir.

Bu dönemde her kent genellikle surlarla çevriliydi. Her kentte en az bir tapınak bulunurdu. Sümerlerde tarihin belki de ilk kral listeleri ile karşılaşılır. Fakat bu listeler genellikle tarihsel gerçeklerin ötesinde mitolojik unsurlara da sahiptirler. Örneğin kral listesine göre Tufan'dan önce Sümerlerin yaşadığı bölgede efsanevi sekiz yönetici (ve dolayısıyla kent) mevcuttu. Kral listesine göre Tufan'dan sonraki ilk Sümer hanedanları Kiş, Uruk ve Ur'dur. Ünlü Gılgamış destanının kahramanı Gılgamış kral listesine göre Uruk Hanedanı'nın krallarındandır.

Lagaş'ta iktidara gelen Ur-Nanşe yaptırdığı inşaatlarla öne çıkmıştır. Urukagina da ilk yazılı reformları sayesinde tanınmıştır. Erken dönemlerde Sümerlerin ana tanrısı An'dır, fakat daha sonraki dönemlerde bu tanrı yerine Enlil Sümerlerin baş tanrısı konumuna yükselir. Enlil'in Nippur'da Ekur adında bir tapınağı vardır. Bu nedenle Nippur Sümerlerin dini başkenti sayılırdı ve burada tapınak yaptırmak veya bu tip inşaatlarda çalışmak, hizmetli olmak önemli sayılırdı.

MÖ 2400-2350 yıllarında Sümerler düşüşe geçerken, Akkadlar yükselişe geçmiştir Sümerler,doğudan gelen Elâmlılar tarafından M.Ö 2000 yılında yıkılmıştır.

Toplum Yapısı

Devlet, kentlerden oluşmuştu ve her kent surlarla çevrili idi. Kent içinde yüksek bir tepeye yapılan tapınak bulunurdu ki bu sosyal yaşamın merkezini oluşturmaktaydı.

Başlangıçta Anaerkil bir toplum yapısına sahiptiler. İşbölümünün derinleşmişti;1. sınıfı din adamları ve askerler 2. sınıfı halk 3. sınıfı ise kölelerin oluşturduğu bir sınıflama yapıldı. Sürekli savaşlar sonucunda köle edinilmesiyle sağlandı buda halktan her insan'ın kolayca köle edinebilmesini sağladı. M.Ö. 3000-2500 yıllarında yüksek ruhbanlardan oluşan egemen sınıfları dinsel yapıya sahip kent devletlerinin yöneticileri olarak ortaya çıktılar. Bu kral-rahipler dinsel ve siyasal işleri yürütürlerdi. Bir kentin baş rahip aynı zamanda o kentin başkanıydı.

=dermen , hissedilen her nesnenin bir Tanrısı vardı ve insan görünümündeydiler, fakat insanüstü güçleri olan ölümsüz varlıklardı.Tanrılar, insanlara ne istediklerini bildirmez. Ancak insanlar onlara, kendilerinden istenileni sorarak öğrenebilirdi.

Sümer mitolojisinin en önemlilerinden biri Gılgamış Destanı'nda da adları geçen tanrılardan başlıcaları şunlardır:

Anu: Gök tanrısı, önceleri baş tanrıyken sonra yerini hava tanrısı Enlil almıştır.

Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, tapınağı Ekur Nippur kentindeydi.

Enki: Bilgelik tanrısı

Nimmah ( Ninhursag): Ulu hanım, ana-tanrıça

Nanna (Sin): Ay tanrısı

Utu ( Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna'nın oğlu.

İnanna ( İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası

İlk defa Akadlar tarafından içten çökertildi ve bundan sonra bir daha eski haline gelemedi; M.Ö. 2000'li yıllardan sonra uygarlıkları bağımsız kimlikleriyle yaşayamadı. Ardından gelen Akad ve Babil uygarlıkları çoğunlukla Sümerlerin izlerini taşıdılar. Kendilerine özgü dilleri ve çivi yazıları uzun süre yaşadı. Sümer inanışları ve mitolojisi de Fenike - Yunan - Roma bağlantısıyla günümüze dek ulaştı. Şu an Dünyamızda kullanılan İncil, Tevrat ve Kur'an da da Sümer inanış ve felsefesinin izlerine rastlandığını iddia edenler vardır (bkz. Muazzez İlmiye Çığ).

Süryaniler:

Aşağıdaki yazı Mehmet Şimşek tarafından yazılmış
ve Toplumsal Tarih dergisinin Ağustos 2004
nüshasında, 'Osmanlı Matbuatı' dosyasında
yayınlamıştır. Yazıyı Bağımsız İletişim Ağı'nın
bianet.org adlı sitesinden aktarıyoruz.

1912'den: 'Şark Yıldızı' Gazetesi
Şark Yıldızı gazetesinin sahibi Naum Faik, gazetenin amacını yeni gelişmeleri, Süryani toplumuna Süryanice ulaştırmak, altı yüz yıl boyunca Osmanlı'ya bağlı kalmanın gururunu dile getirmek, Osmanlı sayesinde katledilen mesafeleri gelecek nesillere ulaştırmak ve Süryanicenin unutulmaması, gelecek nesillere öğretilmesi olarak tanımlamaktadır. Şark Yıldızı 27 Nisan 1910'da yayın hayatına başlar ve iki yıl sonra 27 Nisan 1912'de 43. ve son sayısını yayımlar.

Osmanlı devletinin dinî, siyasal, askerî ve hukuk alanındaki yapısal değişimi Tanzimat Fermanı ile başlamıştır. 1839'da başlayan ve bir süre ertelenen Tanzimat Fermanı ve özellikle dinin formel kurallar üzerinde etkinliğinin azaltıldığı kırılma noktası Islahat Fermanı'dır. İşte bu dönem, Osmanlı'da yaşayan gayrimüslim tebaaya tanınan haklar ile Batı tipi laik yönetim anlayışının ilk uygulamalarının başlangıcını oluşturur. Esasen bütün bu haklar adı geçen toplulukların dini esas alan kültürel kimliklerinin geliştirilmesini sağlanmıştır. Gayrimüslim tebaa din belirleyicili kültürel kimlikle kendini ifade etme çabalarının bir sonucu olarak, eğitim kurumları ve basın yayın araçlarını kullanmışlardır.

II. Meşrutiyet döneminde derneklerle ilgili yeni düzenlemeler getirilmiş ve derneklerin ve basın faaliyetlerinin sayısında da önemli artış olmuştur. Dernekler yasası 6 Ağustos 1909'da yeniden ele alınmıştır. (1) Avrupa ve özellikle Amerikan patentli iletişim araçlarının ithali ve kullanımına erken uyum gösteren gayrimüslim tebaa basın yayın hayatının gelişiminde etkili olmuştur. Bu araçların girişi daha çok üst düzey dinî temsilcilikler ve misyon şeflikleri aracılığı ile olabilmekteydi.(2) Osmanlı'nın hayata geçirdiği Tanzimat ve Islahat uygulamaları İstanbul dışında, Diyarbakır'da da yankı bulmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri de Diyarbakır Süryanileridir. Bu itibarla, 1800'lü yılların son çeyreği ile 1900'lü yılların başında Süryaniler, kentin eğitim ve kültür yaşamında önemli atılımlar gerçekleştirmeye başlamışlardır.

Tanzimat ve Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere sağlanan yeni imkânların yanında misyonerlerin faaliyetleri de Süryanilerin basın yayın hayatında daha etkili olmalarını sağlamıştır. Çünkü Batılı misyoner teşkilatlarının yerli Hıristiyanlar üzerinde yoğunlaşmaları, ilk zamanlarda dinî çatışmaları da beraberinde getirmişti. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, geleneksel kilise cemaatlerinin bölünmesi, kilise vakıf gelirlerinin ve gayri menkullerinin paylaşılmasına neden olmuştur. Böylece yerli Hıristiyan cemaatleri daha kötü duruma düşmüştür.(3)

Yukarıda dile getirilen iki noktanın bir sonucu, millet (din) olarak tanımlanan bu toplulukların ulusal kimliklerini ön plana çıktığı yeni bir tanıma yönelmelerine de yol açmıştır. Ulusal tanımlamalı kiliseler (Süryani Ortodoks, Keldani-Nesturi, Ermeni Gregoryan) kendi içinde bölünmeye başlamıştır. Katolik ve Protestan olarak yeni oluşumlar başlar. Merkezî otoritenin zaafları, yerel kiliseleri, misyoner oluşumlar karşısında koruyamaz hale gelmiş buna karşın yerel kiliseler, kültürel kimlikli direnç noktaları geliştirmeye başlamışlardır. İşte Diyarbakır'daki Süryaniler, 1876'da "Kadim" ifadesiyle geleneksel kilise hiyerarşisini tesis etmeye çalışırken,(4) Keldaniler de "Asur" kimlikli kilise oluşumunu başlatır. Modernleşme adına yeniden ihdas edilen Katolik ve Protestan (Ermeniler de olmasına rağmen sadece Süryaniler kastedilmektedir) kiliseleri kendi kültürel kimliklerinden vazgeçerlerken, Süryani kadim cemaati varlığının muhafazası ve geliştirilmesi için yoğun bir eğitim ve basın-yayın faaliyetlerine başlamıştır. Bu amaç doğrultusunda dernekleşme faaliyetlerine girişilir ve şehrin ileri gelen Süryani elitlerinin katkılarıyla Diyarbakır merkezli "İntibah Cemiyeti" 1908'de kurulur.(5)

Süryaniler basın-yayın ve özel eğitim alanlarında "Süryani Kadim Kardeşler Şirketi" ismi altında toplanarak faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlamışlardır. Süryaniler arasında düşünceleri ve faaliyetleriyle göze çarpan Naum Faik,(6) "İntibah" cemiyetinin hedef ve politikaları doğrultusunda çalışmalar yapar, derneğin yayın ve bültenlerini hazırlar. Cemiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra "Diyarbakır'da" adlı gazeteyi çıkarmıştır.(7) Gazete, Diyarbakır Süryani Kadim Metropolitlik makamı bünyesinde tesis edilen "Kevkeb Şark Matbaası"nda basılmıştır.(8) 1869'da şehirde yayınlanan ilk resmi gazete "Diyarbekir"den sonra, 1910'da yayınlanan Peyman ve Şark Yıldızı (Kevkeb Medinho) eş zamanlı olarak yayın hayâtına başlamıştır.(9)

Naum Faik, yazılarını daha çok ülke dışında ABD'de Cebrail Boyacı Efendi'nin İntibah dergisi ile Aşur Yusuf Efendi'nin Harput'ta yayınladığı Asurilerin Mürşidi adlı dergilerde yayınlamaktaydı. Naum Faik'in sahip olduğu birikim ve gelişmeleri izleme imkânı, yeni düzenleme ve girişimlerin başlatmasına ön ayak olma durumuna da itmiştir. Diyarbakır'da ilk Süryani gazetesi olan Kevkeb Şark gazetesi hazırlıkları başlatılır. Bu faaliyetin fikir babası gazeteye maddi destek de veren Edip Bişar Burucu Efendi'dir. Bu gazetenin, önceleri bir dergi hacminde olması öngörülmüştü. Ancak baskı zorlukları ve maddi problemler, Kevkeb Şark'ın gazete olarak çıkmasına karar verilir.

İlk sayısı 27 Nisan 1910'da çıkar. 15 günde bir yayınlanmak üzere başlık atılır. 25x36 cm, çift sütun ve 8 sayfa olmak üzere Süryanice harfler ile Arapça, Türkçe ve Süryanice dillerinde yayınlanır. Kevkeb Şark gazetesi, 27 Nisan 1910 Çarşamba günü yayına başlar. Yine, 27 Nisan 1912 tarihinde yayınma son verir. Birinci yılda 26 sayı, ikinci yıl 17 sayı olarak, toplam 43 sayı yayınlanır.

Gazetenin önemli bir yönü, üç ayrı dilde yazılmasıdır. Bunun nedeni, Diyarbakırlı Süryanilerin, Süryanice'yi bilmemeleridir. Arapça'yı Mardin'den gelen Süryaniler kullanırken, Diyarbakırlı Süryaniler günlük yaşamlarında Türkçe, Kürtçe az da olsa Ermenice'yi kullanıyordu.

Naum Faik, Süryanice'yi yaygınlaştırmak için, Türkçe ve Arapça'yı Süryanice harflerle kullanmak durumunda kalmıştır. Öyle ki, gazetenin yayımını kutlamak üzere gönderilen 27 adet mesaj metninin 14 tanesi Osmanlı Türkçe'siyle yazılmıştı. (11)

Gazetede işlenen konu başlıkları şunlardır:
Gazete okuyunuz.
Matbaaya olan ihtiyacımız.
Toplumsal hastalıklarımız ve tedavisi.
Fikri yükselme
Toplumsal sorunlarımızla kimler ilgilenecek.
Toplumsal bir hastalık olarak "haset".
Süryanilerde başı boşluk.
Gidiş nereye.
Süryanilerde Şura Kuralı.
Günlerimizi nasıl geçiriyoruz?
Matbaa, konuşan halkın dilidir.
Hakiki gayret, yalancı gayret.
Uyanış asrında büyük tembellik.
Bugün neyimizle övünüyoruz.
Tarihimiz ve tarihçilerimiz.
Birlik ve ayrılık.
Semiramis.
Okullarımız.
Atalarımızla övünmenin bir faydası yok
gibi başlıklar altında yazılar yayınlanmıştır.

Gazete, yayınlandığı dönemde, Süryani toplumunun modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Hıristiyan topluluklar arasında işbirliğini geliştirmiştir. Özellikle Süryani Kadim, Süryani Katolik, Süryani Protestan ve Keldanı Nesturiler ile Katolik Keldaniler arasında Asur ulusçuluğu paydasında ortak hareket oluşturulmasına zemin hazırlamıştır.

Naum Faik'in 22 Eylül 1912'de, Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmek üzere Diyarbakır'dan ayrılışından 4 ay önce Şark Yıldızı (Kevkeb Medinho) gazetesinin yayınına son verir. Bu gazetenin devamı olan Bethneharin gazetesi 1916'da Amerika'da yine Naum Faik tarafından hazırlanarak yayın hayatına devam eder. Şark Yıldızı gazetesi Diyarbakır'da yayınlandığı süre içerisinde Amerika Birleşik Devletleri'ne de gönderilerek, orada yaşayan Süryaniler tarafından da takip edilme imkânı verilmiştir. 

Truvalılar (Troya Medeniyeti):

Troya şehrinin kurulmasıyla ilgili mitosta, Troaslı İlios günün birinde Frigya Kralı'nın düzenlediği bir yarışmaya katılarak birinci olur. Kazandığı ödüller içinde kara benekli bir inek de vardır. Biliciler İlios'a ineği izlemesini ve kentini ineğin durduğu yerde kurmasını söylerler. İnek gidip gidip Karamenderes (Skamondros) ile Dümrek (Smois) ırmaklarının arasında denize yakın bir yerde durur. Kurulan şehre önce İlios, sonra kurucunun atalarında Tros'un anısına Troya adı verilir. Bir süre sonra Zeus kente Pallas Athena heykeli indirecek, İlios da heykelin indiği yere Athena tapınağını yapacaktır. İlios soyu çoğalarak Priamos'a kadar gelir. Homeros'un İlyada'sında geçen şu çok ünlü savaşın hikayesi ise kısaca şöyle ortaya çıkmıştır; Tanrı Zeus'un bir kuğu şekline girerek Leda'dan peydah ettiği Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tündareos'un sarayına giderler. Burada Tündareos ya da Helena'nın seçimiyle, Menelaos Helena'nın kocası olur. Daha sonra Tündareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos'a kalmıştır.

Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis'in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris'in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Afrodit ve Athena'nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde 'en güzele' yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kimin olduğu üzerine 3 güzel tartışmaya başlarlar ve Zeus'tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi dağlarda çobanlık yapan ve yalnız yaşayan Paris'i rehber ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris'e bir şey vadederler. Paris Afrodit'e kanar ve dünyanın en güzel kadınını elde etmek için Afrodit'i yarışmanın birincisi seçer. Paris, Afrodit'in yardımıyla Sparta'ya gider, Helen'i kaçırır, prensi olduğu Troya şehrine geri döner. Bunun üzerine Sparta Kralı Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troya'ya savaş açar. Böylece 10 yıl sürecek Troya savaşı başlamış olur.

Troya, Kazdağı'nın eteğinde, Skomondros(K. Menderes) ile Simoeis(dümreli) çaylarının sınırladıkları ve bir yanı Ege denizine, bir yanı boğaza bakan üçgen biçimli, ova egemen yüksekçe bir yerde kurulmuş, Schilemann, Dorgfeld ve Blegen tarafından kazılımıştır. 1871'de Schilemann, Priamos'un hazinesini bulma umuduyla işe başlamıştır. 1882'de Schilemann, W.Dorpfeld ile birlikte çalışmış ve Dorpfeld burada 9 yapı katı saptamıştır. 1932-1938 arası Carl.W.Blegen başkanlığında yapılan kazılar sonucunda Dorpfeld'in 9 kültür katı, 30'a yakın yerleşme katına bölünmüştür. Troya şu anda Monfred Korfmann tarafından kazılmaktadır.

Troya 1 (MÖ 3000-2500)

Troya 1'in en gelişmiş evresi 1.y'de kentin çapı 90 metreydi. Troya 1'in ana girişi güney tarafta ve duvarı çok iyi korunmuş durumdadır. İki kule ile savunulan kent kapısı 2.97 metre enindeydi. 3 metre kadar genişlikte dar bir koridor şeklinde bu girişin iki yanında üçgen şeklinde yapılmış olan savunma kulelerinin de doğu yönündekinin alt kısmı ve bitişindeki sur kalıntıları görülebilir. Yüksekliği 3.5 metreye yakın olan kule kalıntısının tabanının irü taşlardan oluştuğu, duvarlarının da yukarıya doğru çıktıkça küçülen taşlardan örüldügünü görmekteyiz. Troya 1'e ait en sağlam kalıntı megaron tarzı bir evdir(1b). Onun altındaki yapı ise 1a katmanına aittir. Yine megaron tarzı evin dıştan ölcüsü 18,75*7 metre, duvar örtüsü balık sırtı şeklindedir. Büyük odasında biri tam ortada, diğeri doğu duvara yakın olmak üzere 2 ocak bulunmuştur. Sadece birinci ocak görülebilir durumdadır. Aynı odada kuzey ve doğu duvara doğru dayanan ve günümüzde izleri belli olmayan platform, 2 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve ve 30 cm yüksekliğindeydi. Bu megaron yapısı bugüne değin bilinen en eski örnekti. Güneyinde pek belirgin olmayan 5 paralel duvar kalıntısının da megaron tipi yapı olma olasılığı vardır. 1987 yılında Troya 1 evresine ait duvarların hemen hepsi temizlenmiştir. Schilemann yarmasındaki yapılar Troya 1 evresine aittir ve MÖ 3000-2800'lere tarihlenmektedir. Troya 1 büyük bir tahriple son bulmuştur.

TROYA ıı RAMPALı KAPıTroya 2 (MÖ 2500-2200)

Troya 2'nin çapı 110 metreyi geçmekte ve 7 yapı katından oluşmaktaydı. Troya 1 bir yangınla son bulmasına rağmen Troya 2'de gelişmeler görülür. Fakat kültür değişikliği yoktur. Eski dünyanın batısında, bir plan sistemi gösteren ilk kent olma özelliğini taşır. Anıtsal ölçüde megaronların yanyana bir cephe oluşturacak biçimde sıralanmaları ve bu yapı kompleksine propilonla girilmesi sistemi, 700 yıl sonraki Tiryns akropolünde görülmektedir. En geç evresi olan 2g yapı katında yerleşmenin orta noktasında yer alan, megaron tipi plana göre inşaa edilen yapının krala ait olabileceği, değilse bile bir bir toplantı yeri olabileceği tahmin edilmektedir. Bu yapı evresindeki planların megaron tipinin türevleri oldukları görülmektedir. Konutların büyüklükleri arasındaki farklılıklar ise Troya 2g yerleşmesinde yaşayan toplumda belirli bir sosyal farklılaşmanın olduğunun kanıtıdır. Troya 2, üç ana evresiyle tanmlanmaktadır.(2a, 2b, 2c-g) Bunların herbirinin yeni bir sur duvarı vardır. 2a'dan FL ve FN olarak gösterilen, üstleri açık ve koridorlu 2 geçit kalmıştır. Bunlar 2b'nin duvarlarına uydurulmuş ve kullanılmaya devam edilmiştir. FM (c5-6) ve FO(f-g6-7) kapıları ana girişlerdir. Büyük megaronun ( ) olarak gösterilen çoğu yeri Schilemann'ın kuzey-güney açması sırasında tahrip olmuştur. Troya 2 büyük kent kapısı güney surunun(FN) ortasında idi. Güneybatı kapısının (FM gc) kalıntıları ve taş döşemeli 21x7,5 metre boyutlarındaki rampası iyi korunmuştur. Bu rampa, girişi 5,25 metre uzunluğunda ve 2 kanatlı bir kapısı olan, FM propilonuna çıkıyordu. Megaron planlı (FM) propilonu 2c-g evrelerine aitti. FN kapısı 2c'nin ana girişiydi. Son evreye ait olan giriş, FN ile gösterilen büyük propilondu ve megaron biçimindeydi. Buradan 2c-g (2200-2100) yıllarında yapılan açık bir alana giriliyordu. Çakıl döşeli bir avlu içindeki alan 2a ve 2'nin kent duvarlarının üstü düzeltilerek yapılmıştı. Büyük megaron (2a), 2c yapı katına aitti. 1989 kazılarında yapının yangın geçirmiş doğu duvarı ortaya çıkarılmıştı. Yapı tepenin en yüksek noktasında ve çevreye çok hakim bir konumdaydı. Bir kısmı Schilemann'ın kuzey-güney açması ile tahribe uğramışsa da planı saptanmıştır. Dorpfeld'in saptadığı 2h, 2r, 2f megaronlarının da kral ailesine ait olmsası muhtemeldir. 2d yapısı ise depo niteliğindedir. Schilemann tarafından 1871-90 yılları arasında yapılan çalışmalarda Troya 2 yapı katmanları arasında ele geçirilen hazine buluntusu çok gelişmiş bir metal işçiliğinin örneği ve gelişmiş bir dış ticaretin göstergesidir. Schilemann, Priamos'un diye nitelediği hazineyi Troya 2'nin rampalı kapısının batı duvarı dibinde bulmuştur. Bu evrenin çanak çömleği de karakteristiktir. Kazılarda Troya 2'ye ait buluntuların çoğunun 1 metre kalınlığında bir yangın molozunun atından çıkması, bu kentin ani bir istilaya uğradığının bir göstergesidir. Bu nedenle Schilemann burayı Homeros'un İlyada'sında geçen Troya olarak nitelendirmiştir. Aynı dönemde Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan'ındaki çeşitli yerleşimlerdeki benzer yıkımlar ve izleyen dönemde bu kentlerin kültür yaşamında görülen uzun süreli durgunlukların MÖ 2000 yıllarının başlarında Orta Avrupa'dan gelen Hint-Avrupa kökenli göçlerden olduğu sanılmaktadır. Troya 2'yi dışardan gelen göçmen toplulukların yıktığı ve buraya yerleşmeden yollarına devam ettikleri sonucuna varılmıştır.

Troya 3 (MÖ 2200-2050)

Hisarlık höyüğündeki 3. Erken Tunç Çağı yerleşmesinde yaşam şeklinin pek değişmediği görülmektedir. Bu dönemde 4 yapı evresi saptanmış ve höyüğün 3 metre daha yükseldiği anlaşılmıştır. Evlerin döşemelerinin daha önceki gibi sıkıştırlmış kil ya da toprakla kaplandığı, duvarların da aynı şekilde örüldüğü biliniyor olsa bile bu dönemde bağımsız konutlara rastlanmamaktadır. Bitişik yapılan evlerin arasında kalan sokaklar oldukça dardır. Daha önceki dönemden farklı olarak, kent surlarının tamamen taştan yapıldığı ve hatıllarla güçlendirilmiş kerpiclerin kullanılmadığı görülmektedir. Son yapılan kazılarda Troya 4'ün altındaki tabakalarda bir sınır ya da teras duvarı ortaya açığa çıkarılmıştır ve bunun Troya 2'nin sonu olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, kuzeye doğru, üzerinde beyaza boyanmış ker***lerin olduğu, bir yapıya ait taş temel bulunmuştur. Bu dönemde pişmiş kap üretiminde ve dokumacılıkta eskiden beri bilinen gelenekler sürdürülmüştür.

Troya 4 (MÖ 2050-1900)

Beş ayrı yapım evresinin izlendiği bu kat Erken Tunç çağının son yerleşmesidir. Kazılarda ele geçen eşyalardan Kıta Yunanistan'ı, Ege adaları ve Orta Anadolu'yla ilişkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bitişik yapılmış, kil döşemeli taş temel üzerine ker***ten oluşturulmuş duvarları olan evlere ve ilk kez avlularda yer alan kubbeli fırınlara rastlanmıştır.
Troya 4 evresine ait, üstüste 6 yangın evresinin olduğunu bilmekteyiz.Doğu profilinde bunu açıkça görmek olasıdır.Bütün bu tabakaları 4.evreye tarihlememizin nedeni, binaların aynı yapım planlarını izlemiş olmasıdır.Bitişik yapılmış olan bu evlerin hepsinde, girişin sağ ya da solunda mutlaka oval fırın vardır.Binalar ve tabanlar inanılmaz derecede güneye doğru eğim yapmışlardır.Bu nedenle, höyüğün kenarında olan bu önemli buluntuları saptamak mümkün olmuştur. Böylece Troya 4'ün mimari planı açık bir şekilde gözönündedir. En alttaki yanık tabakada, bir oda içinde yabani hayvan kemiklerine rastlanması, bunların o dönemde sürekli meydana gelen yangınlardan kaynaklandığını düşündürebilir.

Troya 5 (İ.Ö. 1900-1800)

6 yapım evresinin saptandığı iki metre kalınlığa sahip bu yerleşme katmanında Batı Anadolu'da, Erken Tunç Çağı'ndan Orta Tunç Çağı'na geçiş dönemine rastlanmıştır. Bu dönemde Ege dünyasıyla süregelen ilişkilere Kıbrıs'la başlayan ilişkilerin eklendiği sanılmaktadır. Surların alt kısımları işlenmemiş taşlardan ve üst kısımları ker***ten yapılmıştır. Evlerin planlanmış döneme göre daha düzenli olduğu, dikdörtgen bir alanın üç tarafına küçük odaların yapıldığı, odaların köşelerinde kilden yapılmış oturma veya yatak sekilerinin olduğu, kubbeli ocakların veya arı kovanı şeklindeki fırınların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evlerden birinin döşemesinin altında hocker tarzında (insanın ana karnındaki duruşu) gömülmüş yeni doğmuş bir bebeğin iskeletine ait kemik kalıntıları bulunmuştur.

Troya 6 (İ.Ö. 1800-1275)

Troya 6, 300.000 m2 bir alana yayılmıştır. Sekiz yapı katından oluşan 6'ncı yerleşme üç ana evre gösterir. En parlak devir Troya 6(f-e) evreleridir. Kazılarda elegeçen buluntular, tamamıyla yeni plan ve yapılar, Troya 6'nın o döneme kadarki yaşayanlarından başka insanlarla ilişkisi olmuş olabileceğini akla getirmektedir. Sur duvarı, birbirine beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşur. Surun en görkemli bölümü 6g evresine giren bir kuledir ve uzunluğu 18, genişliği 8 metredir. Kulenin ortasında keskin köşeli bir sarnıç ve onun içinde sekiz metre derinlikte kayaya oyulmuş bir kuyu vardır. Bu kuyudan kuşatma sırasında yararlanılıyordu. Uzunluğu 41.5, genişliği 4.5 m. olup yüksekliği 4 m'yi geçen duvar boyunca dört dikey çıkıntıya rastlanır. Fakat bu duvar yüksek bir Roma dönemi duvarıyla kapanmaktadır. (6 r - 6 s) Buleteryon ve Schliemann'ın kuzey-güney açması ile tahrip edilen duvarın doğu bölümü iyi durumdadır. 6 h kulesi tarafından tahrip edilen sur günümüzde etkileyici bir durumdadır. Bu duvarlar konglomera taş bloklar ile dörtgen kesilip dış yüzeyleri düşmanın tırmanmasını engelleyecek şekilde yontulduktan sonra harç kullanmadan içe doğru eğimli bir şekilde birleştirilmiştir. Her on metrede dişler yaparak kenti çevrelemektedir. Troya 6'da kulelerin kullanılması bu dönemde şehrin güçlü olduğunu gösterir. Girişin koridor şeklinde olması kente buradan girebilecek düşmanların iki ateş arasında kalmasını sağlamak içindir. Troya 6 yerleşmesinin sarayları ve diğer önemli yapıları, tepenin üzerinde yeralıyordu. Ancak Hellenistik dönemde Athena Tapınağı'nın inşasında bu yapıların bir kısmı tahrip olmuştur. Akropolün güneybatısından (6 t) girerek hafif yokuş yukarı ana cadde izlenirse solda Direkli Ev olarak nitelendirilen yapıya gelinir. Troya 6 ve Troya 7a'da kullanıldığı düşünülmektedir. 26x12 m. boyutlarındadır. Yapıyı destekleyen direklerden biri belirgindir. Yapının güney duvarı daha kalın örülmüştür. Arka tarafta hafif bir genişleme gösteren yapı megaron tarzında farklılık gösterir. Direkli evin kuzeydoğusunda 630 no.lu ev görülür. İÖ 1700'e tarihlenen evin duvarları küçük taşlardan meydana gelir. 6 g'nin kuzey bitişinde megaron tarzı evlere rastlanmıştır. Bu odaların çoğundan kent nüfusunun bu dönemde birden arttığı, duvarlarının zayıf mimarisinden aceleyle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Kazılarda bu odalarda erzak küplerinin çok sayıda bulunması kiler niteliğinde olabileceğini göstermektedir. Evlerin ortak özelliklerinden biri dışa, surlara bakan duvarlarının daha kalın ve özenli yapılmış olmasıdır. 6 c evinin bir kısmı Schilemann tarafından tahrip edilmiştir. 6 f yapısı farklı karakter göstrir. Duvarlar geniş ve büyük kesme taşlarla örülmüş olup dışta dişler yaparak bölümlere ayrılmıştır. 6 a yapısı 19,18x12,30m boyutlarında bir yapıdır. Troya 6'nın megaron planını normal olarak gösteren yapılardandır. Troya 6'nın önemli bir yapısı Antalı Ev -6 t- girişinin doğusunda bulunur. Üzerine gelen bulevteryon tarafından büyük ölçüde tahribe uğramıştır. Eve Anta adını veren taş halen yerindedir. Akropol evlerinin birçoğu trapezoidaldir. Bu türdeki evlerin dar yüzleri kente, geniş yüzleri ise surlara bakmaktadır. Böylece trapezodial evler kuzeyden güneye doğru genişleyen ve yelpaze gibi açılan akropol planına uymaktadır. Homros'un İlyada'sında bahsettiği Priamos'un İlyon kenti, Troya 6h'dir. İlyada'da anlatılan ve 10 senelik savaş sonucu ele geçirilen kent burası idi. Odesya'da anlatılan İlyon tahribi ise 7a katında olmuştur.

Troya 7 (MÖ 1275-1240)

Troya 6'nın bir deprem ile son bulmasıyla Troya 7a katmanında depremin aralıklarla devam ettiği ve deprem sonucu yıkılan yapılar altında insan iskeletlerine rastlanması, buranın ansızın terkedildiği izlenimi yaratmaktadır. Yine de bir kültür değişikliğine rastlanmamıştır. 6h evresinde bulunan Minyas seramiğinin aynı bollukta 7a katında da varolduğu kaydedilmiştir. Bu dönemde plan ve mimarinin düzenlemesinde bir karakter değişikliği görülür. 6f-h evrelerindeki yüksek sanat düzeyinden ve kent planından bir eser kalmamış, ayrıca sosyal sınıf ayrılığı gösteren ev tipleri ortaya çıkmıştır. İyi korunmuş bu evler doğu suru ve kapısı arasında görülebilir. Bu köklü değişim deprem sonrası akropol dışında oturan halkın devlet yönetimine geçmesiyle ve kral ve soyluların ortadan kalkmasıyla açıklanabilir. Uzun zaman kral ve soyluların kendilerini sömürmesinden bıkan halk tabakası depremden yararlanıp bir darbe gerçekleştirimiş olabilir.

Troya 7b 1 (1240-1190)

7a katındaki yanık tabaka 50 ila 100 cm arasında değişen bir kalınlık gösterir. Bu tahribe karşın Troya'lılar kentlerine dönmüşler ve surlarla evleri onarmışlardır. Minyas seramiği üretimi devam etmiştir. İlk kez 7a'da görülen yapı tarzı burada da devam etmektedir.

Troya 7b 2 (MÖ 1190-1100)

Troya 6'dan sonra ilk kültür değişikliğine bu tabakada rastlanır. Bu katta Buckel keramik denilen ve benzerlerine yalnızca Balkan ülkelerinde rastlanan kurşuni renkli, yüksek keskin kulplu ve üzerleri boynuzcuklarla süslü kaplar görülür. Duvar örgüsünün dip kısmı ortostat şeklinde blok taşlarla güçlendirilmiştir. Bu tip bir ev 6u kapısının batısında görülmektedir.
Troya 7b 2'de yerleşen Balkan kökenli halk buraya zor kullanmadan gelmiş olmalıdır. Çünkü bundan önceki tabakada bir yangın veya tahribe rastlanmamıştır. Buradan, Ege göçüne ilk durağın Troya olmuş olabileceği akla gelir. Bu dönemde Troya akropolünün göçler nedeniyle gücünü yitirdiğini görmekteyiz. Troya 7 evresi için yeni yapılan çalışmalarda, önceden bilindiği gibi üç tabaka değilde, dört ya da beş tabakadan oluşmuş olma ihtimali belirmiştir.

Troya 8 (MÖ 700-350)

Bu evrenin buluntuları 7. yüzyıldan eskiye gitmez. İlk yapılara batı kapısının doğusunda rastlarız. Burası yukarı temenos olarak adlandırılan sunağın altına rastlamaktadır. Sunak Hellenistik dönemde yapılmıştır. Sunağın batısında bulunan ve kare plana sahip başka bir sunak ise Agustus dönemine aittir. Yukarı temenosun güneyinde "aşağı temenos" adı verilen ve içinde iki sunağın bulunduğu kutsal yer de Helenisitik dönemde inşaa edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli yapı Athena tapınağıdır. Tapınak ve onu çeviren kutsal alan ve anıtsal giriş kapısının yapılması için düz bir platform elde etmek üzere höyük tepesinde bulunan eski yapı kalıntılarının bir kısmı yıkılarak düz bir saha açılmış ve üzerine inşaa edilmiştir. Bu yüzden bu devreye ait cevaplanamaycak sorular ortaya çıkmıştır. Geriye kalan son kalıntılar da Schilemann'ın büyük açmasıyla ortadan kalkmıştır. Homeros'un İlyada'sında Athena tapınağından bahsetmesi ve tapınağın kentin en yüksek noktasında bulunduğunu söylemesi arkeologları buranın bir tapınak olabileceği kanısına yöneltmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda yapının Athena Tapınağı olduğu konusunda herhangi bir somut kanıta rastlanmıştır. Tapınağın yeri Schliemann tarafında tamamen kazılmış olduğu için şu an burada derin bir çukur mevcuttur. Herodotos'a göre Xerxes burada tanrıçaya bin öküz kurban etmiştir. İskender ise Granikos zaferinden sonra tapınağı ziyaret edip armağanlar sunmuş ve daha sonra gönderdiği bir mektupta buraya görkemli bir tapınak yaptıracağı konusunda söz vermiş olduğu bilinir. Strabon, İskender'in bu isteğini Lisimakos'un yerine getirdiğini söyler.

Troya 9 (MÖ 350-MS 400)

Roma döneminde Novum İlyum olarak bilinen kentin yapısal olarak çok büyüdüğü görülmektedir. Troya 9'un bu dönemde Sezar (İÖ 59-44) ve Oktavyus Ogustus (İÖ 31-14) evirlerinde kültür açısında yeni bir ivme kazanmıştır. Athena Tapınağı bu dönemde yapılan değişikliklerle genişletilmiştir. Troya bu dönemde Roma İmparatoru Büyük Konstantin (MS 324-327) tarafından başkentin yeri olarak düşünmüş, ancak daha sonra Bizantion'da karar kılmıştır. Novum İlyum'um son yapılan çalışmalarda anıtsal bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yapıların çoğu yazılı kaynaklardan bilindiği üzere Julius Klaudyus hükümdarlığında ve daha sonraki hükümdarlar tarafından yapılmıştır. İlyum kale duvarının tam önünde yeralan tiyatro, sunaklar ve ovaya doğru uzanan burun üzerindeki kuzeydoğu terasındaki büyük tiyatro gibi Hellenistik ve Roma dönemleri anıtlarına yeni bulgular da eklenince burası büyük şehir niteliğine bürünmektedir. Yapılan kazılar sonucunda görülmüştür ki Roma yapılarının temelleri çok derindedir. Bu yapılar arasında derinleşilen her kısımda Troya 6 evresine ait tabakalara rastlanmıştır. Bu açmalar, Troya 6-7 kale yerleşmesinin güney kapısından 100-170 m. kadar uzaktadır. Bu devirde Athena tapınağının genişletildiği anlaşılmaktadır. Tapınağın dört tarafı 80 m. uzunluğunda sütun sıralarıyla çevriliydi. Bu büyük meydanın yapılması sırasında Troya 6'nın en önemli yapılarıyla Troya 7'nin evleri tahrip edilmiştir. Troya 6'nın büyük giriş kapısı, 7t nin hemen doğusunda, yarısı şehir surunun üstünde yeralan bulevteryon ve küçük tiyatro ile şehir duvarı üstünde bulunan tiyatro Roma çağına aittir.

Büyük Tiyatro

Kuzeydoğudaki tepenin yamacına yaslanmış bir vaziyettedir. Ovaya ve denize hakim bir konumdaki ve 10.000 kişi alabildiği sanılan bu yapıdan geriye çok az şey kalmıştır. Blegen yaptığı kazılarda sahne binasının ve orkestranın bir kısmını günışığına çıkarmıştır. Oturma sıralarının bulunduğu yamaç henüz kazılmamıştır.

Anıtsal Çeşme (Nimfeum)

Güneye doğru tarlaların içindeki kalıntıların anıtsal çeşmeye ait oldukları bilinmektedir. Burada insan ve hayvan figürleriyle süslü döşeme mozaiklerine reastlanmıştır. Bu mozaiğin üst kısmında üçüncü yüzyıla tarihlenmiş boyalı duvar sıvaları bulunmuştur.Aynı yönde 500 m. kadar ileride Troya 6'nın son evrelerine ait olduğu sanılan bir mezarlığa rastlanmıştır. Kazılarda ağızları kapalı olarak toprağın hemen altına gömülmüş değişik şekil ve büyüklüklerde pişmiş toprak testiler içinde ölülerin yakılmasından sonra geriye kalan kül ve kemik artıkları ele geçmiştir.

Küçük Tiyatro (Odeon)

En iyi korunmuş yapılardan biridir. Oturma sıraları sağlam durumdaki Odeon'un kavea bölümünün batısı, üst kısımdan itibaren toprakla doldurularak yükseltilmiştir.

Meclis Binası (Buleteryon)

Yapının daha önceleri Odeon olarak kullanılmış olabileceği sanılmaktadır. Önde dörtgen planlı bir girişi, arkasında yarım daire şeklinde bir orkestrası ve bunun gerisinde oturma sıralarının yeraldığı kavea yeralmaktadır. Giriş holünün Troya 6 sur duvarının üstüne oturtulmuş tek parçalı mermer eşiktaşı hala yerindedir.

Urartular:

Urartuların, Başkenti Tuşpa (Van) idi. Urartu Devleti en güçlü döneminde (M.Ö 8-7.yy), günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile kuzeyde Aras Vadisi'ne egemendi.

Devletin başkenti Doğu Anadolu'da Van Gölü'nün doğu kıyısında yer almaktaydı; daha geç dönemlerdeki adıyla "Tosp", Urartucadaki 'Tuşpaya dayanmaktadır. Van Gölü denizden 1625 metre yüksekte olup Urmiye Gölü'nden 336 metre daha yukarıda yer almaktadır. 3400 ve 5000 km²'yi bulan alanlarıyla her iki gölde Anadolu-İran bölgesinin en büyük gölleridir. 'Deniz' olarak da değerlendirilirler. Asurlar (Aşurlar, eski Asurlar)'ın coğrafi metinlerinde Van Gölü'nden 'Nairi'nin Yukarı Denizi', Urmiye Gölü'ndense 'Nairi'nin Aşağı Denizi' olarak söz edilir. Bugün dahi Urumiye Gölü'nün Farsçası 'Deryeça', yani 'Küçük Deniz' anlamındadır.

Urartu yerleşim bölgesinin sınırlarını, batıda Karasu-Fırat, kuzeyde Kuzey Ermenistan dağları, doğuda İran Azerbaycanı'ndaki Savalan Dağları, güneyde ise Zagros Dağları'yla birleşen Doğu Toroslar oluşturur.

Efsanevi Ağrı Dağı (Ermenicedeki adıyla Masis) bu dağlık bölgenin orta noktasındadır. İncil'deki masoretik ünlüleştirmeden ötürü bu dağ, Urartu adının "r r t" ünsüzleriyle yazılması sonucu "Ararat" adını almıştır. 5165 metrelik yüksekliği ile Büyük Ağrı Dağı, Kafkasya'nın güneyindeki en yüksek dağdır. Küçük Ağrı Dağı, Tendürek, Aladağ, Süphan Dağı ve Nemrut Dağı gibi genelde 3000 metreyi geçen diğer dağların çoğu Van Gölü yakınlarında yer almaktadır.

Çanak-Çömlek Sanatı

Devletin kuruluşu ile birlikte ortaya çıkmış gözüken parlak kırmızı astarlı çanak-çömlek grubu yönetim merkezi ve önemli Urartu kalelerinde bulunmaktadır. Halkın ürettiği yöresel ve geleneksel mallar da kullanılmaya devam etmiştir.

Din ve Tanrılar

Van/ Meher Kapı anıtındaki yazıta göre, Urartuların inandığı, kutsadığı ve adlarına belirli dönemlerde kurban kestiği 79 tanrı, tanrıça ve tanrısal özellik bulunmaktadır. Bunlardan ilk üç sırayı Haldi, Teişeba ve Şivini paylaşır. Haldi - (Eşi Bagbartu / Bagmaştu / Arubani) Urartuların baştanrısı idi. İsim olarak kökeni XIII. yy Asur yazıtlarına kadar inmektedir. En büyük tapınağı Muşaşir'de idi. Teişeba (Fırtına tanrısı) Hurri kökenlidir ve Hititlerde Teşup ile aynı tanrı olmalıdır. Şivini de (Güneş tanrısı) Hurri kökenlidir. Hititlerdeki Şimegi'nin karşılığıdır.

Urartular büyük merkezlerde tanrıları için kule tipi tapınaklar ve açık alanlardaki kayalara kapı görünümlü kutsal nişler yapmışlardı.

Genel Özellikleri

Başkent Tuşpa (Van). Urartu Devleti en güçlü döneminde, günümüzdeki Doğu Anadolu, Kuzeybatı İran, Irak'ın küçük bir bölümü ile Ermenistan'ın güneyine egemendi. Sınırları kuzeyde Erzurum-Kars-Ardahan yaylası, güneyde Toroslar, doğuda Urmiye Gölü havzası, batıda Fırat Nehri (şimdiki Karakaya baraj alanı) olarak çizilebilir. Urartu döneminde kuzeyde Diauehi, Qulha, Tariu ülkeleri ile bozkırlı Isqugulu toplumları, batıda Hatti (Melitea, Qumaha ve Tabal), güneyde Assur güneydoğuda Mana ve Parşua ülkeleri bulunmaktaydı.

Kent ve kale inşa etmede yetenekli, çok iyi taş ustası idiler.Demir silahlar ve savaş aletleri üreten savaşçı bir toplumdu. Doğu Anadolu'da sulama amaçlı ilk göletleri kurdular, kanallar ve karayolu sistemleri geliştirdiler.
Örneğin, günümüzde de Van Ovasını sulamaya devam eden 50 km uzunluğundaki Şamram kanalı kral Minua tarafından yaptırılmıştır.
Bölgedeki zengin gümüş, bakır ve demir yataklarını işlettiler, madencilik çok gelişti.Bazıları dinsel motiflerle süslü, kendilerine özgü kemerler, miğferler, at koşum takımları, situlalar ve kazanlar ürettiler.Fildişi oymacılığı ve mühürcülük gelişmişti.

Kaynaklar

Urartular hakkındaki değerlendirmeler, birkaç kaynaktan gelen verilerle yapılır. Asur yazıtları özellikle erken dönemleri için önemli kaynak grubunu oluşturur. M.Ö. XIII-IX. yy arasındaki krallık öncesi dönem genellikle bu kaynaklardan anlaşılmaya çalışılır. M.Ö. IX. yy ortaları ile VI. yy arasındaki krallık dönemi ise kayalara kazdırılan Urartu krali yazıtları, az sayıda çivi yazılı kil tablet ile Asur yazıtları ve Arkeolojik bulgular birleştirilerek ortaya konabilir. Büyük kent ve kalelerdeki görkemli mimarlık kalıntıları, maden eserler ve zengin diğer buluntular bu uygarlığı günümüze taşımaktadır.

Kazılarla İncelenmiş Önemli Merkezler

1. 'Aşağı ve Yukarı Anzaf:' Yukarı Anzaf’ta Haldi tapınağı, büyük depolar ve surlar
2. 'Çavuştepe (Sardurihinili):' Büyük bir saray yapısı, Haldi ve Irmuşini tapınakları, depolar, atölyeler ve surlar
3. 'Toprakkale (Qilbani önündeki Rusahinili):' Haldi tapınağı
4. 'Ayanıs (Eiduru önündeki Rusahinili):' Tapınak, depolar, surlar, aşağı şehir
5. 'Karagündüz:' Höyükte sivil yerleşme, mezarlıkta içinde 80’i bulan sayıda gömü olan 9 oda mezar
6. 'Altıntepe:' Başkent Tuşpa’nın mezarlığı
7. 'Dilkaya:' Höyükte sivil yerleşme, mezarlıkta 3 sandık-oda mezar, küp mezarlar ve kum mezarlar
8. 'Altıntepe/Erzincan:' Tapınak, yönetici yapıları, oda mezarlar
9. 'Habibuşağı (Tumeişki)/Elazığ:' Sınır kalesi, mezarlar, en batıdaki Urartu yazıtı
10. 'Giyimli:' Mezarlık ve giyimli ev planları mevcuttur
11. 'Kefkalesi:' Saray, tapınak
12. 'Kayalıdere:' Kale, tapınak, kaya mezarları
13. 'Iğdır:' Mezarlık
14. 'Oşakan/Ermenistan:'
15. 'Arin-Berd (Erebuni):'
16. 'Armavir-Blur (Argiştihinili):'
17. 'Karmir Blur (Teişeba URU)'
18. 'Horom'
19. 'Bastam (Rusai URU.TUR)'
20. 'Haftavan Tepe'
21. 'Hasanlu:'

Köken ve Dil

Urartu dilinin kökeni hakkında kesin kanıt olmamakla birlikte Kuzeydoğu Kafkasya dil grubuna bağlantılı olduğu iddiaların yanı sıra eski Çeçenlerin konuştukları dil olduğuna dair iddialar mevcuttur. Urartu yazıtlarında kullanılan dil ne Hint-Avrupa dil ailesine ne de Sami dil ailesine bağlı Hurri-Urartu dil grubuna ait eklemlemeli dillerden olduğu düşünülmektedir.

Kronoloji

..Tevratta Ararat olarak bahsedilmektedir.Daha sonraları Asur yazıtlarında Uruatri biçiminde rastlanır. Bu belgelerden anlaşıldığına göre M.Ö XIII yy ile IX. yy arasında Uruatri ve Nairi gibi toplumlar Doğu Anadolu'da beylik ve aşiretler halinde yaşamaktaydılar.

Krallık M.Ö IX. yy ortasında I. Sarduri ile ilan edilir. İlk Urartu yazıtı ve Van Kalesi'ndeki ilk anıtsal mimari bu krala aittir. M.Ö 7. yy'daki en güçlü krallardan biri olan II. Rusa'dan sonra ise gittikçe zayıflamış ve M.Ö 6. yy başlarında tarih sahnesinden çekilmiştir. Urartu krallarının sıradüzeni ve tarihlendirilmesi, daha iyi belgelendirilmiş Asur kralları listesi ile kurulabilen paralellikler yardımıyla sağlıklı hale getirilebilmektedir.

Ölü Gömme

Urartu'da yakarak veya yakmadan gömü yapılmaktaydı. Yönetici kesim ve olasılıkla aileleri büyük kale ve merkezlerin yakınındaki çok odalı kaya mezarlarına birlikte, diğerleri ise sosyal statülerine göre toprak altına inşa edilen oda mezarlara, basit toprak mezarlara veya yakılarak urne adı verilen küplere gömülmekteydiler. Merkezde Van Kalesi, batıda Palu, Malazgirt ve Altıntepe'de, kuzeyde Aras Nehri'nin güney bölgesinde, doğuda Sangar (İran'da Bastam'ın kuzeyi) gibi önemli yönetim merkezlerinin yakınında çok odalı kaya mezarları bulunmaktadır. Dilkaya, Karagündüz ve Yoncatepe'de ise soyulmadan günümüze ulaşmış, içinde birden çok gömü bulunan yeraltı oda mezarları incelenmiştir.{ölümden sonraki yaşama inandıkları için ölülerin mezarlarına günlük yaşamda kullandığı eşyalar konulurdu yastık,çanak,çömlek v.s.}

Siyasal ve Kültürel İlişkiler

Urartu tarihinin önemli bir bölümü güneydeki büyük düşman Asur ile mücadeleye odaklanmıştır. Ayrıca Menua döneminden itibaren kuzeyde yerel Diauehi Krallığı (Erzurum çevresinde) ve mahalli beylikler üzerine, güneybatıda Hate (Malatya çevresi), güneydoğuda ise Kuzeybatı İran’a; I. Argişti döneminde Hate - Tabal (Tuate'nin ülkesi); II. Sarduri Melitia, Qumaha (Adıyaman bölgesinde) ve kralı Kuştaşpili; II. Rusa ise Hate, Halitu ve Muşki üzerine sefer yapmışlardır.

Urartu Krallığı'nda çivi yazısı, yıllık sefer yapma, ölçü sistemi, krali unvanlar, stel dikme, savaş taktikleri, nüfus nakilleri, resim, süsleme ve kabartma sanatı gibi uygulamalar, Asur etkili olarak gelişmiştir. Mimari, sorguçlu miğferler, kazanlardaki siren eklentileri, hiyeroglif yazısı, yakarak gömme, fildişi sanatı gibi dallar ise Kuzey Suriye'den etkiler almıştır. Bronz levhalar üzerindeki bezemelerde Asur etkisi yanında Geç Hitit izleri de görülmektedir. Bütün bu etkiler Urartu insanı ve zorlu coğrafyasıyla bütünleşerek yeni biçimler almış ve Urartu sanatını oluşturmuştur.

Yazıtların Dağılım Alanı

Urartular, yönetim merkezi, kale, barajlar, sulama kanalları, anıtsal kaya mezarları gibi inşa programları yürüttükleri ve merkezi bölgeyle sıkı bağlar oluşturdukları bölgelerin çok uzaklarına, yerel beylerin, kabilelerin yaşadığı topraklara da sık sık sefer yapmış ve buralarda yazıt dikmişlerdir. Bu gelenek komşuları Asur’dan da bilinmektedir.

Yazıtlar daha çok başkent Tuşpa ve Van Gölü havzasından gelmektedir. Batıda Fırat kıyısında İzoli (II. Sarduri), kuzeyde Taşköprü (II.Sarduri), Hanak (I.Argişti), Kanlıca (I.Argişti) ve Gulidzan (I.Argişti), güneydoğuda Urmiye Gölü'nün güneyine dağru İran'da Kelişin (İşpuini-Minua), Topzava (I.Rusa), Taştepe (Işpuini-Minua) ile doğuda Erdebil'in güneyinde Naşteban ve Razliq tarafından çevrelenen geniş bölgede yazıt dikmişlerdir.

Vandallar:

Vandallar, Doğu Cermen kavimlerindendir. Kavimler Göçü sırasında, 5. yüzyılda, Roma İmparatorluğu'nun değişik eyaletlerini yağmalamalarıyla tanınırlar. Bu eyaletler, sırasıyla Galya (Gallia), Galiçya (İspanya), Endülüs (Hispania Baetica), Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarıdır. 439-533 yılları arasında, çok kısa süre ayakta kalan bir "Afrika Vandal Krallığı" ya da diğer adıyla "Kartaca Krallığı"nı da kurmuşlardır. Yurtları ve asılları bilinmemektedir.

Ostrogotlar'ın kralı ve Vizigotlar'ın kral naibi olan Got kavminden olan Büyük Theodoric, evlilik yoluyla Vandallara akrabaydı.

Vandallar, Galya ve İspanya'da büyük bir kıyım yaparak Afrika kıyılarına dek ilerlediler. 455 yılında Vandal Kralı Geiserich, Roma şehrini yağmalamıştır. Bu gelişmelerin sonrasında yıkılmanın eşiğine gelen Batı Roma İmparatorluğu, aşiretlere ayrıldı. Tüm gücünü yitiren Batı Roma İmparatorluğu, 476 yılında yıkılmıştır. Kartaca'ya hâkim oldular. 6. yüzyılda Bizanslılara yenilip, onların hâkimiyetine girince; kendilerini muhafaza edemeyip eridiler. Vandallar, önceleri Ariusçu Hıristiyan iken sonra Katolik Hıristiyanlaşmışlardır.

Roma'nın yağmalanmasına atfen, sebepsiz yere zarar verme eylemine Vandalizm denmeye başlamıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder